Vikikaynak
trwikisource
https://tr.wikisource.org/wiki/Anasayfa
MediaWiki 1.39.0-wmf.23
first-letter
Ortam
Özel
Tartışma
Kullanıcı
Kullanıcı mesaj
Vikikaynak
Vikikaynak tartışma
Dosya
Dosya tartışma
MediaWiki
MediaWiki tartışma
Şablon
Şablon tartışma
Yardım
Yardım tartışma
Kategori
Kategori tartışma
Kişi
Kişi tartışma
Portal
Portal tartışma
Sayfa
Sayfa tartışma
Dizin
Dizin tartışma
TimedText
TimedText talk
Modül
Modül tartışma
Gadget
Gadget talk
Gadget definition
Gadget definition talk
Rüşvet
0
7426
151653
140759
2022-08-11T13:16:22Z
Kwamikagami
19579
wikitext
text/x-wiki
{{eser başlığı
| önceki =
| sonraki =
| başlık = Rüşvet
| bölüm =
| eser sahibi = Ömer Seyfettin
| notlar =
}}
Çarşı meydanının büyük çınar ağaçları, yere düşen gölgelerini alacalandırarak, fısıldıyorlardı. Kuvvetli bir rüzgâr esiyordu. Avukat Hacı Namık Efendi, kağıtlarım uçmasın diye, zümrüt bir kameriyeye benzeyen küçük dükkanının camlarını indirdi. Sonra gitti, açık kapıyı iterken heybesi omuzunda, semerli atının yuları elinde, sarıklı, kısa boylu yuvarlak bir köylünün yaklaştığını gördü:
:— Merhaba Ali Hoca, dedi, böyle vakistiz ne arıyorsun burada? Daha pazara iki gün var...
Köylü, siyah sivri iki noktaya benzeyen mini mini gözlerini daha fazla küçülterek:
:— Aleyküm selam, Namık Efendi! Belaya düştüm. Bir dava için geliyorum...
Diye başını salladı.
:— Ey, gel, biraz konuşalım bakalım.
:— Konuşalım.
:— Derdini anlat bana bakayım.
:— Senden başka zaten kime anlatacağım?
Atının yularını peykenin destek direğine bağladı. Küçük dükkana girdi. Ceviz yazıhanenin sağındaki hasırlı alçak sedire oturdu. Heybesini yanına koydu. Namık Efendi'nin uzattığı tabakadan sigara sararken davasını anlattı. Hasmı, köyün muhtarı Huysuzoğlu'ydu. Ona ait bir arsanın üzerine Ali Hoca vaktiyle bir bina yaptırmıştı. Şimdi o, neden sonra bu binayı kabullenmeye kalkıyordu. Halbuki bina kimin ise, yerde onun demekti...
Namık Efendi kır sakalını kaşıdı. Gözlüğünün üstünden bakarak:
:— Sen haksızsın Ali Hoca! dedi.
:— Haksız myım?
:— Evet.
:— Hayır, ben haklıyım. Neye binayı yaparken sesini çıkarmamış?
:— Çıkarmasın.
:— Ben haklı olduğumu biliyorum, Namık Efendi. Davadan vazgeçmem.
:— Kaybedeceksin!..
:— Edeyim, zararı yok. Ama davadan vazgeçmem.
Namık Efendi haksız davaları alamazdı. Ali Hoca'nın vekâlet teklifini reddetmek istiyordu. Fakat, "Bozoyük" köyünün halkı otuz senelik müşterileriydi. Eşek, ahırını beller gibi onun dükkanını bellemişler, hükümetteki her işleri için ona müracaatı âdet edinmişlerdi. Kışlık zahîresi de hemen hemen tamamıyla oradan gelirdi. Nihayet:
:— Pekala, senin bu işine bakayım. Kaybedince bana darılmayacaksın! dedi.
:— Darılmam, ama neye kaybedeceksin?
:— Çünkü haksızsın.
:— Hâkime güzel bir koç göndersem?..
:— Ne?..
:— O vakit davayı kazanamaz mıyım?
:— O vakit hiç şüphesiz kayberdersin işte!..
:— Niçin?
:— Yeni hâkim senin bildiğin adamlardan değil...
:— ....
Ali Hoca avukatının heyecanını anlayamıyordu. Ondan yeni hâkimin medhini uzun uzadıya dinledi. Bu zat rüşvetin, hediyenin korkunç bir düşmanıymış! En haklı bir davacı kendisine rüşvet vermeye teşebbüs etse, o saatte onu haksız çıkarırmış!
Ali Hoca:
:— Allah böyle doğruları dünya yüzünden eksik etmesin!
Diye dua etti. Namık Efendi:
:— Amin, amin!
Dedi. Davaya, doğruluğa dair bir saat kadar konuştular. Vekâlet için anlaştılar. Avukat ümitsizdi. Bu işi hatır için alıyordu. Haksızlık o kadar meydanda idi ki...
<center>🙝🙟</center>
İki hafta sonra, aynı saatte Ali Hoca, yeşil boyalı dükkanın kapısında göründü. Namık Efendi bir arzuhal yazıyordu. Gözlüğünün üstünden müşterisini görünce güldü:
:— Hoşgeldin be! Ne dersin, davayı kazandık!
Dedi. Bu kadar haksız bir hükmü hâkimin nasıl verdiğine bir haftadır şaşıyordu. Ali Hoca soğukkanlı:
:— Benim gönderdiğim koç sayesinde kazandık! cevabını verdi.
:— Ne!.. Sen hâkime bir koç mu gönderdin?
:— Evet.
:— Buna cesaret ettin ha...
:— Evet, ama sen bana "Rüşvet düşmanıdır, kim hediye verirse haksız çıkar" dememiş miydin?
:— Evet.
:— Ben de koçu gönderirken kendi ismimi vermedim.
:— Ya ne yaptın?
:— Hasmım, muhtar Huysuzoğlu'nun ismini verdim.
:— !!!...
İhtiyar avukatın kalem elinden düştü. Arkasına dayandı. Karşısında parlayan mini mini siyah gözlere bakakaldı. Meydandaki büyük çınar ağaçlarının derin fısıltıları, kapıda ayakta duran Ali Hoca'mn yanlarından, tepesinden, bacaklarının arasından giriyor, duvarlarına eski vilayet gazeteleri yapıştırılmış dükkancığın içini dolduruyordu...
[[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]]
oy8m8ipq15753ycuomog3aowpzwpkpk
Kerâmet
0
7464
151655
140761
2022-08-11T13:17:22Z
Kwamikagami
19579
wikitext
text/x-wiki
{{eser başlığı
| önceki =
| sonraki =
| başlık = Kerâmet
| bölüm =
| eser sahibi = Ömer Seyfettin
| notlar =
}}
Yangın yarım saatten beri devam ediyordu. Fakat mahallenin ahalisi iki ev sonra söneceğine kâildiler. Çünkü bir zât-ı şerifin türbesi vardı. Mümkün değil, o tutuşmazdı! Şiddetli bir kıble rüzgarı esiyor, alevleri, kıvılcımları saçan tahta parçalarını, türbenin üzerine, türbenin altındaki evlerin çatılarına fırlatıyordu. İtfaiye bölüğü, tulumbalar son gayretlerini sarf ediyorlardı. Polisler etrafı ablukaya almışlar, kaçırılan eşyanın yağmasına meydan vermiyorlardı. Çiroz Ahmet etrafına bir göz gezdirdi. Bu kaşarlanmış bir külhanbeyi idi. Onca yangın demek vurgun demekti. Ama mahalle çok fakirdi. Biliyordu ki, şu yanan zavallı kulübeciklerin içinde yatak yorgandan başka bir şey yoktu. Halbuki vurgunda âdet “yükte hafif, pahada ağır şeyler” i bulmaktı.
:— Allah belasını versin! Faydasız yangın!
Diye başını salladı. Ahali türbenin önüne toplanmıştı.
:— Buraya gelince söner! diyorlardı.
Çiroz Ahmet, yeşil boyalı türbenin penceresine sokuldu. Kör bir kandilin hafifçe aydınlattığı sandukaya baktı. Başı ucunda iki büyük şamdan duruyordu. Sandukanın iki tarafında iki seccade yayılı idi. Açık rahlelerde büyük Kur'ân-ı Kerîmler yan gelmiş yatıyorlardı. Çiroz Ahmet kelepir karşısında parlayan bir Yahudi gözüyle bunlara baktı. Asgari bir hesap yaptı. İçinden:
:— Şamdanlar onar liradan yirmi... Seccadeler on beşerden otuz... Kitaplar mutlaka yazmadır. Yirmi de onlara de, etti yetmiş...
Dedi. Yeşil boyalı kapıya gitti. Çiroz, kemikli omuzlarıyla bu kapının kuvvetini yokladı. Sonra kilidine baktı. Yavaş yavaş dayanmaya başladı. Halk yangınla meşguldü. Çiroz Ahmet son derece kuvvetliydi; hani o yalnız külhanbeylerine mahsus, bazusuz, idmansız, sporsuz, gizli, harikulâde kuvvet... Dayandıkça kapı çıtırdamaya başladı. Nihayet küt etti açıldı. Çiroz'un içeri girince ilk işi, kör kandili üflemek oldu. Fakat alacağı şeyler her ne kadar pahada ağır ise de yükte öyle pek hafif değildi. Zihni hemen bir vurgun planı tertibine başladı. Plan zihninde teşekkül ettikçe, Çiroz “netice” yi beklemiyor, teferruatını tatbik ediyordu. Şamdanların mumlarını çıkarıp yere attı. Rahlelerdeki kitapları alıp hepsini belinden çıkardığı Trablus kuşağına sardı. Sonra biraz durdu, burnunu kaşıdı. Yavaşçacık seccadeleri topladı; bunları beygirin üzerine çul vurur gibi, sandukanın üzerine örttü. Şimdi kapıdan çıkmak lazım geliyordu. Ama dışarısı dolu idi. Sandukaya dayandı. Biraz düşündü. Kavukta bırakılacak bir şey değildi. Üzerinde sırmalı bir çevre vardı. Sanduka birdenbire kaydı. Çiroz Ahmet düşmemek için toplandı. Acaba evliya diriliyor muydu? Durdu, baktı, gülümsedi.
:— Vay canına, yere mıhlı değilmiş be, dedi.
Eğildi, altına bakmak için sandukayı kaldırdı. Bu gayet hafifti. İnce tahtadan yapılmış, üstüne yeşil çuha kaplanmıştı. Zihindeki "çıkış planı" tamamlandı. Kitaplarla şamdanları kucakladı. Bu sandukanın altına girdi. Yavaş yavaş yürüdü. Durdu. Sandukanın altından elini çıkarıp yavaşça kapıyı açtı. Sol taraf caddeye çıkıyordu. Yakalanmak ihtimali vardı. Sağ taraftaki sokak tenha idi. Viranelikler çoktu, ama yangın o tarafta idi. Herkes o tarafa birikmişti. Çiroz Ahmet, sandukanın altında uzun müddet düşünmedi. Paldır küldür kapıdan çıktı. Gürültüye başını çeviren halk şaşırdı. Herkes olduğu yerde kaldı. İşte evliya kalkmış yürüyordu. Tulumbalar durdu. Şiddetle esen rüzgar birdenbire durdu. İtfaiye askerleri korkularından ellerindeki baltaları, kancaları, hortumları düşürdüler. Sanduka yangına doğru yürüyordu. İki tarafa açılıp yol veren ahali korkudan titriyordu. Sanduka, korkunç manevî bir heybetle sallana sallana aralarından geçti, karanlıklarda kayboldu.
<center>🙝🙟</center>
Türbeden evvelki iki evde ateşten kurtulmuştu. Yanmayıp evliyasız kalan türbe, yine mahalledeki kutsiyetini muhafaza etti. Yalnız, okuyanlar yüzlerini eskisi gibi boş binaya çevirmiyorlar, kıbleye bakıyorlar: “İki gözüm, yangın gecesi bu tarafa gitti!” diyorlardı.
[[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]]
hro9ytx3jkmzyjhb234v59mh0sdm114
Perili Köşk
0
7466
151662
140762
2022-08-11T13:20:24Z
Kwamikagami
19579
wikitext
text/x-wiki
{{eser başlığı
| önceki =
| sonraki =
| başlık = Perili Köşk
| bölüm =
| eser sahibi = Ömer Seyfettin
| notlar =
}}
Sermet Bey döndü, arkasındaki bekçiye:
:— İşte bir boş köşk daha...
Dedi.
Küçük bir çam ormanının önünde beyaz, şık bir bina. Mermerdenmiş gibi göz kamaştıracak derecede parlıyordu. Tarhlarını yabanî otlar bürümüş. Bahçesinin demir kapısında büyük bir "Kiralıktır" levhası asılıydı. Bekçi başını salladı:
:— Geç efendim, geç!... Orası size gelmez.
:— Niçin canım?
:— Demin gösterdiğim evi tutunuz. Küçük ama çok uğurludur. Kim oturursa erkek çocuğu dünyaya gelir.
:— On iki kişi nasıl sığarız beş odaya! Buraya bakalım, buraya... Tam bize göre...
Bekçi tekrar, katî bir işaretle:
:— Buraya oturamazsınız efendim...
Dedi.
Sermet Bey, gözünü köşkten alamıyordu. Her tarafında geniş balkonları vardı. Temellerinin üzerine yaslanmış sanılacaktı. Kuluçka yatan beyaz bir Nemse tavuğu gibi yayvandı. Yirmi senedir, çoluğa çocuğa kavuşalıdan beri, hep böyle bir yuva tahayyül ederdi. Asabî bir isticâl ile:
:— Niçin oturamayız? diye sordu.
:— Efendim, bu köşkte peri vardır.
:— Ne perisi?
:— Bayağı peri! Gece çıkar. Evdekilere rahat vermez.
Sermet Bey, gözüyle gördüğüne, kulağıyla işittiğine inananlardan değildi. Eliyle sıkı sıkıya tutup hissetmeyince bir şeyin varlığına hükmetmezdi. Gözle kulak onca birer yalan kovuğuydu. Yalanla hep bize bu dört kapıdan girerdi. Fakat el... Fakat lâmise, hiç dolma yutmazdı. Bütün hurafeler, bâtıl itikatlar dimağımıza hücum için gözle kulağa koşardı. Güldü.
:— Perinin bize zararı dokunmaz!
Dedi. Bekçi bir küfür işitmiş gibi Sermet beyin yüzüne baktı.
:— Her giren evvela böyle söyler, ama bir ay oturmaz.
:— Senin nene lazım. Haydi burasını gezelim.
:— Anahtarı sahibindedir.
:— Sahibi kim?
:— Sahibi Hacı Niyazi Efendi. İşte şu yandaki köşkte oturan...
:— Haydi anahtarı alalım.
:— Peki, ama...
Döndüler. Sık ağaçlar arasından yalnız üst katının çatısı görünen kırmızı aşıboyalı bir eski eve doğru yürüyorlardı.
İhtiyar bekçi yolda beyaz köşkün tarihini kısaca anlattı. On senedir buraya girenler bir aydan ziyade oturamamışlardı. Evvela peri görünüyor, sonra büyük büyük taşlar atıyor, nihayet gelip camları kırıyor, içeridekilere geceleri hiç rahat vermiyordu. Kiracılardan ikisinin yüreğine inmiş, üçünün evlatlıkları çarpılmış, birisinin karısı korkudan altı aylık çocuğunu düşürmüştü. Gölgelerinde koyunlar otlayan çiçekli badem ağaçlarının altından geçtiler. Kırmızı köşkün yeşil kapısını çaldılar.
<center>🙝🙟</center>
Hacı Niyâzi Efendi eski bir evkaf memuruydu. Hürriyette tazminat olarak daireden çekilmiş, ev alıp satmakla geçinmeye başlamıştı. Fakat çok doğru bir adamdı. Senede belki yüz ev sattığı halde kendi perili köşkünü hariçten gelip Hanya'dan Konya'dan haberi olmayan enayi bir müşteriye sokmuyor: "Allah'tan korkarım neme lazım!" diyordu. Köşkünün perili olduğunu hiç saklamazdı. Kapıyı kendi açtı. Bekçi,Sermet Bey'in evi gezmek istediğini söyledi:
:— Pekâlâ, buyurun! Dedi.
Önlerine düştü. Bahçeden geçtiler. Hacı Niyâzi Efendi sokakta sarı aba cübbesinin cebinden pirinç bir anahtar çıkardı. Bahçe kapısını açtı. Sermet Bey'e:
:— Bu anahtar köşkü de açar.
Dedi. Yürüdüler, bahçe hakikaten biraz vahşiydi. Bakımsızlıktan, ayak basmamış bir dere içine dönmüştü. Köşkün arkasındaki küçük çam ormanında da vahşi bir sükun vardı. Bekçi köşke girmedi. Kapıda kaldı. Sermet Bey, ev sahibiyle gezdi. Tezyinata hiç diyecek yoktu. Alt kat bütün mermerdi. Sarnıç, banyo, kuyu, kümes, ahır... Hepsi tamamdı.
:— Kirası ne kadar?
:— Çok istemiyorum. Yüz seksen lira. Ama üç seneliğini peşin isterim.
:— Niçin?
:— Bakınız beyim, niçin: Düşmanlarım, köşk kiracısız kalsın diye peri lafı çıkarmışlar. Birisi girdi mi, herkes fi-sebîlillâh peri propagandasına başlar. Nihayet kiracılar işittikleri yalanı, gördük sanıyorlar. Mesela kış ortası köşkü başıma bırakıp savuşuyorlar. Daha fenası, çıkanlar da propagandacılara katılıyor. İki sene daha böyle giderse malımı ne satabileceğim, ne de kiracı bulabileceğim.
Sermet Bey sordu:
:— Köşkünüz ne kadar boş kaldı?
:— Vâkıâ şimdiye kadar hemen hiç... Fakat giren, komşuların lafına kapılır. Çok durmaz. Ürker, kaçar.
:— Ben ürkmem.
:— İnşallah.
:— Fakat üç senelik peşin, bu biraz ağır...
:— Ne yapayım beyim. Canım yandı. İsterseniz...
Sermet Bey köşkü çok beğenmişti. Hem kirası da ucuzdu. Şimdi üç odalı kulübelerin seneliğine yüz elli lira istiyorlardı.
Hemen o gün kontratı yaptılar. Üç senelik kira olan beş yüz kırk lira peşin verilecekti. Hacı Niyâzi Efendi'nin evinden çıktıktan sonra Sermet Bey bekçiyi çıkardı, bahşiş diye bir yirmi beşlik kağıt verdi. Bekçi:
:— Paranıza yazık oldu efendi dedi, üç sene değil, üç ay oturamazsınız.
:— Görürsün.
:— Görürüz. Hacı Efendi her girenden böyle üç seneliğini peşin alır, ama hiçbirisi bir yaz kalamaz. Verdikleri para da yanar.
<center>🙝🙟</center>
Sermet Bey bir hafta sonra kalabalık ailesiyle köşke taşındı. Halis bir zevk ehliydi. Her gece çalgı çağanak, yemek, içmek, keyif, sefa gırla giderdi. Daima akrabalarından kadın, erkek, dört beş misafiri bulunurdu. Sermet Bey Türkiyeli'ydi. Fakat Avrupalıların "Gündüz cefa, gece sefa" düsturunu kabul etmişti. Çocukları mektebe giderlerdi. Kızlarını büyük ticarethanelere kâtip diye yerleştirmişti. Karısı kız mekteplerinde piyano dersi verirdi. Evde çalışmayan yalnız yetmiş beşlik annesiydi. O da mutfağa, hizmetçilere, filan bakardı. Yemeği gece yarısına yakın yerler, yemekten sonra hiç oturmazlar, hemen yatarlardı. Aradan on beş gün geçmedi. Bir gece aşağı kattan bir çığlık koptu. Hizmetçi Artemisya, avazı çıktığı kadar haykırarak yukarı koştu. Arkada, çamların arasında beyaz bir şeyin gezindiğini haber verdi.
:— Gözünüze öyle görünmüştür!
Dedi. Gören diğer hizmetçilere de kanmadılar. Çoluk, çocuk, hepsi arka odanın balkonuna çıktılar. Artemisya'nın parmağıyla gösterdiği beyaz hayaleti gördüler. Ağaçların altında duruyor, sanki köşke bakıyordu. Sermet Bey gözlerini oğuşturdu:
:— Vay anasını! dedi, telkinin kuvvetine bak!
Karısı, kızları, çocukları korkudan sapsarı kesildiler. Büyük kızı:
:— Ne telkini beybaba! İşte karşımızda, görmüyor musun?
Dedi.
:— Görüyorum.
:— Ey, o halde telkin ne demek?
:— Buraya girdik gireli peri masalından başka bir şey işittik mi? Her gelen bir şey söyledi. Şimdi biz bu tesirle böyle hepimiz birden, olmayan bir şeyi görüyoruz.
:— Bu mümkün değil.
:— Nasıl değil?
Sermet Bey, hokkabaz Kazanöv'ün nasıl bütün bir tiyatro halkına ceplerindeki saati yanlış gösterdiğini filan anlattı. "Gözümüz kulağımızdan giren yalanları görür dedi, fakat elimizi bu gördüğümüz şeye sürmeyiz. Hemen kaybolur". Sonra kalktı. Karısının menetmesini filan dinlemedi. Elini görünen hayale sürmek için bahçeye fırladı. Çamlara doğru gitti. Fakat hayal kaçtı. Kayboldu. O gece evin içinde Sermet Bey'den başka kimse uyuyamadı.
... Artık her gece bu hayali görüyorlardı. Sermet Bey, elini sürmeye çıkınca hayal kaçıyordu. Biraz alışır gibi oldular. Fakat bir gece hepsi uyurken müthiş bir sarsıntı köşkü yerinden oynattı. Balkonlara koştular. Bir şey göremediler. Sabahleyin yemek odasının dibinde kocaman bir taş buldular. Sermet Bey'e annesi: "Bizi bu köşkten çıkarmazsan sana hakkımı helâl etmem" demeye başladı. Beşyüzkırk liraya iki ay oturmak... Bu Sermet Bey'in işine gelecek şey değildi. Ama gece aşırı büyük büyük taşlar ev halkına uyku uyutmuyor, hepsini heyecan içinde bırakıyordu. Sermet Bey, her defasında hayalin üzerine gidiyor, bir türlü elini süremiyordu. Taşların başladığını duyan komşular: "Daha çıkmazsanız camlarınızı da kırar" diyorlardı. Sermet Bey kontratın, "Çıkarken bütün tamirat müstecire aittir" maddesini hatırlayarak daha ziyade canı sıkılıyor, bu cam kırma devresinin hulûlünden evvel bir şey yapmayı düşünüyordu. Yavaş yavaş kendi itikadı da bozulmaya başladı. Nihayet çıkmaya karar verdiler. Fakat başka bir ev bulamıyorlardı. Köşke dair daha bin türlü hikayeler işitmeye başladılar. Sözde burası eskiden kabristanmış. Mutfağın olduğu yerde beşyüz senelik bir evliya yatıyormuş... Sermet Bey, atılan taşlara, kırılan camlara rağmen hâlâ periye inanmıyordu. Bu peri daima çamlığın içine kaçıyor, orada sır oluyordu. Sermet Bey, bir gün çamlığın içine saklanıp birdenbire perinin karşısına çıkmayı, yahut arkasından yavaşça gidip elini sürüvermeyi düşündü. Evdekilerin hiçbiri buna razı olmadı: "Seni hemen oracıkta çarpar!" diyorlardı. Fakat Sermet Bey, bulanan gönlüne rağmen, periye, ecinniye filan bir türlü inanmıyordu. Ertesi akşam koruya gitti. Büyük bir çamın alt dallarından birine bindi. Bekledi, bekledi. Gece yarısı oldu. Köşktekiler de meraktan uyuyamıyorlardı. Zavallıların balkonlarda gezindiklerini görüyordu. Birdenbire yüreği hop etti. Hayal sökün etmişti.
Eliyle dokununca gölge gibi uçup silineceğini katiyen bildiği halde yine Sermet Bey'in dizleri titremeye başladı. İçinden: "Ben korkmuyorum, fakat vücudum korkuyor!" dedi. Yavaşça aşağı atladı. Hayalin arkasından yürüdü. Şeklinin hatları pek sarih gözüküyordu. Yaklaştığını hayalet hiç duymadı. Yavaşça elini uzattı. Beyaz cisme dokundu. Hayal birdenbire fena halde ürktü. Ama kaybolmadı. Döndü, Sermet Bey'i görünce alabildiğine kaçmaya başladı.
Sermet Bey, dokununca kaybolmadığı için bu hayalin peri filan olmadığını hemen anlamıştı. Peşini bırakmadı. Kovaladı. Çamlığın sonundaki alçak duvara dayalı bir tahtaya tırmanırken yakaladı. Gayet kuvvetliydi. Hayal, mukâbele olmadığını anlayınca çırpınmaktan vazgeçti. Sermet Bey:
:— Ben sana elâlemle alay etmesini gösteririm!
Diye zavallı hayali sırtladı. Köşke doğru sürükledi. Bağırdı:
:— Lamba getirin, suratını görelim.
:— ...
Köşk halkı bahçe kapısına inmişti.
:— İnsanmış kerata! Ben dünyada ecinni filan yoktur, demez miyim?
Hayal bir türlü beyaz çarşafı başından bırakmak istemiyordu. Sermet Bey zorla çekti. Sakalı bıyığına karışmış Hacı Niyâzi Efendi'yi görünce şaşırdılar. Biçare, yüzünü göstermemek için elleriyle örtüyordu. Arkasındaki Şam kumaşından gecelik entarisi yırtılmıştı.
Sermet Bey bir kahkaha attı.
Kızlar, çocuklar, hizmetçiler alıklaştılar.
Büyük Hanım,
:— Niçin ümmet-i Muhammed'i korkutup deli ediyorsun a efendi?...
Dedi. Sermet Bey:
:— Onun sebebini ben bilirim!
Cevabını verdi. Sonra büyük kızına hokka kalemle, yazıhanedeki kontrat kağıdını çabucak getirmesini söyledi. Hacı Niyâzi Efendi donmuş gibi, sorulan şeylere hiç cevap vermiyor, hep yüzünü karanlıklara çeviriyordu. Kontrat kağıdıyla hokka kalem gelince, Sermet Bey:
:— Haydi bakalım, al eline kalemi!... Yüreğine indirdiklerinin, düşürttüğün çocukların cezasını görmek istemiyorsan söylediğimi yaz, imzayı bas!
Dedi. Hacı Niyâzi Efendi mihânîkî bir hareketle kaleme kaptı. Sermet Bey'in kelime kelime söylediklerini tereddüt etmeden yazdı:
"Kiracım Sermet Bey'den köşkün altı senelik kirası olan bin seksen lirayı peşinen, aldım".
:— Hah şöyle!
:— ...
İmzasını attı. Beyaz örtüsüne bu sefer yarım bürünmüş olduğu halde, her gece sır olduğu tarafa gitti.
Sermet Bey'in iki senedir köşkte oturabildiğine herkes hayrette kaldı. Komşuları Hacı Niyâzi Efendi'ye:
:— Galiba senin evin ecinnileri, başka eve göç ettiler. Yeni kiracın hiç çıkacağa benzemiyor! Dedikçe, evvela sararıyor, sonra kızarıyor, şu cevabı homurdanıyordu:
:— Ne abdest, ne oruç, ne namaz, ne niyaz... Karılı, erkekli, çoluklu çocuklu hepsi akşamdan sabaha kadar sarhoş! Ayol onlara ecinni değil, şeytan bile görünemez!
[[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]]
t3b5ivf8jcq1a6vl5o37gsbba8nwr3e
Fon Sadriştayn’ın Karısı
0
7524
151665
140764
2022-08-11T13:21:32Z
Kwamikagami
19579
wikitext
text/x-wiki
{{eser başlığı
| önceki =
| sonraki =
| başlık = Fon Sadriştayn’ın Karısı
| bölüm =
| eser sahibi = Ömer Seyfettin
| notlar =
}}
O gün İstanbul'da kalsam bile hiçbir iş yapamayacaktım. Müthiş, acı, anlatılmaz bir sinir nöbeti yine beni kıvrandırıyordu. Bu korkunç hali bilmeyenler ne kadar mesutturlar! İnsanın birdenbire bütün ümitleri, bütün zevki, bütün neşesi kaybolur. Gözünün önünde hayat, hava, ufuk, her şey kararır. Dostlar düşman görünür. Sevgililerden nefret edilir... Ben işte bu sinir denilen ateşsiz cehennemin içine düşünce kendimi kırlara atarım. Tenha korular, sevinçli mazilere benzeyen gölgeli yollar, dallarda geçmiş bir saadetin canlı hâtıraları gibi uçuşan kuşlar bana ilâhi bir teselli füsunuyla tesir eder; hafiflerim. Beynimdeki ağırlık yumuşar. Şakaklarımın ateşi söner.
O gün yine böyle perişan bir haldeydim. Hafiflemek, beynimdeki granit ağırlığı yumuşatmak, başımın kaynayan hararetlerini söndürmek için bir Boğaziçi vapuruna atladım. İlkbahardı. Tatlı bir rüzgâr esiyor... Vapur ilerledikçe aklım başıma geliyor gibi oluyordu.
Açılıyordum...
Güvertedeydim; görülmemiş kuşlara mahsus beyaz, pembe, mor yalılara, yeşil korulara, mavi tepelere bakıyordum. Gözlerimdeki kırmızı karanlık silindikçe kulağım da işitmeye başladı. Dizlerimde, bileklerimde, omuzlarımda yorgun ağrılar hissediyor, geniş geniş gerinmek istiyordum. Biraz doğruldum. Başımı sağa çevirdim; müthiş, iri, kıpkırmızı bir Alman yanıma oturmuş, gayet beyaz bir keten mendille terini siliyordu. Birbiri üzerine attığı bacaklarına, kalın dizlerine, dokunulsa kan fışkıracak sanılan tombul ellerine baktım. Sonra gözlerimi sararmış ellerime, takallüs etmiş dizlerime çevirerek:
:— Ah, ne sıhhat!..
Dedim. Hem gayr-i ihtiyarî düşünmeye başladım. İşte bu, sinirleri adalât içinde kaybolmuş, kavî, gürbüz bir mesuttu! Kimbilir ne güzel yiyor, ne iştiha ile içiyor, ne kadar kolaylıkla hazmediyordu. İnce ceketinin üzerinden kalın vücudunun kabarıklığı belli oluyor, sağ cebinden kocaman bir gazete tomarı görünüyordu. Bir rüya kadar râbıtasız, intizamsız tedâîlerle Almanya'yı, Almanlıktaki sırrı, Almanlar'ın sıhhatini, saadetini, neşelerini hatırlıyordum. Bu nasıl bir milletti! Kendi gibi, fertleri de kavî, muntazam, mes'uttu!..
İşte şu yanımdaki, tıpkı nöbet bekleyen bir askerdi. Sivil esvap giymiş bir asker... Mendilini devşirdi. Büyük bir intizam ile iki kat, dört kat, sekiz kat, nihayet on altı kat yaptı. Cebine koydu. Gazetesini okumaya başladı. Vapur, biraz sonra bir iskeleye yanaşıyordu. Çıkmak için kalkanlardan bir Türk, bu can, bu kan âbidesine doğru geldi. Gayet arsız bir Türkçe ile:
:— Vay, Fon Sadriştayn!.. diye haykırdı, nereye böyle?
:— Tarabya'ya...
:— Ne yapacaksın?
:— Almanya'dan bizimkinin bir akrabası gelmiş. Onun adresini anlayacağım.
. . . . . .
O kadar güzel Türkçe söylüyordu ki, insan vücudunu, yüzünü görmese, ismini işitmese, şivesine aldanacak, Türk diyecekti. Vapur tekrar kalktı. Alman, gazetesine devam etmedi. Mendili gibi dikkatle katlayıp cebine koydu. Sahillere bakmaya başladı. Bilmem nasıl oldu, nazarlarımız birbirine çarptı. Mavi, iri, biraz kanlı Alman gözleri... Fakat o kadar sevimli, o kadar hoş ki...
Ben, arkamdan bile birisinin bana baktığını hisseder, rahatsız olurum. Herkes benim gibi midir bilmem! Artık mor tepeli, beyaz yalılı, cennet sahillere bakamıyor, Alman'ın gözlerini üzerimde hissediyordum. Evet, bana bakıyordu. Hissimde yanılmamak için yavaşça gözlerimi çevirdim. Hemen onun gözlerini gördüm; gülüyordu. Ağzıyla değil, bütün yüzüyle, bütün vücuduyla gülüyordu:
:— Beni tanıyamadınız mı?
Dedi.
:— Hayır...
Dedim.
:— Halbuki ben sizi tanıdım.
:— Yanılıyorsunuz, Herr, diye gülümsedim, benim hiçbir Alman tanıdığım yoktur.
:— Ben Alman değilim.
:— Nesiniz?
:— Türk...
:— Halbuki isminiz?
:— Ha, ismim diye lafımı kesti, demin benimle konuşan gevezeden işittiniz. Fon Sadriştayn, değil mi? Bu benim ismim değil, lakabımdır. Benim ismim "Sadrettin" dir. Çok zayıflamışsınız ama, yine sizi tanıdım. Ben sizin sınıf arkadaşınızım.
Dikkatle tekrar yüzüne baktım. Hayır, hayır... Yanılıyordu! Ben böyle bir Herkül'ü mektepte değil, hattâ bütün hayatımda görmemiştim. O ne göğüstü yarabbi!
:— Yanılıyorsunuz efendim, dedim, mektepte iken arkadaşlarımın en uzun boylusu, en kuvvetlisi bendim. Sizin gibi iriyarı, dev gibi bir adam, mektebimizde değil, hatta memleketimizde yoktur.
. . . . . . . .
Alman gülmeye başladı.
:— Biraz haklısınız dedi, fakat benim vücuduma bakmayınız. Gözlerime bakınız. Mektepte iken, hatta iki üç sene evvel ben son derece cılızdım. Mektepte siz, bütün arkadaşlarım benim cılızlığımla eğlenir, arkamdan hep "Yuha! Serçe Pehlivan!" diye haykırırdınız. Serçe Pehlivan! Şimdi hatırlıyor musunuz?
:— ! ! !
Ağzım biraz açık kaldı. Kollarım yanıma düştü. Öyle büyük, öyle hayalin kabul edemeyeceği bir hayret içindeydim ki... Kendimi toplayamıyordum. Mazinin birden önüme açılan hâtırası içinde Serçe Pehlivan'ı, Sıska Sadrettin'i gördüm. İri mavi gözlü, ince, zayıf, bitkin bir çocuk! Jimnastik muallimi onu derste daima bir tarafa ayırır: "Sen yalnız seyret oğlum" derdi. O kadar zayıftı ki, muallim, eğer barfikse asılacak olursa, kollarının mutlaka kopacağını söylerdi. Hayır hayır... Bu mümkün değildi. Sıska Sadrettin, yürümeye, lakırdı söylemeye, gülmeye üşenen Serçe Pehlivan...
Gayr-i ihtiyarî başımı sallıyor:
:— Hayır, hayır...
Diyordum. Alman:
:— Vallahi ben işte, Serçe Pehlivan'ım! dedi.
Fakat nasıl oluyordu? Bu mümkün müydü? İnsan bu kadar değişebilir miydi? Her şeyin bir hududu vardı. Bir sıska ne kadar kuvvetlense bir Herkül, bir sıhhat heykeli olamazdı.
Güldüm, dudaklarımı kıvırdım:
:— O halde âb-ı hayat içmiş olmalısınız.
:— Evet, âb-ı hayat içtim, dedi, fakat Hızır aleyhisselâmınki gibi, hiç sabahı olmayan gecelerin içinden aylarca giderek bulunmuş gizli bir membâdan değil...
:— Ya nereden?
:— Kırk sekiz saatlik bir yerden, Almanya'dan!
:— .....
Bu laftan birşey anlamadım. Anlamadığımı o da gördü, güldü:
:— Açık söyleyeyim, dedi, Almanya'ya gittim. Bir Alman kızıyla evlendim. Alman kadınının ne olduğunu siz bilmezsiniz. Bütün Almanya, bütün Almanlık, bütün Almanlığın zenginliği, Alman ordusunun kuvveti Alman kadınının eseridir... Ben Alman kadınıyla evlenmezden evvel tartılır, tamam otuz okka gelirdim. Bugün doksan beş kilo geliyorum. Almanya'nın yirmi milyon nüfusunu yarım asırda altmış yetmiş milyon yapan Alman kadını, beni de üç sene içinde otuzdan doksan beşe çıkardı. Eğer Alman kadınını tanışanız buna asla şaşmaz, hem de pek tabiî görürdünüz.
. . . . . . .
Hararetle Alman kadınını anlatırken dolgun bileklerine, geniş kalçalarına, iri göğsüne, kalın boynuna, kıpkırmızı yüzüne bakıyor, mektepteki mâhut sıska, solgun "Serçe Pehlivan" dan böyle bir hârikanın nasıl zuhur edebileceğini düşünüyor, bir türlü gözlerime, kulaklarıma inanamıyordum. Lafını kestim:
:— Rica ederim, nasıl Almanya'ya gittiniz? Nasıl evlendiniz? Nasıl âb-ı hayat içtiniz. Şunları anlatınız. Almanya'ya dair malûmatım var. Nafile zahmete girmeyiniz...
Dedim.
Fon Sadriştayn:
:— Pekala, gayet basit!
Diye başladı anlatmaya... Dinlerken sinirleniyor, göğsümde sıkıcı bir ağırlık duyuyordum.
:— "Mektepten çıktıktan sonra seninle hiç tesadüf etmedik. Dışarı gittiğini işitmiştim. Benim başıma neler geldi, neler... Hükümet dairelerinde, kalem müdürlerinden, mümeyyizlerinden, kapıcılarından hiçbir tanıdığımız olmadığı için tabiî hiçbir kaleme giremedim. Girsem de tabiî hiç terakki edemeyecektim. Mecburiyet tahtında hükümet memuriyetinden vazgeçtim. Biraz resim yaptığımı bilirsin. Almanca'ya da çalışmıştım. Çat pat konuşuyordum. Anadolu Şimendifer Kumpanyası'na müracaat ettim. İmtihan oldum. Resim şubesine girdim. On lira maaşım vardı. Anam babam, ben pek küçükken ölmüşler. Beni halam büyütmüştü. Onunla oturuyordum. Fakat bilmem niçin her gün daha ziyade zayıflıyordum. Halam dermansızlığıma baktıkça, "Evlenmelisin Sadrettin, diyordu, senin rahata ihtiyacın var. Bekarlık sana yaramıyor..." Ben de bu lafa inandım. Evlenmeye kalktım. Maaşım yetişmezse halam da ayda birkaç lira verecekti. Kız aramaya başladı. Her gün evden görücü gittiler. Nihayet gayet şık, gayet güzel, Fransızca konuşur, piyano çalar bir kız buldular. Akrabalarımızdan birinin evinde güya bizi tesadüf ettirdiler. Konuştuk. Birbirimizi beğendik. Bu, zayıf, açık sarı saçlı, saz benizli, sinemalarda aşkla elem rollerine çıkan aktrislere benzer narin bir kızdı. Canlanmış, insan şekline girmiş bir şiirdi. Uzatmayayım... Nişanlandık. Nikahlandık. Düğün oldu. Karımı gelin gibi halamın yanına almıştık. Bir ay kadar asayiş yolunda gitti. Karım yemeklere iniyor, odasında oturuyor, bir de sokağa gezmeye çıkıyordu. İkinci ayın başında halam "Bu gelin değil, Allahın cezası..!" diye söylenmeye başladı. Bir akşam geldim. Karım karşıma geçti. Çatık kaşla sordu:
:— Sen beni hizmetçi kız diye mi aldın?
:— Hayır, dedim.
:— Öyleyse neye aldın?
Diye tekrar sordu.
:— Zevce diye...
:— Bu halde ben bu evde durmam.
:— Niçin?
Diye aptallaştım.
:— Bana halan iş gördürmek istiyor, dedi, ben hiçbir iş yapamam. Yapmadım. Hem de yapmayacağım. Yarın buradan çıkartır, yahut beni bırakırsın. Ben annemin evine gideceğim.
Ellerini tuttum, biraz sabretmesini, öfkesi geçeceğini söyledim. Nerede?
:— Nafile, nafile... Vallahi durmam!
Diye boyuna yemin ediyordu.
Annemden kalma bir evim vardı. Onu rehine koyarak bir ev tuttuk. Bir ev tutmak nedir? Bilmezsiniz belki... Ben o vakit öğrendim. Daha kapıyı açmadan üçyüz lira bitti. Bir aşçı, iki hizmetçi tuttuk. Fakat hatırlayınız ki maaşım on lira... Odun, kömür, gaz, erzak, yağ falan parası yirmi lirayı geçiyordu. Altı lira da evin kirası... Etti yirmi altı... Karım da on lira tuvaleti için istiyordu. Etti otuz altı... Halbuki maaşım on lira... Evi sattım. Elime binikiyüz lira kadar bir şey geçti. Bu para ile bir buçuk sene yaşadık. Ama ben istikbali düşünerek üzülüyor, zayıflıyor, perişan oluyordum. Birgün kendimi muayene ettirdim. Doktor:
:— Dikkat ediniz, verem başlıyor, dedi.
Ne yapacağımı şaşırdım. Halim karımın umurunda değildi. Müteharrik bizzat bir tuvalet makinesi gibi temizleniyor, pudralanıyor, boyanıyor, giyiniyor, geziyor, tozuyor, geliyor, yemeğini yiyor, yatağına yatıyor, rahat rahat uyuyordu! Eve pislikten girilmiyordu. Aşçı ile hizmetçinin elinde kalmıştık. Karım hatta mutfağın nerede olduğunu bilmiyordu. Hazır param bittikçe ben de yürek üzüntüsünden zayıflıyordum. Korktum. O vakit tartılmadım. İhtimal yirmi okkaya kadar inmişimdir! Yaz gelince fena halde hastalandım. Yatağa düştüm. Doktorlar ümitlerini keser gibi oldular. Mutlaka tebdil-i havaya gitmemi söylediler. Yürüyemiyordum. Dizlerim tutmuyordu. Nihayet kumpanyadan üç ay izin aldım. Kalan paramla Almanya'da oturan bir arkadaşımın yanına gittim... Meşrutiyet'ten sonra elektrikçilik öğrenmek için İstanbul'dan ayrılmış, Almanya'da ev bark düzerek bir daha dönmemişti. Siz deminden beni tanıyınca nasıl şaşırmışsanız, ben de onu görünce tıpkı sizin gibi şaşırmıştım. Enine boyuna belki birer metre büyümüş, genişlemişti.
:— Aman, nedir bu hal, sana ne olmuş?
Diye ağzım açık kalınca:
:— Şaşma yavrum, burası Almanya'dır, dedi, burada yaşamak sanatı bilinir. Sen de biraz kal. Görürsün.
Hakikaten bir hafta geçmeden gördüm, öğrendim. Arkadaşım:
:— Boşuna masrafa lüzum yok. Bizim evde yatarsın. Fazla bir odamız var. Kiracı bulamadık. Senden yirmi mark alırım. Orada yatarsın. Yemek için de her gün birer mark eder. Yalnız, masraf parası... Pişirmek parası almayız. Ayda elli mark. Burada yer, burada içer, dışarıda on para harcetmezsin. Çamaşırlarını biz bedava yıkarız. Yalnız bira masrafı ayrı...
:— Ben bira içmem, diyecek oldum.
:— Öyle şey olmaz, cahilliği bırak, diye güldü. Birasız burada yaşanmaz. Bira içmezsen iştahın açılmaz. Çok yiyemezsin. Yine sıska kalırsın.
Arkadaşımın evine misafir oldum. Bira içmeye, yemeye, çok yemeye, bir fil kadar yemeye başladım. Midem bozulmuyor, pek güzel hazmediyordum. Üç ay içinde tanınmayacak bir hale geldim. En ziyade şaştığım şey, bu kadar az para ile bu kadar çok yiyebilmekliğimizdi. Arkadaşımın fabrikadaki gündeliği bir bir üstüne ayda sekiz lirayı geçmiyordu. Bu sekiz liranın içinden hem ev kirası veriyorlar, hem yiyorlar, içiyorlar, hem, evet hem de para biriktiriyorlardı. Yemek, çamaşır, dikiş dahil olmak üzere evin bütün işini arkadaşımın karısı yapıyor, yine her akşam gezmeye çıkıyor, pazar günleri bizimle beraber uzun gezintilere gelebiliyordu. Bu şaşılacak bir şeydi. Ben çok çalıştığını, yorulup yorulmadığını sorduğum zaman güler:
:— Ben sevgili imparatoriçemiz kadar çalışıyorum. Niçin yorulayım?
Derdi. Sonra hemen sevgili imparatoriçelerinin hayatını, hiç hizmetçi kullanmadığını, son derece iktisada riayet ettiğini, hatta büyük çocuklarının esvapları eskiyince atmayıp bir yaş daha küçük çocuklarına giydirdiğini... Yegane kızını hep eski esvaplarını bozarak süslediğini, imparatorun iktisat faziletlerini, masraflı oluyor diye en lezzetli yemeği hatta bir defa bile yemekten vazgeçtiğini anlatmaya başlardı. Bu iri, bu canlı, bu güzel, bu kuvvetli kadının beyaz temiz dişlerini göstererek, gülerek söylediği bütün bu fazilet, bu iktisat menkıbelerini dinlerken gayr-i ihtiyarî İstanbul'u, kendi hayatımızı, zayıf karımın müsrifliklerini, beşer liraya ancak ikişer defa giyilen bluzları, beşer mecidiyelik ipekli çorapları, her iki ayda bir Kalivrusi'ye yirmişer liraya yaptırdığı tayyörleri, otuzar liralık el dantelâlarını hatırladım. İstanbul'a dönmek saatleri yaklaştıkça içimde bir sıkıntı peyda oluyor, büyüyor, beni hastalandırıyordu. Bu rahatı, bu saadeti, bu fazileti memleketimde mümkün değil bulamayacaktım. Istırabımı arkadaşıma açtım. Acıdı. Bana hak verdi. Fakat:
:— Bu rahat, bu saadet, bu fazilet Almanya'nın toprağında, taşında, coğrafyasında değil, Alman kadınındadır, dedi, Almanya'nın saadetini, refahını, zenginliğini Alman kadını yapar. Sana bir Alman kızı bulalım. Onunla evlen. İstanbul'a dön. Tıpkı Almanya'daki intizam, Almanya'daki istirahat içinde yaşarsın.
Bu, olabilir miydi? Evli olduğumu söyledim. Karımı boşarsam birkaç yüz lira nikah verecek param olmadığını anlattım. Arkadaşım:
:— Hiç korkma dedi. Alman karısı seni on lira ile Türkiye gibi ucuz bir yerde yüz liralık refah içinde yaşatır. Bir senede hiç borcun kalmaz. Ölümden kurtulursun.
Düşündüm, taşındım. Alman kadınını gördükten sonra benim müsrif, şık karım hayalime korkunç bir hasar kâbusu gibi geliyordu. İstanbul'a dönmek, borç içinde, rezalet içinde sürünerek aç, sefil ölmek... Yahut Alman kadını denilen bir mes'udiyet makinesi alarak her şeyi silkip atmak... Rahat, müsterih, mes'ut yaşamak... Bu iki yoldan birisine mutlak gidecektim. Ölüme mi? Yaşamaya mı? Ölümü tercih edemiyordum. Gayr-i ihtiyari İstanbul'daki zenginlerin, en çok maaş alan memurların müsriflik, idaresizlik yüzünden çektikleri sefaletleri, en zengin paşaların, beylerin ölümlerinden bir ay sonra çoluk çocuklarının hemen dilenecek derecelere indiklerini aklımdan geçirdim. İdaresiz, iktisatsız, intizamsız bir hayatın paraca ne kadar talihi olsa, yine istikbâli kapkaraydı. İstanbul'daki evimden, karımdan ürktüm. Kurtulmak, yaşamak için... Alman kadını kati bir ilaç, bir dermandı. Bir âb-ı hayattı! Tekrar evlenmeye karar verince kız bulmak uzun sürmedi. Arkadaşımın dostlarından birinin akrabası olan şimdiki karımı bir pazar bana takdim ettiler. Pek hoşuma gitti. Babası iki sene evvel ölmüş, bir mühendisti. Nişanlandık. Kızın küçük bir çeyizi vardı. Nikahlandık. Size yemin ederim ki, resmî evrak ücretinden başka on para masrafım olmadı. Balayı yapar gibi İstanbul yolunu tuttuk. Karım birinci sınıf yolcular arasında seyahat etmemize razı olmadı. Aldığımızı, gazetenin parasına varıncaya kadar bir deftere yazmaya başladı: "Para kazanmak erkeğin, kazanılan paranın iştirâ kuvvetini arttırmak da kadının vazifesidir" diyordu. İstanbul'a geldik. Beyoğlu'nda bir otele indik. Ben yokken zavallı eski şık karım kendisi gibi şık, zarif, tek gözlüklü bir beye âşık olmuş... Onun arzusuyla hemen ayrıldık. Yeni karımı evime getirdim. Aşçı ile hizmetçileri görünce şaşırdı. "Bizde bankerler bile ayrı aşçı, ayrı hizmetçi tutmaz" dedi. Her üçünü de savdırdı.
:— Evde ne iş olursa ben yaparım, diyordu. Yemek, çamaşır, dikiş, temizlik, bulaşık, tahta silmek, kunduraları boyamak filan... Geldiğimizin ertesi akşam evin kirasını sordu. Ben:
:— Altı lira...
Deyince hayretinden gözleri patlayacaktı.
:— Hiçbir adam vâridâtının yarısından ziyadesini ev kirası verir mi?
Diye şaşıyor, Türkiye halkının hiç hesap bilmediğini söylüyor:
:— Sizde bir, iki, üç, dört, beş, on, yirmi, otuz var mı? Yazınızda rakam işaretleri var mıdır?
Diye tuhaf sualler soruyordu. Evvela möbleleri sattırdı. Paralarını bankaya koydu. O ay evi de bıraktırdı. Haydarpaşa'da bir Alman evinin üst katını sekiz mecidiyeye kiraladı. Burası mutfağıyla, aptesanesiyle, ayrılmış bir apartıman dairesi gibiydi. İki odası vardı. Birini yatak odası yaptı, birini oturma... Bu ikinci odada hem misafirlerimizi kabul ediyor, hem de yemeğimizi yiyorduk... Rahat, mesut yaşamaya başladık. Kira dahil olduğu halde aylık masrafımızı tam beş lira ediyordu. Maaşımdan artan beş lirayı karım her ay bankaya götürüyor, mobilyalardan aldığımız paranın üzerine ekliyordu. O vakitten beri her ay beş lira harcediyoruz. Ben saat sekizde gara gidiyorum. Her gün öğle üstü karım bir sefer tasıyla yemeğimi, ekmeğimi ayağıma getirir, her akşam gelir, beni alır, beraber gezeriz. Saat altı buçuğa gelince beni gezintide yalnız bırakır, eve döner, yedi buçuğa kadar yemeği hazırlar, ben gelince yemeği hazır bulur, otururum. Yemekten sonra kemanla klasik parçalar çalar, klasik şiirler okur. Onbirde hemen yatarız. Karım altıda yataktan kalkar. Kahvaltıyı hazırlar. Benimle beraber çarşıdan o günkü zahireyi almak için çıkar. Pazar günleri yaz olsun, kış olsun, mutlaka dağlara gezmeye çıkarız. Akşama kadar dolaşırız. Karıma göre en güzel eğlence kırda yayan gezmek, kırların havasından istifade etmektir. Üç senedir işte hayatımız bu program içinde geçiyor. Bir gün daha bu program bozulmadı. Geçen sene maaşım onbeş lira oldu. Karım bunun masrafımıza hiçbir tesir yapamayacağını söyledi. Her ay bankaya beş lira yerine on lira götürmeye başladı. Karımın fikrince masraf vâridâta göre değil, ihtiyaca göre yapılırdı. Vâridât artabilirdi. Fakat vâridâtın artması masrafın çoğalması için mantıkî bir sebep olamazdı. Masraf, yine ihtiyacın derecesinde kalmak icap ederdi. Bunu ben de muhakeme ettim. Doğru buldum. Bu kadar basit, bu kadar doğru bir hükme acaba Türkiye'de kaç Türk sahiptir? Bir Türk'ün aylık vâridâtı yirmi beş lira iken otuz lira oldu mu, hemen evini değiştirmeye, daha fazla bir hizmetçi tutmaya kalkar. Halbuki bizim kumpanyanın müdür muavini yüzlerce lira maaş aldığı halde masrafı ihtiyacına göredir. Yani tıpkı benimki gibi... Onun karısı da hizmetçi aşçı, uşak kullanmaz. Çarşıdan erzakını bile kendi pazarlık eder, kendi alır, kendi evine getirir. Karım:
:— Ancak doğacak çocuklar masrafa bir şey ilâve ettirir der, çünkü ihtiyaç değişir. Masraf da o ihtiyaca uymalı.
Evet, nihayet bizim de bir gün masrafımızın çoğalması icabeder gibi oldu. Karım gebeydi. İşte ben asıl iktisat faziletinin ne olduğunu karımın gebeliğinde gördüm.
:— Bir hizmetçi tutsak... Sen gebesin... Rahatsız oluyorsun!
Dedim. Karım katiyyen reddetti. Gebeler için yürümek, iş görmek lazım olduğunu, gebelikte oturmak intihardan, havaleye, ölüme koşmaktan başka bir şey olmadığını söyledi. Hiç tertibimiz bozulmadı. Yine sabahları pazara gidiyor, gara yemeğimi getiriyor, akşamları beraber geziyorduk. Karnı büyüdü, büuüdü, büyüdü. Sekiz aylık, galiba dokuz aylık oldu. Ben:
:— Pek yaklaştı, artık bir adam tutsak... dedim.
:— Daha vakit var, daha vakit var!
Diyordu. Bir gün yine sabahleyin evden çıktık. O pazara sapmak için benden ayrıldı. Öğleyin yemeğimi getirdi. Akşam üstü, geldi, beni aldı. Biraz gezindik. Gayet bol bir manto giymişti. Yine akşam yemeğini hazırlamak için bir saat evvel benden ayrıldı. Ben arkasından eve gelince her vakitki gibi sofrayı hazır buldum. Oturdum, yemeğe başladık. Tam yemek ortasında öbür odadan:
:— Viyak, viyak...
Diye bir seda gelmez mi?
:— Bu ne?
Dedim. Karım tavrını bozmadan gayet tabiî bir şey söylüyormuş gibi:
:— Çocuk! dedi, bugün doğurdum...
Gözlerimi açtım. Ben hâlâ bir Alman kadınının ne olduğunu tamamıyla anlayamamıştım.
:— Ne diyorsun? diye haykırdım. Ebe nerden buldun?
:— Ebesiz doğurdum, dedi, ebe hekim demektir. Ben hasta mıyım? Ebeye ne lüzum var?
:— Ne vakit doğurdun?
Diye tekrar haykırdım. Karım istifini bozmadan cevap verdi:
:— Senin yemeğini gara bıraktıktan sonra dönerken ağrı duydum. Eve geldim. Muşambaları siliyordum. Ağrı ziyadeleşti. Banyoyu doldurdum. Çamaşır leğenini hazırladım. Doğurdum. Çocuğumu yıkadım, sardım, yatırdım. Kendim de yıkandım. Sonra yemeği hazırladım. Gezmek için geldim, seni aldım. Şimdi gelince beş dakika kadar süt verdim...
Hemen ayağa kalktım. Odaya doğru, bu kendi kendine doğan çocuğumu görmeye koşuyordum. Beni tuttu:
:— Otur, rica ederim. Yemeğin intizamını bozma. Kalkınca gidip görürsün...
Dedi. Yemekten sonra küçük bir sepetin içine yatırılmış yavrumu gördüm. Açık mavi gözleri tıpkı annesininkine benziyordu. Şimdi altı aylık oldu. Henüz masrafımızda bir ziyadelik yok... Karım dört beş yaşına girmeden bir çocuğun hiçbir masrafı olamayacağını söylüyor... Bir hafta geçmeden çocuğun uyuması, ağlaması, yemesi intizama girdi...
. . . . . . .
Oh, azizim, ne çabuk... Tarabya'ya geldik. Ben buraya çıkacağım. Veriniz elinizi, sıkayım. Anladınız ya, ben niçin otuz okkadan doksan beş kilo oldum. Alman kadını... Alman hayatı... İntizamla istirahat! İşte saadetin sırrı! Allahaısmarladık. Her pazar yayan Çamlıca tepesine çıkarız. Sen de gelirsen, orada görüşürüz. Allahaısmarladık..!"
<center>🙝🙟</center>
:— Madama benden ihtiramlar!
Dedim. Elimi sıktı. Kalktı, hızla yürüdü. İskeleden inip diğer yolcuların arasında kayboluncaya kadar arkasından baktım. Vapur kalktı. Göğsümden asabî bir ağırlığın yükseldiğini, nefes aldırmayacak gibi boğazıma tıkandığını duyuyordum.
Artık, mesut olmak için...
. . . . . . .
Görünmez bir kâbusun önünden kaçar gibi gözlerimi oğuşturdum. Üzerinde temiz martıların uçuştukları koyu prusya mavisi denize baktım. Karşı sahil mor tepeleri, beyaz yalıları, koyu nefti ağaçlıklarıyla sanki ebedi bir keyif uykusuna dalmış gibiydi. Fon Sadriştayn'ın uzvî istirahatinden, her ânına mantıkla hesap karışan saadetinden, çamaşır yıkayan, yemek pişiren, tahta silen, kundura boyayan aşkından tiksiniyordum. Tâ orada... Şu küçük yalıcıkta müsrif, hesap bilmez, saz benizli, narin, şık bir kadınla borç içinde, manevi, maddi ıstıraplar içinde... Tabiatın uyuşuk sükûnu karşısında sessiz, mahmur yaşamak daha tatlı değil miydi?
Açık mavi, ebediyetten kopmuş canlı köpük parçaları halinde, güvertenin üzerinden, sürü sürü geçen martılar:
:— Evet,
:— Evet, evet...
Diye hüzünlü sesleriyle bağırışıyorlar, sanki benim ruhumun meyus sualine göklerden ilâhî bir cevap veriyorlardı.
[[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]]
0zg1elrhi11im8u1xgkh0yuyvy4ugw0
Fon Sadriştayn’ın Oğlu
0
7528
151666
140766
2022-08-11T13:21:48Z
Kwamikagami
19579
wikitext
text/x-wiki
{{eser başlığı
| önceki =
| sonraki =
| başlık = Fon Sadriştayn’ın Oğlu
| bölüm =
| eser sahibi = Ömer Seyfettin
| notlar =
}}
<div style=" text-align:right;"><small>—Yirmi beş sene sonra—</small></div>
İhtiyar Fon Sadriştayn bir haftadır apartmanından dışarı çıkamamıştı. "Oburluğun zarurî neticesi" olan nikris sızıları onu, geniş pencereye dayalı derin koltuğunda ölüm için işkenceye konulmuş, ümitsiz bir esir azabıyla kıvrandırıyordu.Gecelerden beri uyku yüzü görmeyen kanlı gözleri yorgun bir bakışla Fındıklı'nın üstünden geçiyor, mavi Boğaz'ı aşarak uzaklara, tâ Çamlıca tepesine dikilip kalıyordu. Hava bir genç kız kahkahası kadar berraktı, saftı, aydınlıktı. Şuh mayısın sabah güneşi, bütün İstanbul'u beyaz altından bir ziya tufanı içinde parlatıyordu. Nihayetsiz tayyare kümeleri, mukaddes bir Kâbe'yi tavaf eden şeffaf Cennet kuşları gibi Çamlıca tepesinin üstünde dönüyor, dolaşıyordu. Bugün İstanbul'un... yalnız İstanbul'un değil, bütün Türklerin millî bir bayramıydı! Fon Sadriştayn gözlerini şeffaf kuşlardan indirdi. Üsküdar köprüsüne baktı. Otolar, tramvaylar, arabalar, alaylar... Bir karınca seli halinde akıyor; asma kulelerde, yaldızlı tanklarda büyük bayraklar sallanıyordu. Limanın sahilleri, en büyük vapurlardan en küçük kanolara varıncaya kadar ne varsa hepsi donatılmıştı. Millet genç dâhisinin doğduğu günü tebcîl ediyordu! Fon Sadriştayn, gözlerinden ruhuna dolan tatlı, aydınlık bir sevincin asabına süzüldüğünü, yavaş yavaş bütün vücuduna yayıldığını hisseder gibi oldu. Ayaklarının ağrılarını bir an unuttu. Gülümsedi. Titreyen parmaklarıyla ak düşmüş çatal sakalını kaşırken kalbinde, şimdiye kadar hiç farkına varmadığı, ince bir heyecanın hızla ürperdiğini duydu. Doğruldu. Tekrar dışarıya baktı. Her yer, hatta Dolmabahçe Sarayı bile baştan aşağı taflanlarla, tanklarla donatılmıştı. Ayaspaşa'dan kabataş'a inen dik ana yokuş iğne atılsa yere düşmeyecek derecede kalabalıktı. Bandoların, marşların, şarkıların akisleri yükseliyor, esmeyen bir rüzgâr cereyanı gibi pencereden giriyordu. Bütün İstanbul sevinçten taşıyor, kabına sığamıyordu. Fon Sadriştayn gayr-i ihtiyarî:
:— Lida!
Diye bağırdı. Üç odadan ibaret olan bu mini mini apartıman bir avuç kadar dardı. Mutfaktan karısı sordu:
:— Ne var?
:— Çabuk giyin, rica ederim.
:— Ne olacak?
:— Dışarı çıkalım.
Kapıdan Madam Sadriştayn göründü. Kalın gözlükleri altında iri mavi gözleri süzüyordu. Altmışlık şişman bir ihtiyar sanılacaktı. Halbuki bu zavallı kadıncağız, henüz kırk beşinde bile değildi. Yirmi beş sene mütemadî, ağır, nihayetsiz bir iktisat sabrıyle dişten, tırnaktan arttırarak biriktirdiği servetin dünyada en ziyade sevilmesi icap eden bir vücut tarafından aşırılması, onu birdenbire çökertmiş, birkaç ay içinde saçlarını ağartmıştı. İhtiyarlık teminat akçasından mahrum hasta bir kocayla yapayalnız, ümitsiz kalınca, yine cesareti kırılmadı. Şimendifer kumpanyasından aldıkları tekâüt maaşıyla intizam içinde, iktisat içinde yine soğukkanlılıkla, rahat rahat yaşıyorlardı.
:— Dışarda ne yapacağız? Bir işimiz mi var?
:— Yok.
:— Eh?..
:— Orhan Bey'in doğduğu gün de...
:— Orhan Bey kim?
:— Bilmiyor musun?
:— Hayır.
:— Tuhaf!
Madam Sadriştayn, işte otuz seneye yakın kocası Türk olduğu, Türkiye'de yaşadığı halde oturduğu memleketin hiçbir şeyini bilmiyordu.
:— Kim bu?
:— Bizim milli şairimiz! Genç dâhimiz!..
:— Ey, ne olmuş ona?
:— Birşey olmamış, doğduğu günü, bu seneden itibaren Türkler kendilerine millî bayram yaptılar. Bak her taraf donanmış...
:— .......
Madam Sadriştayn yürüdü. Ortadaki boş masaya elini dokundurarak geçti. Pencereye yaklaştı. Kayıtsız bir tavırla dışarı baktı. Sonra:
:— İyi...
Deyip çekilirken kocası:
:— Haydi beraber çıkalım, Lida...
Dedi.
:— Benim mutfakta işim var. Sen yalnız çık!
:— Gel işini bırak, Lida, büyük günün şerefine!
Ciddî kadın ihtiyar kocasının bu çocukça arzusuna güldü:
:— Bu büyük günden bana ne? dedi, sizin kendi bayramınız.
:—.......
Cevap beklemeden odadan çıktı. Fon Sadriştayn gözlerini alçı tavana kaldırdı. Ayaklarının sızıları sanki kalbinde toplandı. Evet, doğruydu. Kendi bayramından ona neydi? Kendi onun bayramlarına bir nezaket olsun diye iştirak ederken tatsız bir angarya ağırlığı duymuyor muydu? İşte yirmi sekiz sene bir çatı altında beraber ihtiyarladıkları halde ruhları birbirlerine yabancıydı. Aralarında ummanların, karlı şâhikaların ayırdığı geçilmez bir hudut var gibiydi. İhtiyarladıkça, ihtiyarlayıp hastalandıkça, bu çorak buz çölü daha ziyade genişliyor, daha ziyade büyüyordu. Artık eski kayıtsızlığından eser kalmamıştı. Her şeye sinirleniyor, vakasız geçen bir hayatın, tek tük hâtıralarından kendine derin bir elem yaratıyordu. Kitap okuyamıyor, kırlarda gezemiyor, yemek yiyemiyor, bira içemiyor... Sofradaki saatin, sızılarına karışan tiktaklarını dinleyip oturuyordu. Karısının böyle soğuk davranışı bir an evvel kalbinde tutuşan iftihar alevini söndürmüştü. Ayakları tekrar zonklamaya başladı. Elleriyle dizlerini sıkıyor, yüzünü buruşturuyor; davranmak, kalkıp dışarı çıkmak için kendinde kuvvet bulamıyordu. Ansınız sokaktan bir çığlık aksetti:
:— Vakit, Havadis,Tanî, Turan, İkdam, Büyük Gazete... Büyük Gazete... Yarın, Haliç, Güzel İstanbul, havadis... havadis...
. . . . . . . .
Müvezzî geçiyordu. Fon Sadriştayn koltuğundan kalktı. Pencereden başını çıkardı. Seslendi:
:— Gazeteci, gazeteci!..
Bu, ufak bir çocuktu. Durdu. Yukarı baktı.
:— Beşinci kata gel!
:— Asansör var mı?
:— Yok.
:— Gelemem.
Halbuki bu müstesna günde gazetelerin ne yazdığını Fon Sadriştayn çok merak ediyordu.
:— Ne kadar gazeten varsa hepsinden birer tane alacağım... dedi.
:— ......
Çocuk cevap vermedi. Nazlı nazlı sarı badanalı binanın yüksekliğini süzdü.
:— Bahşiş de veririm.
:— Geliyorum...
. . . . . . . .
Çocuk apartımanın kapısından girince Fon Sadriştayn duramadı. Yatak odasına geçerken gözü mutfağa kaçtı. Karısı ocağın başında saat rakkası gibi sallanarak bir kap çalkalıyordu. Çantasından on kuruş aldı. Hastalara mahsus o müvesvis adımlarla sanki çürük bir zemine basıyormuş gibi dikkatle yürüdü. Gitti, apartımanın dar merdivenine açılan kapısını aralık etti. Dayandı. Bekledi. O kadar sabırsızlanıyordu ki... Bir dakika içinde iki saat bekledim sandı. Çocuk nefes nefese çıkınca her gazeteden birer tane aldı, geri kalan parayı ona bağışladı... Kapıyı hızla iterek odasına döndü. Derin koltuğa çöktü. Zayıf dizlerinin üstünde gazeteleri açmaya başladı. Her gazete bugünkü nüshasını Orhan Bey'e hasretmişti. Ayaklarının sızılarını unuttu. Bu yüksek pencereden kuş bakışıyla şaşaasını gördüğü İstanbul'un kalbi sanki bu kağıtların içindeydi. Hepsi Orhan Bey'in çehresini tabiî büyüklükte ilk sahifelerine basmışlardı. Fon Sadriştayn, şimdiye kadar bu meşhur genç dâhinin kendisini hiç görmemişti. Ama resmini birdenbire tanır gibi oldu. Bu ince kaşlar, bu derin gözler, bu tatlı gülüş... Ona hiç yabancı gelmedi. Bu necip yüzü çok görmüştü. Ama nerede? Ne vakit? Nasıl? Dikkatle bakarak düşündü, düşündü. Bir türlü hatırlayamıyordu. ''Haliç''in başındaki programa bir göz gezdirdi. Bu bayrama İstanbul'un bütün ilmî, edebî, siyasî mahfilleri, darülfünunları, ressam, musikişinas, mimar, heykeltraş, tiyatro cemiyetleri; liseler, deniz, kara, hava spor kulüpleri; elektrikçilik, tayyarecilik, tahtelbahircilik dernekleri filan hepsi iştirak ediyor, ordu İstanbul'daki kıtalarını geçit yaptırmak için sabahleyin erkenden Çamlıca'da topluyordu. Sevgili dâhinin doğduğu, büyüdüğü, hâlâ içinde yaşadığı küçük köşk oradaydı. Bütün halk denizden, Üsküdar köprüsünden o tarafa doğru akiyordu. Fon Sadriştayn bile edebiyatı hiç sevmezken, Orhan Bey'in eserlerinden bazılarını okumuştu. ''Ülkenin Uyanışı'' unvanlı şiirini hatırlayınca ruhunda tatlı bir heyecan dalgalandı..Programdan sonra Orhan Bey'in hayatına dair yazılan şeyleri okumaya başladı. Bu büyük şair henüz yirmi yedi yaşındaydı. Bir âşık gibi halkı sevmiş, daima halkın içinde yaşamış, birbiri arkasına on cilde yakın eserler çıkarmıştı. On dokuz yaşındayken Anadolu'yu gezmiş, köylerde, kulübelerde, obalarda misafir kalarak Türkler'in millî destanını dinlemiş, onun ruhuna hulûl etmişti. Sonra milletine üç cilt nefis şiir, iki cilt roman vermiş, üç mükemmel trajedi yazmıştı. ''Turan''ın altın harflerle bastığı satırlar ruhunda gayet ulvî, gayet büyük bir takdir uyandırdı. Tekrar tekrar okudu:
"... Orhan, asrımızın en büyük dâhisidir. O, devirlerden beri gaflet kâbusuyla uyuşmuş bir millete yüksek vicdanını duyurdu. Lisanını öğretti. Ondan evvel Türkler'in umumî bir lisanı yoktu. İstanbul'da "tabiî Türkçe" tahkir olunuyor, birtakım şair, birtakım edip taslakları "Servet-i Fünun" un, mâhut Frenk mukallitlerini taklit ederek Arapça, Acemce terkip düzmeyi bir marifet, bir sanat sayıyorlardı. Yahut "Tasfiyeciler" in sunî lisanını millî Türkçe zannediyorlardı. Orhan Bey, ilk darbeyi bu gafillere indirdi. Edebî şaheserlerindeki tabiîliğin olanca büyüklüğüyle demek istedi ki:
:— Edebiyat, sanat, bir zümre için, bir sınıf için, birkaç kişinin marazî keyfi için değildir. Sanat bütün bir milletindir! Onun konuştuğu, kitaplardan öğrenmeden bildiği tabiî lisanla edâ olunmalıdır!"
''Büyün Gazete'' genç şairi tebcil ederken ne yapacağını şaşırıyor:
"Ey genç dâhi! Sen bizim hâlikimizsin! Senden evvel Türk milleti birbirini tanımazdı. Hıyve, Buhara, Semerkant, Kâşgar, Kafkasya, Azerbeycan, Anadolu, İstanbul'un lisanını anlamazdı. İstanbul'un içinde, yaşayanlar bile kendi memleketlerinin edebiyatını duymazlardı. Senden evvel şairler, bütün duygularını ondan saklarlardı. Dinin sırrî derinliklerine istiğrak ederek orada lâhutî vecitler yaşamazlardı. Edebiyatımıza asrî bir diyaneti, bugünkü felsefeye uygun bir tasarrufu ilk defa sokan sen oldun. Sen mukaddes bir güneş gibi doğdun! Gökteki hayat verici güneş nasıl arzın yüksek, alçak yerlerine seyyanen aydınlığını serperse, sen de tıpkı onun gibi milletini "avam, havas", diye ikiye ayırmadın. Hepsinin üstüne dinî bir vecdin, millî bir mefkurenin şulelerini saçtın. İstanbul'un narin kızları, Anadolu'nun pehlivan çocukları, hatta Türkistan'ın saf çobanları şiirlerini ezberlerdi. Yüzlerce seneden beri kalbimizde uyuyan ilâhî aşk, senin bir mısranla tekrar tutuştu..." diyordu.
''Güzel İstanbul'' gazetesinin hiçbir şeyi beğenmemekle, her şeye taarruz etmekle şöhret alan münekkidi bile: "Ben Orhan Bey'in dehası karşısında secde ederim. Ona kadar tabiî lisanlarıydı, bu kadar yüksek eserler yazılmamıştı. O, İstanbul lehçesini bütün türk milletine sevdirdi. İstanbul lehçesi onun sayesinde bütün bir milletin samimî lisanı oldu.Ona kadar herkes ya Acem'i ya Frenk'i taklit ediyordu. O ne Frenk'e ne Acem'e baktı. Ne de âşık sazlarını, tekke neylerini taklit etti. Gözlerini kendi ruhuna çevirdi. Türk hissini duydu. Kahramanlıklarını, hikâyelerini, mevzularını, lisanını hep Türk vicdanında buldu..." diye takdirden kendini alamıyordu. Fon Sadriştayn, gazetelere öyle dalmıştı ki... Karısının dışarıdan kendisini çağırdığını işitmedi. Kapı birden açılınca toplandı:
:— Yemek hazır!
:— Ben yiyemeyeceğim. Midem bozuk.
:— Süt iç.
:— Sonra.
:— Pekala!
:— .......
Okuduğu gazeteler sağ yanında bir yığın olmuş, deminden önünde, kahverengi muşambanın üstüne akseden ziya müstatîli tamamıyla silinmişti. Birden top sesleri başladı. Pencereden baktı. Programın dediği gibi, donanma Çamlıca karşısında geçit yapıyor, şairi selamlıyordu. Demek ki saat on ikiydi:
:— Akşama doğru çıkarım. Gece alayında bulunurum, dedi.
Yine gazetelere daldı. Milletinin bu kadar büyük bir dâhi yaratması, lezzeti anlatılmaz bir sevinçle onu sarsıyordu. ''Yarın'' gazetesinin muhabiri genç şairle yaptığı bir mülakatı da yazıyordu. Fon Sadriştayn, Orhan'ın sözlerini tekrar tekrar okudu. Bu dâhi: "Ben her şeyi annemden öğrendim. Annem beni dinî bir vecd içinde büyüttü. Şiirimde duyduğunuz "lirizm" in menbâı ondan aldığım dinî terbiyenin heyecanlarıdır. Şiirlerimi, hikâyelerimi, trajedilerimi evvela masal halinde ondan işittim. Onun halktan olan ruhu bana halk sevgisini, halk aşkını, nefhetti. Bundan dolayıdır ki, kafiyelerim halkın tâbirleri, musikim halkın dilindeki ahenktir..." diyordu. On cilt eseri başka başka matbaalar tarafından ayrı ayrı şekillerde basılmıştı. ''Yarın'' her şekilden bir örneğin resmini gösteriyor, bütün eserlerinin mevzularına dair malûmat veriyordu.
Fon Sadriştayn, saatlerce bu tafsilâtı okudu. Bin seneden beri bir milletin ruhunda akmadan biriken rebâbeti taşırmak, yetmiş seksen milyonluk bir milletin uyuyan vicdanını uyandırmak... Şüphesiz dünyada yapılacak ilâhî işlerin en büyüğüydü! Hiçbir dahi bu kadar gençken milleti tarafından anlaşılmamıştı. Turan'ın her tarafından onu selamlamak için heyetler gelmişti. Kâşgar'dan, Buhara'dan, Fargane'den, Hıyve'den, Altay şehirlerinden, her yerden, her yerden... Mesut şair, ebediliğin lezzetini ebedi hayata karışmadan tadıyordu. Fon Sadriştayn böyle takdirler, tahayyürler, meftunluklar içinde düşünürken, ansızın bütün nikris sızılarını yine kalbinde duydu. Duyduğu acıdan az daha ölecekti. Elini göğsüne koydu. Yüzünü buruşturdu. Başını eğdi. Dişlerini sıktı. Kendi oğlu aklına gelmişti. Gözlerini kapadı. Fakat hâtırasını kapayamazdı. Arzusuna rağmen hayalinde onun yüzünden çektiği ıstıraplar maziden daha şedîd bir vuzuhla uyanıyordu. O da şimdi Orhan Bey gibi yirmi yedi yaşındaydı. Tahsili için, terbiyesi için o kadar çalıştığı halde, onda her faziletin ölümünü görmekten başka bir şey elde edememişti. Şüphesiz Orhan gibi dâhiler milyarda bir doğardı. Kimbilir, bu yaratıcı ruhu ona veren annesi ne ulvî, ne mükemmel bir kadındı. Fakat kendi karısı da fena mıydı? Fedakârdı. Namusluydu. Muktesitti. Çalışkandı. Ciddiydi. Halbuki oğlu hodgâm, azimsiz, müsrif, tembel, karaktersiz bir serseriydi. Daha küçükken riyakârlığa başlamıştı. Annesine: "Ben Alman'ım! Türkler eşektir!", kendisine: "Ben Türk'üm! Almanlığı kabul etmem" diyerek ikisinin arasında gizli gizli buz dağları yükseltir; sonra yalanla, düzenle her birisinin muhabbetini ayrı ayrı çalar, çaldığı iki muhabbeti sahiplerine karşı birer şantaj âleti yapardı. Fon Sadriştayn, tamamıyla tepesi dökülmüş başını ellerine aldı:
:— Niçin böyle oldu? Niçin böyle oldu?
Diye inledi. Annesinin faziletleri niçin ona geçmemişti? Kendisi fenalıktan nefret eden, sakin, akıllı, çalışkan bir adamdı. Niçin bu halleri çocuğuna geçmemişti? Hususiyle Orhan gibi mükemmel bir şahsiyet yalnız annesine kalmış bir yetimdi. Hayatının hikâyesine bakılırsa, daha kendi bir yaşında iken babası Çanakkale'de şehit düşmüştü. Kalbi hızla çarpmaya başladı. Oğlunun rezaletlerini hatırladıkça tıkanacak gibi oluyordu... Yirmi beş sene içinde bin türlü sıkıntı ile istikballeri için biriktirdikleri serveti bankadaki kasadan Arsen Lüpenvarî bir entrika ile aşırıp Amerika'ya kaçtığından beri, karı koca, ismini bile ağızlarına almıyorlardı. Madam Sadriştayn, oğlu aklına gelince, kendisi gibi heyecana düşer, yüzü kızarır, elleri ayakları titrer:
:— Şeytan alsın, şeytan alsın! Onun yüzünü bir daha bize gösterme Allahım!
Diye diz çökerek yanık yanık ibadet etmeye başlar, gözlerinden acı gözyaşları boşanırdı. Şimdi kimbilir neredeydi? Ne Türk olabilmişti, ne de Alman... Her milletin haricinde, her ahlâkın dûnunda, kötü bir enmûzeçti. İki ziyadan karanlık hâsıl olması gibi; annesinin, babasının milliyetlerindeki faziletler de, sanki onda birleşince bir fezâhat haline geçmişti. Fon Sadriştayn, genç yaşında milletine mefkûre peygamberi olan Orhan'ın ailesini düşündü. Oğullarının bu mazhariyeti, bu şerefi için ne kadar mesut olmuşlar, ne kadar iftihar etmişlerdi! Daima hayalin fevkinde, olmayacak şeyleri isteyen marazî bir baba gıptasıyla: "Ah, benim Hasip de böyle bir dâhi olsaydı..." diyordu. Orhan Bey... İşte her dâhi gibi onu da annesi yaratmıştı.
Acaba annesi nasıl ulvî, nasıl mükemmel bir kadındı? Oğlunu ilhamın, hayatın, hakikatin tabiî membâlarına götüren, koca bir millete halaskar yapacak kadar millî bir terbiye veren bir kadın acaba nasıl bir vücuttu? İhtiyar Fon Sadriştayn, içinden ruhuna akseden bu sualleri düşüne düşüne zayıf dimağını yordu. Koltuğunda bir afyon sarhoşu gibi sızıverdi.
Karısı pencereyi kaparken uyandığı zaman güneş çoktan batmış, ortalık tamamıyla kararmıştı. Boğaz, saraylar, karşı yaka, bütün liman, Üsküdar köprüsü, Çamlıca tepesi elektrik çiçekleriyle donatılmış; alkış, musiki, bando sesleri esirî bir tufan gibi her tarafı kaplamıştı.
:— Bu gece rutubet var!
:— Ben çıkacağım.
Madam Sadriştayn sordu:
:— Niçin?
:— Gezmeye...
:— Maksadın şenliği görmekse, buradan daha iyi görünüyor. Sokakta ne yapacaksın?
:— Hiç.
:— Bak...
İkisi tâ yemek zamanına kadar pencereden güzel İstanbul'un nur içinde parlayışına uzun uzun baktılar. Hiç konuşmadılar.
<center>🙝🙟</center>
Fon Sadriştayn bu milli bayramın ertesi günü, daha ertesi günü rahat edemedi. Vâkıâ nikris sızıları durmuştu. Lâkin "sabit bir fikir" ruhuna sükûn vermiyor, onu eski kayıtsızlığına döndürmüyordu. Acaba cihana böyle bir dâhi yetiştiren kadın nasıl bir şeydi?
:— Ah onu bir görsem...
Diyordu.
Arzusunu unutamayan hasta bir ihtiyar asabiyetiyle üzülüyor, koltuğunda oturamıyordu. Öğle yemeğinden kalkınca yatak odasına geçti, giyindi. Kalın meşe bastonunu aldı. Sofrayı toplayan karısı:
:— Nereye gidiyorsun?
Diye sordu.
:— Gezmeye.
:— Geç kalma. Akşamlar rutubetli oluyor.
:— Pekala.
Kapıdan çıktı. Dar, karanlık merdivenleri dinlene dinlene indi. Yokuşa saptı. Ayazpaşa Parkı'nın önündeki küçük telefon merkezine girdi. Rehberde Orhan Bey'in adresini aradı, buldu. Telefonu eline aldı:
:— Çamlıca, bir, beş...
:— Buyurun.
:— Allo.
:— Efendim.
:— Orhan Bey'in köşkü mü?
:— Evet efendim.
Bu, ince bir kız sesiydi. Fon Sadriştayn tekrar sordu:
:— Anneleri hanımefendi orada mı?
:— Buradalar.
:— Ben kendilerini tebrike gelmek, ziyaret etmek istiyorum. Kabul buyururlar mı?
:— Kimsiniz? Sorayım efendim.
:— Bir ihtiyar deyiniz.
:— İsminiz?
:— Meşhur bir adam değil. Sadrettin, Anadolu Şimendifer Kumpanyası mütekâit memurlarından... Şöhretim Sadriştayn...
:— Sorayım efendim, bekleyiniz.
. . . . . . . .
İki dakika kadar bekledi. İnce ses âletin içinden tekrar aksetti:
:— Alo...
:— Efendim.
:— Buyurunuz, kabul edecekler. Ne vakit geleceksiniz?
:— Şimdi.
:— Buyurun efendim.
Fon Sadriştayn kulübeden çıkınca parkın önünde duran otomobillerden birine atladı: "Çamlıca, Orhan Bey'in köşküne" dedi. Görmeyen gözlerle etrafına bakıyor, göreceği büyük kadını düşünüyordu. Otomobil ona pek ağır yürüyor gibi geldi. Üsküdar köprüsünü geçerken dayanamadı. Şoföre: "Daha çabuk!.." diye rica etti.
Onbeş dakikada Çamlıca'ya gelmişti. Otomobilcinin gösterdiği demir parmaklıklı bir kapıdan girince, karşısında kaldığı manzaranın letafetinden şaşırdı. Balıksırtı geniş bir yolun iki tarafında büyük akasyalar sakin gölgeleriyle her tarafı kaplıyor, zarif tarhlarda isimlerini bilmediği çiçekler, vücutları görünmeyen peri gözleri gibi kendine bakıyorlardı. Tatlı kokular içinde yürüdü. İleride, bu gayet loş gölgeler altında daha beyaz duran mermer bir havuz vardı. Onun başına gelince durdu. Bir bülbül ötüyordu. Etrafına tekrar bir göz gezdirdi. Yasemin kemerlerle örtülü keçi yolları sarmaşıktan kameriyelere gidiyor, büyük büyük çamlar bahçe duvarlarını gizliyordu. Havuzun kenarındaki kamıştan kanepeye uzanacağı geldi. Berrak suyun içinde kırmızı balıklar uyuyorlardı.
:—Ne letafet yarabbi!
Dedi. Burası küçük bir cennete benziyordu. Orhan'ın nefis mısraları kadar hülya, haz, hayat doluydu. İstemeye, istemeye kendi hayatını hatırladı. Böyle bir bahçenin hayali, rüyasına bile girmemişti. Dar merdivenler, kalın möbleler, kaba dolaplar... Halbuki bu muhit baştan aşağı bir şiirdi. Kendi hayatı bu samimî şiirin yanında ağır bir nesre, bir bakkal dükkanının ilanına benziyordu. Evet, kendi hayatı çirkin değilse bile, hiç de güzel değildi. Vaktiyle kazandığı paralarla pekala böyle güzel bir köşede yaşayabilir, yaşamının ulvî zevkini tadabilirdi. Ama iktisat hırsı... Onu her türlü güzellikten uzak bulundurmuş, "faydalı" dan başka her şeye düşman etmişti. Neticede ne kâr vardı? Biriktirdikleri paraları oğlu çalıp kaçmamış mıydı? Yine teessüründen kalbi burkuldu. Duramadı. Köşkün mermer peronuna ilerledi. Geniş pencerelerinin beyaz tülleri rüzgârla sallanıyordu. Önündeki havuzuyle neftî gölgeler altında uyuyan bu mini mini yuva öyle nefis, öyle bediî bir dekor teşkil ediyordu ki... Fon Sadriştayn:
:— Bu sahnede doğan, büyüyen nasıl dâhi olmaz?
Dedi. Hayatında ilk defa, düşünmeden güzelliğin rolünü anlıyordu. Temiz basamakları yavaş yavaş çıktı. Camlı beyaz kapının elektrik düğmesine bastı, genç bir kız karşısına çıktı:
:— Hanımefendiyi ziyarete geldim.
:— Telefonla söylemiştiniz, değil mi efendim?
:— Evet.
:— Buyurunuz.
Yol verdi. Fon Sadriştayn büyük şairin evini çok kalabalık tasavvur ediyordu. Halbuki burada çıt bile yoktu. Bastonunu portmantoya dayarken kıza: "Orhan Bey burada mı?" diye sordu.
:— Hayır efendim.
:— Ya nerede?
:— İki hafta evvel Bolu'ya gitti.
:— Kendi şenliğinde bulunmadı mı?
:— Hayır efendim.
Kızın kapısını açtığı küçük bir salona girdi. Sedirleri, duvarları, perdeleri o kadar zarifti ki... Daha hepsine ayrı ayrı bakmadan yüreğinde tatlı bir heyecan duydu. Kız:
:— Hanımefendiye haber vereyim.
Diye çekildi. Duvarlarda en meşhur Türk ressamlarının levhaları vardı. Tâ kapının karşısında otuz sene evvelki seferi formalı bir genç zabit resmi asılmıştı. Bakışında necib bir derinlik parlıyordu. Fon Sadriştayn: "Bu mutlaka şairin Çanakkale'de şehit düşen babası olacak!" dedi. Tavanın nakışlarında, yerdeki halının, döşemelerin renklerinde öyle bir ahenk vardı ki, insan bakarken kendisini bir "sükûn musikisi" içinde sanacaktı. Kız, arkasından:
:— Buyurun efendim
Dedi. Fon Sadriştayn döndü. Kapıdan çıktı. Mermer sofayı geçti. Şimdi bu şiirden yuvayı yapan, bu şiirin içinde büyük dâhiyi yetiştiren büyük kadını görecekti. Yüreği yine tatlı bir heyecanla çarpmaya başladı. Önünde açılan kapıdan girdi. İndirilmiş bir perdenin yarım aydınlık gölgesinde henüz genç denecek bir kadının ayakta durduğunu gördü. Birden gözlerine inanamadı. Dikkatle baktı. Taş kesildi. Nefesi tutuldu. Etrafı karardı, düşecekti.
:— !..
:— Değil mi? Sadrettin Bey?
:— .......
:— Tanıdınız.
:— .......
:— Evet, buyurun oturunuz.
:— .......
Fon Sadriştayn düşmemek için arkasına dayandı. Başını yere eğdi, elleriyle yüzünü kapadı:
:— Beni affediniz, beni affediniz! diyebildi.
Orhan'ın annesi, gayet yüksek bir âlemden günahkârlara seslenen şefkatli bir melâike gibi sordu:
:— Zaman her elemi siler, Sadrettin Bey, sıkılmayınız. Size artık bir dargınlığım kalmadı ki, affedeyim. Yirmi beş sene... Fakat, haydi beni boşadınız, Almanya'da sevdiğiniz bir kadını üzerime aldınız, neyse... Fakat niçin bana iftira ettiniz? Biliyordunuz ki, ben gayet afifim. Niçin o iftirayı geveze bir romancıya anlatıp yazdırdınız? İşte bu yara hâlâ içimde sızlıyor.
:— Ben... söyle... medim!
:— O halde, onun o kadar mübalâğaları yetmiyormuş gibi, keyfi için bana attığı iftiraya niçin "yalan" demediniz.
Fon Sadriştayn heyecandan boğuluyordu:
:— Onu da affediniz!
Diye kekeledi. Başka birşey söyleyemedi. Bu karanlıkta duramadı. Düşünemedi. Döndü. Kapıdan çıktı. Ürkmüş bir deli gibi kendisini bahçeye attı. Vaktiyle hakikatini inkâr ettiği bir mâbetten kovulan perişan bir dinsiz nedametiyle bu zümrüt yuvadan, milletin bu mukaddes kâbesinden hızla uzaklaştı.
<center>🙝🙟</center>
Apartımanın kapısını açan Madam Sadriştayn haykırdı:
:— Hani bastonun?
:— ......
Kocasının cevap vermediğini görünce hiddetlendi:
:— Kânun-ı sânîden beri dört bastondur kaybediyorsun. Bu dalgınlık değil, sersemlik!..
:— ......
Fon Sadriştayn odasına doğru yürüdü.
:— Artık, yalnız çıkarken, eline baston almaktan seni men ederim!
:— ......
Yine cevap vermedi. Koltuğuna çöktü. Yaşarmış gözlerini Çamlıca Tepesi'ne dikti. Sofadaki duvar saatinin tik takları, mutfakta kaynayan patates tenceresinin fıkırtısıyla karışarak kulakalrında büyüyor, müthiş bir gürültü gibi beyninin tâ içinde gümbürdüyordu.
[[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]]
0nbw4dyfhwr23xj1luhct31cbkcwjr8
Yuf Borusu Seni Bekliyor
0
7592
151668
140777
2022-08-11T13:23:21Z
Kwamikagami
19579
wikitext
text/x-wiki
{{eser başlığı
| önceki =
| sonraki =
| başlık = Yuf Borusu Seni Bekliyor
| bölüm =
| eser sahibi = Ömer Seyfettin
| notlar = İlk yayım: Ekim 1919 İfham Gazetesi Kaynak: [https://acikerisim.tbmm.gov.tr/handle/11543/2806| TBMM Açık Erişim]
}}
Aksaraylı Câbir Paşa'yı bir zamanlar tanımayan yoktu; zevcesi, Cennetmekan'ın gözdelerinden mi, hazinedar ustalarından mı ne imiş... İşin içyüzünü bilenler, o kolunda taşıdığı kat kat sırmaları Saraylı Hanımın sayesinde kazandığını; yani, düğün olmadan evvel el öpmelik binbaşılığı, sonra da kandillerde, bayramlarda münasebet düştükçe kaymakamlığı, miralaylığı, livâlığı, Meşrutiyet'ten bir sene evvel de ferikliği yakalamış olduğunu hikâye ederler...
Orduyu gençleştirmek sevdasına düşen akıllılar iş başına geçince, birçoklarıyla beraber onu da tekâüde<ref>emekli</ref> sevkederek mağdurlar arasına karıştırdılar. İlk günler tekâüt muhassasâtıyla<ref>ödenek</ref> geçinmek kabil oluyordu. Doğruyu söylemek lazım gelirse, paşanın on para serveti de yoktur. Zaten Devr-i Saadet'te, harem-selamlık o koca daireyi eline geçen ihsanlar, maaşlarla ancak idare edebiliyordu. Bu musibetten sonra evin kadrosu kendi kendine küçüldüğünden ilk günleri tekâüt maaşı biraz işe yarıyordu. Sonra maîşet<ref>geçinme</ref> derdi sarpa sarıp da herkes başının çaresine düştüğü zaman, paşa da, ilk tedbir olarak köşkün selamlık tarafını kiraya verdi. Bu da derde derman olamayınca, zemin katını bakkal dükkanına tahvil etti<ref>dönüştürmek</ref>. Ufak bir sermaye ile ticarete koyuldu. İş başa düşünce ne yapılmaz? Bak şu hayatın cilvesine!
Bir zamanlar paşanın yanına kuş uçmazdı. Perde çavuşları, odacılar, yaverler, nöbetçiler, atlar, arabalar, dalkavuklar, arasında geçen debdebelerle; şimdiki kırk paralık bulama, altmış paralık peynir müşterilerine meram anlatmak arasında ne büyük tezat vardı. Hele o eskiden etek öpmek için fırsat bekleyenlerin bugünlerde yan gözle bakıp bıyık altından gülmelerini görüp de kalpler sızlamamak kâbil değildi. Fakat paşa, "sabrın sonu selamet" diyerek büyük bir metanet ile kendini bu hayata da alıştırdı, hatta biraz kanıksadı bile...
Fakat günün birinde vesika şekerini tevzi<ref>dağıtım</ref> ederken köyün sayılı sulularından, hatta azılılarından Takunyalı Fitnat namında bir kadın, ona bir bayrak açtı, bütün mahalleyi bir anda başına topladı. Fitnat'ın bir eli belinde, diğeriyle birtakım işaretler yaparak:
:— Seni istiskalar paşası, seni.. Aç gözünü, yoksa açarlar gözünü... Sen hükümet kapısında yetim hakkı yemeye alışmışsın. Galiba şimdi de mahalle bakkallığını mı yiyim yeri yaptın? Hiçbir şeycik demem. Benim gibi ağızsız, dul kadınların, saçı bitmedik yetimlerin beş, on dirhem şekeri sana kan olsun, irin olsun...
Yüzünü halka doğru dönerek devam etti:
:— A dostla.....rr, buna hangi can dayanır? Bizden ufaladığını bari hayırlı bir işte kullansa canım yanmaz... Bu kaparozlar, sokak sokak fink atan kokona kızlarının tango çarşaflarına, havaleli iskarpinlerine gidiyor... Hele dur sen, benim kafam kızmasın, yoksa... İnşallah o kokorozlar nasibimden geçmesin, eğer onları tükürüklere boğmazsam, bana da Fitnat demesinler...
<center>🙝🙟</center>
Câbir Paşa, bu vakadan sonra mahalle bakkallığına tövbekâr oldu. Makamını Karamanlı Bodos'a terkederek, ertesi günü tası tarağı topladı, kaçış hâlâ o kaçış. Tabiî boş durmak kâbil değil. Paşa birkaç gündür İstanbul'a geldikçe, işlere âgâh olmaya başladı. Hay Allah layığını versin! Meğer o, köyde, Takunyalı Fitnatlar, Belalı Ayşeler ile uğraşırken, açıkgöz tekâütler rahat kârın kolayını bulmuşlar da, onun haberi yok! Aştan kalanın kaşığı kırılsın. Paşa da derhal Ömer Âbid Hanı'nda bir yazıhane, ticaret tezkeresi vesaireyi yoluna koydu. Şimdi bir taklit tüccar da o olmuştu. Tüccar olmak bir şey değil, asıl işin tatlı tarafına bakalım. Tavsiyeler, himmetler, biraz da etek öpmelerle, paşam da, muradına nail oldu. Sizden laf çıkmaz, açıkçası ihracat vesikası işine kayırıldı.
Allah bin bin bereket versin. Meğer fincancı katırlarını ürkütmeyenlerin bu kadarcık olsun mükafatı varmış. Hem ne hoş... Bu işin batakçı defteri, eli bayraklı kadınları da yok. Arada sırada bir adam gönderip listeye baktırmak... Bu sefer de bize yarım vagon çıkmış, buna da bereket versin. Çağır Yasef'i, Halil Efendi ver aşağı, tut yukarı, bayıl paraları. Kısa günün kârı az olur. Paşam müsrif de değildir. Eğer iş devam etseydi, beş on para sahibi de olacaktı. Nerede?.. Kör talih geldi, ona da yetişti, günün birinde bu işin de modası geçti. Vesikacılıktan mahrum kalan bazı açıkgöz arkadaşlar iaşe dalaverelerine dahil oldular, fakat paşam bir türlü bunun pundunu bulamadı. Bu kabiliyetsizliği az kaldı aile politikasını da bozuyordu. Çünkü kızlarıyla büyük hanım, kendisini açıktan açığa mıymıntılıkla itham ettiler. Paşada ne kabahat var? Her iş sık sık şeklini değiştiriyordu. O da ne yapacağını şaşırdı. Hakiki ticaretin hiç ehli değildi. Aczini bilmek de bir meziyettir. Paşa bu hallerle bocalarken, evdeki itibarı azaldıkça azaldı. Zavallı paşa hanımlara yaranmak için her şeyi yapıyor, kuyudan su çekiyor, bahçe suluyor, sebzevat ayıklıyor, yine makbul olamıyordu. Paşa, kendisini görenler tanımayacak kadar zayıflamıştı. O kuruluğa bir de karalık ârız oldu<ref>ortaya çıkmak</ref>. Şimdi paşa eski ölçüsüne göre yapılan elbiselerinin içinde yabancı bir iskelet gibi kalmıştı. Evvela yakalık ve boyunbağını defetti. Sonra da yakın yerlere, bakkala çakkala, mahalle kahvesine entari ve hırka ile gider ve soranlara "Artık derviş olduk", derdi...
Mütareke, müsâlâha<ref>barış anlaşması</ref>, derken işler bütün bütün değişti... Her geçen günle beraber yeni bir şekle giriyorduk. Yine herkesin lisanı kökünden döndü.
:— Kahrolsunlar, kaçmışlar, yahu neler oluyormuş da ruhumuz duymuyormuş. Oh olsun... Oh olsun... Eden elbet bulur, tıksınlar haini, assınlar katili, hamiyeti varsa artık çekilsin... Onu da bir adam zannettikti yahu. Sen kasavet etme birader, yine bu öksüz milleti yine bir mucize kurtarır...filan derken Bekirağa Bölüğü dolup dolup boşalıyor, katiller, kanlılar bacadan kaçıyor, kaçıyordu... Ama, şimdi ma-hüvelhakkını<ref>gerçek olan</ref> söylemeli. Mağdurlar da bucak bucak aranıyordu ya... (!) Hele şu cilve-i kadere bak. Meğer devlet kuşu yakınlara gelmiş de haberimiz yok.
<center>🙝🙟</center>
Bir sabah çarşı boyuna erken inenler, Câbir Paşa'yı senelerce sandık içinde durmadan açılmaz buruşukluklar peydâ etmiş, formaları kararmış, saltanat devirlerinin yadigarı olan paşalık esvabının içinde buldular. Şişmanlık günlerinin hatırasını saklayan bu esvabı paşa giymemiş, belki de içine düşmüştü. Hele seyf-i mücellâsını<ref>parlak kılıç</ref> beline dolayan sırmalı kayışın hâsıl ettiği buruşukluklarla, bir insandan ziyade, bostan korkuluğuna benziyordu. O, bu halden bîhaber, yalnız öne doğru birkaç derece meyleden vücudunu doğrultmaya gayret ederek arada sırada boyalı bıyıklarına çeki düzen vererek, mehâbet-i askeriyesine<ref>askerlik heybeti</ref> yakışan bir gururla tren yoluna doğru ilerliyordu.
Eskisi gibi sağdan sola selamlar saçıyor ve mukabilini de bekliyordu. Meğer hakkı da varmış. Hakikat bu geçiş, her günkü geçişlere benzemedi, herkes iki keçeli ayağa kalktı, adeta küçük bir merasim oldu. Paşa içinden: "Ah fırsat düşkünleri, ah!" diyordu. Bak, bak, her gün bir omuz silkmekle geçen aşinalar şimdi kandillli temennâlarla yerlere kadar eğilerek:
:— Efendim memuriyet-i cedîdenizde<ref>yeni memuriyet</ref> muvaffakiyetler temenni eder ve arz-ı tebrikat ederim. İrfan-ı âlînizi ihmal edenler cihana maskara oldular paşam...
gibi yağlı ballı hulûslar savurarak geçip gidiyorlardı. Bunlar arasında yalnız biri fikrini değiştirmemişti. Tam paşa trene ayağını atacağı sırada yine en son sözü o, Takunyalı Fitnat söyledi:
:— Yürü bakkallar paşası, yürü... Yuf borusu seni bekliyor...
{{KM-Osmanlı İmparatorluğu}}
==Dipnotlar==
{{sayfa başı}}
{{Dipnot|3}}
[[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]]
1q9mpp4ql6dijld3wxva9g2u6wctzlk
İlk Namaz
0
7650
151670
140778
2022-08-11T13:24:05Z
Kwamikagami
19579
wikitext
text/x-wiki
{{eser başlığı
| önceki =
| sonraki =
| başlık = İlk Namaz
| bölüm =
| eser sahibi = Ömer Seyfettin
| notlar =
}}
<small><div style=" text-align:right;">1 Aralık 1320</div></small>
Oh, bu sabah ne kadar soğuktu, yatağımın hararetlerini terk ettiğim vakit, çılgın fırtınalarla haykırarak, tehditkâr rüzgarlarla camları döğerek, geçen gecenin bütün bürûdetini massetmiş olan soğuk terliklere çıplak ayaklarımı sokunca, içimde bakıyye-i leyl bir üşümenin titrediğini hissettim. Hizmetçim tabii ki uyuyordu, onu bu yakıcı soğukta sıcak yatağından kaldırmaya acırdım. Odamın kapısını açtım. Dışarıda kesici ve parçalayıcı kışın, müfteris soğukları yüzümü ve ellerimi tokatladılar. Bu merhametsiz tokatların altında kollarımı sıvadım. Abdestimi aldım. Odama dönünce yalancı bir sıcaklık, bir nefes-i teselli gibi, havlunun altından kollarıma, yüzüme, ıslanmış saçlarıma temas ediyordu. Daha fecr-i sâdık uyanmamıştı. Fecr-i kâzibin donuk, kırmızı sükuneti gecenin serâdik-i zalâm-ı bâridini parçalayarak büyüyor ve genişliyordu. Pencereye dayandım. Önümde, zîr-i pâyimdeki bütün evler, ebedî bir uykunun uyanılmaz kabuslarını itmâm ediyor gibi câmid ve bî-hayat duruyorlardı. Deniz, nâmahdut bir incimâd-ı laciverdi ile uyuyor ve fecrin zâil gölgeleriyle titreyen uzak ve sisli sahillere beyaz dalgalarıyla nihayetsiz bir hatt-ı fasıl çiziyordu.
Evlerin arasında fakir ve nâçiz, fakat bir azamet-i maneviye ile semaya doğru yükselen Eski Cami'in küçük ve ihtiyar minaresi daha boştu. Sonra... Bu dakika-i ezeliyette, bütün o intihâ-i leyâl sincâbî zulmetler, mâî bir şeffafiyet-i sürh gibi takattur ederken, minarenin şerefesinde genç müezzin zıll-ı zâifi hareket etti. Ben hırkama bütün bütün büründüm. Soğuktan büzülmüş ve mütefekkir, bu kainat-ı melul ve esmere karşı unutulmaz bir hitab-ı ulûhiyetin hâtırası gibi derinden akis ve ruhumu lerze-rîz-i haşyet eden ezanı dinlerken, onbeş senedir kalkabildiğim bu büyük ve meşbû-ı ruhaniyet sabahların birincisini düşünüyordum. Ah, onbeş sene evvel...
<center>🙝🙟</center>
Şimdi muhit-i tesellisinden ne kadar uzak bulunduğum annem, dünyada en sevdiğim, dünyada yegane prestiş ettiğim bu vücud-ı muhterem, işte derhatır ediyorum, onbeş sene evvel beni ilk sabah namazına kaldırmış idi. Galiba yine böyle bir kıştı. Onun odasına bitişik olan küçük odamdaki küçük karyolamda uyurken bir buse-i esir u hâr gibi alnımı okşayan nazik eliyle, nazik ince parmaklarıyla saçlarımı tarayarak:
:— Haydi Ömer'ciğim kalk, demişti, kalk, haydi yavrucuğum.
Ben gözlerimi açmıştım. Köşedeki küçük yazıhânemin üzerindeki yanan küçük gece kandili —an, bunu unutamam, bu bir kedi kafası idi— iki pencereli olan odamın beyaz, muşamba perdelerinin esmerliklerini aydınlatıyor ve yeşil camdan gözleriyle bakıyordu.
:— Fakat anneciğim, demiştim, daha gece...
Her vakit öptüğü yerden, sol kaşımın ucundan tekrar öperek:
:— Yok yavrucuğum, saat oniki, sonra vakit geçer...
Diye koltuklarımdan tutarak kaldırdı. İçi fanileli küçük terliklerimi giyerek ve gözlerimi yumruklarımla uğuşturarak onu takibettim. Karanlık sofadan bir lahzada geçerek odasına girdik. Bağdaş kurmuş bir zenciye benzeyen siyah ve alçak soba gürüldeyerek yanıyordu.
:— Aa... Pervin de kalkmış...
Pervin —hizmetçimizdi— elindeki sarı güğümü sobanın üzerinden indiriyordu. Onun kalkacağına hiç ihtimal veremezdim. Annem demişti ki:
:— Pervin her sabah kalkar.
Ben hiç kalkmadığım halde onun her sabah kalkmasına taaccüp ettim. Hırkamı çıkardılar, kollarımı sıvadılar, abdest leğeninin yanına çömeldim. Anneciğim:
:— Öyle yorulursun.
Diye küçük bir iskemleyi altıma koydu, ona oturdum:
:— Haydi, besmele çek!..
Pervin ılık suyu ellerime döküyor, annem baş ucumda.
:— Yüzünü... Kollarını, yine üç defa...
Diye fısıldıyor, unuttukça:
:— Aa, hani başına mesh?
Gibi ihtarlarla yanlışlarımı bana tekrar ettiriyordu. Abdest bitince annemle beraber yavaş bir sesle namaz duâlarını okuyarak kollarımı ve yüzümü kuruladık, Pervin de ayaklarımı kuruladı. Ve çoraplarımı giydirdi. Isınmak için sobanın önüne gitmiştim. Arkama dönünce, annemi, arakiye seccadeyi açıyor gördüm... Sonra başına yeşil baş örtüsünü örterek beni çağırmıştı:
:— Gel...
Gittim. Küçücük ben, onunla bir seccadede, bir yavru samimiyet ve saadetiyle o muazzez, hassas anne vücudunun yanında durdum. İki lakırdı ile, bana, yapacağımı, evvelden öğrettiklerini tekrar etti:
:— İki rekât sünnet... Gece öğrendiklerini zammet, unutmadın ya?
:— Hayır...
:— Haydi...
O, iftitah tekbirini ellerini omuzlarına kaldırarak kadın gibi yaparken, ben de gayr-i ihtiyarî onu taklit etmiştim. Sünneti bitirdikten sonra, bana, gözlerinin nûşin ve nafiz bir tebessümü ile gülerek:
:— Yavrum, demişti, sen kadın mısın? Kadınlar öyle başlar, sen erkeksin, ellerini kulaklarına götüreceksin.
Ve hararetli elleriyle benim küçük ellerimi kulaklarıma kaldırarak:
:— İşte böyle...
Diyerek erkek iftitahını öğretti. Ben de tekbiri öyle alıp annemden farkımı, niçin erkek olduğumu, erkekliğin ne olduğunu, erkek olmanın yalnız küçük kızları dövmek ve onlara hâkim olmaktan başka da farkları olacağını düşünerek namazı bitirdim.
Duâ ederken sordum ki:
:— Nasıl duâ edeceğim anne?
O duâ ediyor ve dudakları hareket ettikçe baş örtüsü de ihtizâz eder gibi oluyordu. Başını salladı, duâsını bitirdikten sonra, daha hâlâ hatırımda:
:— Evvela İslam olduğum için ey cenâb-ı vâcibül-vücut hazretleri sana hamd ederim, de... Sonra vatanımızın düşmanlarını perişan etmeni senden istirham ederim, de... Sonra da bütün eziyet çeken, hasta olan, felakette bulunan, fakir olan Müslümanların selamet ve sıhhatlerini senden temeni ederim, de... Kendin için, kendi iyi olman ve şeytanın yalanlarına aldanmaman için duâ et!
Demişti. Ben bu basit ve Türkçe duâyı, annemin dolabındaki birbiri üstüne duran ve karıştırmaklığım "duâ kitaplarıdır, sakın ilişme!" ihtarı ile daima men olunan, yıpranmış, Arapça, ve esreli üstünlü kitapları derhatır ederek içimden söyledim, fâtiha...
Annem seccadeyi toplayarak bana uyuyup uyumayacağımı sordu, uykum var mıydı? Bunu bilmiyordum... Cevap vermedim.
:— Haydi öyleyse, git kitabını getir, dersini dinleyelim.
:— Peki.
Artık esmer ve duman gibi bir aydınlıkla tenevvür eden sofadan hızla geçtim. Odamın perdeleri biraz beyazlaşmış, küçük gece kandilinin yeşil gözleri sönerek siyah iki nokta gibi kalmış; sanki, geceleri kendisine bakarak uyuduğum bu kedi kafası ölmüş, terk-i hayat etmişti. Yazıhânemin üstünde açık duran kitabımı kaptım, annemin yanına koştum, hiç yanlışım çıkmadı. Annem geceleri derdi ki:
:— Yatmazdan evvel dersini üç defa oku, yavrum, uyurken melâikeler sana onu öğretir.
O melâikeler bu gece de, uykumda bana dersimi öğretmişlerdi. Annem müşfik aferinlerle saçlarımı okşadı. Ve:
:— Daha mektebe çok vakit var.
Diye beni kendi yatağına yatırdı. Uykum yoktu, anneme bakıyordum. Yeşil baş örtüsü başında, bu zulmet-i münevvere içinde, bir hayal gibi hareket ederek Kur'an'ını aldı ve pencerenin kenarına, geniş sedire oturarak mühtez ve rakik sesi ile tilâvete başladı. Ruhumda bir aks-i enîn-i şiir âlûd bırakan bu güzel sesi dinleyerek... Büyük, yeşil baş örtüsünün altında, tıpkı ölen bir hemşireme benzeyen güzel ve âsım çehresini görerek... Ve yavaş yavaş sallanan başının aheng-i hafif-i münâcâtını seyrederek dalıyordum. Perdelerin altından görülen dumanlı sema gittikçe aydınlanıyor, geç kalmış birkaç yıldız koyu lacivert bir atlasa düşmüş mâî ve nadide elmaslar gibi parlıyor, vâpesîn-i mâî neşrederek parlıyorlardı. Annemi bir meleğe benzetiyordum. Bu tahayyülle melâikeleri düşünerek... Kur'an okuyan annemin şimdi etrafına toplanmaları gereken melâikeleri müşahede ediyorum zannederek dalıyordum. Yüzümün üstünde, ahirette güller bitecek ve cehenneme girecek olursam katiyyen yanmayacak olan sol kaşımın ucunda tatlı bir ürperme duyuyor, sonra annemin münevver bir zambak aydınlığıyla parlayan dudaklarının kımıldamasına bakarak.... O görülemeyen melâike kanatlarının saçlarıma, annemin şimdi Kur'an tutan ince parmaklarıyla okşadığı sarı ve çok saçlarıma dokunduklarını hisseder gibi oluyor ve dalıyordum.
<center>🙝🙟</center>
Ah, onbeş sene evvelki sabâvet ve şimdiki ben... Tatsız, neşvesiz, muhabbetsiz, aşksız ve heyecansız, her şeysiz, boş bir hiçten daha boş geçen hayat-ı serâyı taabâlûd... Şimdi mülevves emelleriyle, hırslarla, hakikatte kıymetsiz olan baîdül-vusul arzularla, hâsılı bütün bunların bir icmal-i mebhûtu olan o sebepsiz ve tahammülsüz bîkararlılıklarla mecruh olan ruhum, mecruh olan kalbim ve maneviyatım... Şimdi, daha bu gece görülmüş gibi, onbeş saniye evvel görülmüş ruhanî ve bir rüyayı kıymetdar gibi saadetleri unutulamayan ve zaten velveleli ve hüsranhîz bir rüya olan bu ömr-i fâni içinde yalnız kabus olmayan sabâvet ve hâtıratı... Şimdi düşünüyorum ki, hayatta bu muztar ve şefkatsiz mâzilerin güzâriş-i ademinden mütehassıl ne garip bir hiçlik, ne zevalperver ve pür hayal bir beyhudelik, ne müphem, ne esrar âlûd bir sürat var!...
[[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]]
g9jmph1tczn18ks8c4ups6mfxz1zyyd
Kurumuş Ağaçlar
0
7652
151669
140780
2022-08-11T13:23:32Z
Kwamikagami
19579
wikitext
text/x-wiki
{{eser başlığı
| önceki =
| sonraki =
| başlık = Kurumuş Ağaçlar
| bölüm =
| eser sahibi = Ömer Seyfettin
| notlar =
}}
Deli Murat, memleketin en azılı bir derebeyi idi! Fakat yaşlandıkça aklı başına geldi. İyinin, kötünün farkına varmaya başladı. Artık en küçük bir fenalık bile onun vicdanında sönmez bir azap cehennemi tutuşturuyordu. Elli yaşına girmişti. Hacca gitmek niyetindeydi. Lâkin hangi yüzle?.. Uzun kış geceleri, vahşî bir saraya benzeyen kulesinin tenha odasında, ocağın alevlerine dalarak yaptıklarını düşünürdü. Tam otuz sene... Etmediği kalmamıştı. Soyduğu kervanları, kaldırdığı kızları, vurduğu postaları, yaktığı köyleri, yıktığı hanları, bastığı şehirleri hep birden hatırladı. Hele öldürdüğü insanlar... Bunları unutabilmek imkanı yoktu. Vâkıa çoğunu kendi nefsini kurtarmak için öldürmüştü. Fakat ne olursa olsun, yine kandı! Evet, kırk kan!...
Bir gece sabaha kadar uyuyamadı. Daha şafak sökmeden atlarını hazırlattı. Kasabaya doludizgin koştu. Sabah namazını henüz bitiren Karababa'yı seccadesinde buldu. Bu Şeyh, devrinin en büyük erenlerindendi. Tekkesi ümitsizlerin mâbediydi. Deli Murat'ı görünce gülümsedi:
:— Hoş geldin. Seni bekliyordum, dedi.
:— Beni mi?
:— Evet.
:— Niçin?
:— Hacca gitmek istiyorsun, değil mi?
:— ....
Deli Murat, bu her şeyi bilen, her şeyi gören, gaipten haberdar, mübarek ihtiyarın eline sarıldı. Öptü:
:— Fakat yüzüm yok, babacığım, dedi.
:— Allah her şeyi affeder.
:— Benim kabahatim çok. Günahlarım çok büyük...
:— ......
Seccadenin kenarına diz çöktü. Ağlaya ağlaya mazisini anlattı. Bunlar hatırında durdukça, peygamberin mezarına yüz sürmeye cesaret edemeyecekti.
Karababa:
:— Senin kırk kanın var! Dedi.
:— Evet.
:— Allah bunları bile affeder.
:— Nasıl?
:— Ya ölüme lâyık bir adamı vurursun...
Deli Murat:
:— Aman aman, diye haykırdı, ben artık adam öldüremem!
Karababa:
:— Yahut da, büyük bir menzil açar, geleni geçeni fakir, zengin ayırt etmeden doyurursun. Hepsinin gönlünü hoş edersin! Dedi.
Deli Murat, bu ikinci kefareti muvafık buldu. Parasının sayısını bilmezdi. Bir menzil değil, on menzil açabilirdi.
:— Pekala babacığım, dedi, yarından sonra menzil açıktır. Fakat kanlarımın affolunup olunmadığını nereden bileyim?
:— Bilip de ne yapacaksın?
:— Hacca gideceğim.
Karababa bir an düşündü:
:— Menzilin iç bahçesine kurumuş ağaçlar dik... Dedi.
:— Kurumuş ağaçlar mı?
:— Evet, bunlar yeşerip çiçek açınca, kanların affedilmiş, kefaretin kabul olunmuştur.
:— Hiç kurumuş ağaç yeşerir, çiçer açar mı?
:— Açar.
:— !...
<center>🙝🙟</center>
Deli Murat'ın vahşî bir saraya benzeyen kulesi geniş ovaya inen yolun üstünde idi. Yedi ülke yolcuları önünden geçmeye mecburdu. Burasını hemen menzil haline koydu. Her odaya bir sofra kurdu. Günde yirmi kazan kaynıyordu. Ekmeğinden, etinden, pilavından yedirmeden kimseyi geçirtmezdi. İç bahçeye de Karababa'nın dediği gibi kurumuş ağaçlar diktirdi. Her gün bunları yokluyordu. Aradan bir sene, iki sene, üç sene geçti. Kurumuş ağaçlar yeşermek şöyle dursun, hatta çürümeye, kurtlanmaya yüz tutmuştu. Her gün yine kazanlar kaynıyor, yaz, kış hayrat devam ediyordu. Deli Murat'ın içine şüphe girdi: "Budala mıyım? Hiç kurumuş tahtalar çiçek açar mı? Karababa beni daima hayrat yapayım diye böyle aldatmış olmalı!" Diyordu. Gündüzleri menzilin önündeki çardağa oturur, uşakların, yolcuları nasıl ağırladıklarına nezaret ederdi. Karnı tok olanlara bile mutlaka aşından bir yudum tattırırdı. Bir gün bu çardakta kefaretinin kabul olunup hacca gidebileceğini düşünürken daldı. Tatlı bir rüya görmeye başladı. Bir devenin üstünde, tek başına, çöl ortasında gidiyordu. Deve birdenbire durdu. Deli Murat uğraşıyor, bir türlü yürütemiyordu. Nihayet deve silkindi. Murat kumlara yuvarlandı. Gözlerini açıp, "Hayırdır inşallah!" derken, uşaklarının yol üstünde bir atlı ile uğraştıklarını gördü. Dikkat etti. Bu adam atından inmiyor:
:— Bırakın beni! Acele işim var. Duramam! Bırakın... İnmem...
Diyordu. Uşaklar zorluyorlar, "İn, bir yudum çorba iç. Sonra git, seni bırakırsak, ağa bize darılır."
diye yalvarıyorlardı.
Deli Murat doğruldu. Kendisi de inmesi için atlıya ricaya gidecekti. Kalktı. Tam yola doğru yürürken yolcu atını şaha kaldırmış, uşakların elinden kurtulmuştu. Deli Murat'ın inat damarı tuttu. İçinden, "Ulan, ben sana mutlaka aşımdan tattıracağım!" dedi. Belinden tabancasını çıkardı. Havada uçan serçe kuşlarını nişan almadan vurabilirdi. Yolcunun hızla uzaklaşan atına güzel bir nişan aldı. "Hayvan ölünce gidemez. Çorbayı içer. Ben ona en iyi atlarımdan birini hediye ederim, memnun olur..." diyordu. Tetiği çekti. Fakat at durmadı. Bilakis dörtnala kalktı. Üzerindeki adam yere düşmüştü. Uşaklarıyla beraber bu yolcunun imdadına koştu. Bir de ne görsün? Meğerse ata attığı kurşun, zavallı sahibinin ensesinden girip alnından çıkmamış mı? Yüzünden taze kanlar sızıyordu. Az buçuk daha kendini kaybedecekti. İşte kırk kanını Allah'a affettirmeye çalışırken kazara, elinden yeni bir kan daha çıkmıştı. Ağlamaya başladı. Teessürü o kadar müthişti ki... Uşakları ürktü. "Bırakın, kendimi öldüreceğim. Artık dünya bana haram olsun!" diye haykırıyordu. Elinden tabancasını zorla kaptılar. Teskin etmek için menzildeki odasına götürüyorlardı. İç bahçeye girince birdenbire:
:— Ah!... diye haykırdı, Bakınız bakınız!...
:— ....
Kurumuş ağaçların hepsi aniden ilkbahar bademleri gibi çiçek açmıştı. Bu mucize herkesi şaşırttı. Deli Murat, sevincinden bu bir anda yeşermiş ağaçların diplerini öpüyor, gözlerinden saadet yaşları akıyordu. İşte artık günahları, kırk kanın günahı affedilmişti. Demek kaza ile vurduğu adam ölüme lâyık bir günahkârdı! Bunun kim olduğunu tahkik etti. Menzilde hazır bulunan yolcuların hepsi tanıyorlar:
:— Dünyada bunun kadar iyi adam yoktu. Allah rahmet eylesin...
Diye acıyorlardı. Fakat Deli Murat:
:— Hayır, hayır, dedi, bu adam ölüme lâyık bir günahkârmış!...
Tanıyanlar tekrar reddettiler:
:— Hayır, mübarek bir adamdı! Hemşerilerinden kimseye fenalık etmedi. Beş vakit namaz kıldı. Üç ay oruç tuttu. Fakire, fukaraya baktı. Öksüzler büyüttü...
:— Hayır, hayır, dedi, bu adam ölüme lâyık bir günahkârmış!...
Ama cesedin başında herkes iyiliğine dair şehâdette ısrar ediyordu. Nihayet Deli Murat:
:— O halde, bu adam şimdi gayet büyük bir günah işlemeye gidiyormuş!
Dedi. Uşaklarına ölünün üzerini aramalarını emretti. Küçük bir mektuptan başka bir şey bulamadılar. Bu mektup, genç ve namuslu bir kadının aleyhinde yazılmış, kocasına gönderiliyordu.
[[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]]
gvigpd4vltuhoouedzna6wj63dhh0tg
Namus
0
7654
151671
140781
2022-08-11T13:24:15Z
Kwamikagami
19579
wikitext
text/x-wiki
{{eser başlığı
| önceki =
| sonraki =
| başlık = Namus
| bölüm =
| eser sahibi = Ömer Seyfettin
| notlar =
}}
Daha geceydi. Çobanyıldızı derinlerden dünya üzerindeki uyumuş sürülere bakan tek bir göz gibi parlıyor, koyu karanlıklara mavi bir ışık akıtıyordu. Hapishanenin ağır, demir kapısı acı bir küfür gürültüsü ile açıldı. Jandarmalar, elleri arkasına bağlanmış zayıf, cılız, ürkek bir adamı dışarı çıkardılar. Siyah arabanın dar kapısından sokmak için kollarından yukarı kaldırıyorlardı. Elleri bağlı adam sağındaki sakallı jandarmaya döndü:
:— Nereye gidiyoruz be ağam? diye sordu.
:— Bilmiyor musun?
:— Bilmiyorum be...
:— Deminden imam efendi sana ne dedi?
:— "Lala, ala..." diye bir şeyler söyledi. Ben "Ne diyorsun?" dedim. "Benim dediğimi söyle!" dedi. Ben de onun dediğini anlamadan söyledim.
:— Öyleyse çok iyi ettin! cevabını veren jandarma, mahkûmu arabanın içine tıktı. Kendi de yanına girdi. Dışarıda kalan genç jandarma üstlerinden kapıyı kilitledi. Mavi alacakaranlığın içinde kamçı sesi, atların nal tıkırtıları, demir tekerlek gürültüleri işitildi.
Penceresiz arabanın içi tıpkı bir kutu gibiydi. Köşesinde küçük bir fener, sarı, ziyasıyla cidarlardaki gölgeleri titretiyordu. Mahkûm susmuyordu.
Tüfeğini yanına dayayan sakallı jandarma, tabakasından bir cigara sarıyordu. Güldü:
:— Yarım saat sonra ısınırsın! diye başını salladı.
Konuşmaya başladılar. Bozuk kaldırımların sarsıntısı ha bire sözlerini kesiyor, ikiye bölüyordu:
:— Hamama mı gidiyoruz?
:— Hamama ama senin bildiğin hamam değil...
:— Nasıl?..
:— Sabunu var, suyu yok...
:— Benim abdestim var be ağam, niye beni hamama götürüyorsunuz?
:— Abdestini bozdurmak için!
Mahkûm, jandarmanın alayından bir şey anlamıyordu. Sustu. O susunca, jandarma sormaya başladı:
:— Ulan senin kabahatin neydi?
Mahkûm, yarasına dokunulmuş bir adam gibi haykırdı:
:— Namus, bre ağam, namus, namus, namus!
Yerinden kalkıyor, çırpınıyordu. Bu namus heyecanı jandarmanın canını sıktı:
:— Ulan, Çingene'de namus olur mu? dedi.
:— Neye olmasın ağam, Çingene insan değil mi?
:— Karını başkasıyla mı yakaladın?
:— Hayır.
:— Kızını mı yakaladın?
:— Hayır.
:— Öyleyse niçin "namus, namus" diye bağırıp yırtınırsın. Ne oldu ki bakayım?..
Mahkûm Çingene, felaketini hatırladı. Sarardı. Dudakları titriyordu. Hikâyesini anlattı:
:— Bir akşam dereye, yıkanmaya gitmiştim. Biraz geç kaldım. Çergeye döndüm. Ah namus, bre namus!..Bir de ne göreyim?..
:— Ne gördün?
:— Ah namus bre! Namus ağam.
:— Söyle canım, her vakit gördüğün bir şey olacak!
:— Hayır.
:— Ya ne gördün?..
:— Karım, kız kardeşim, anam,halam, küçük kızlarım, yengem taplanmışlar. Bir şeye bakıyorlar, hem gülüyorlar.
Jandarma bunu pek merak etti. Cigarasını ağzından çekti:
:— Neye bakıyorlardı?
Çingene tekrar "namus bre, namus" diye kafasını arabanın cidarına çarptı:
:— Bizim çomara Hasan'ın sarı erkek köpeği yapışmış. İçeri almışlar, seyrediyorlardı.
Jandarma gülmekten katılıyordu:
:— Ey, sonra?..
:— Birdenbire hiddetlendim. "Sizin hiç utanmanız, arlanmanız yok mu?" dedim. Elime çotranın yanındaki bir balta geçti...
:— Ey?..
:— Hepsinin kafasına ayrı ayrı indirdim. Çomarı da ikiye böldüm. Hiçbiri kaçamadı. Hepsini geberttim. !!!!
Jandarmanın cigarası parmaklarından düşmüştü. Çingene "namus bire, namus!" diye dövünüyor, araba daha ziyade sarsılıyor, daha ziyade takırdıyordu. Jandarma, karşısındaki sıska, kirli suratlı, pis herife bakarak yüreğinin çarptığını duyuyor, gayr-i ihtiyarî memleketinde Hıdırellez günleri yaptıkları eşek bayramını hatırlıyor, kendi namussuzluğuna şükrediyordu. Evet, bu Çingene gibi içlerinde bir iki namuslu adam olsaydı, bütün kasaba halkını, Hıdırellez günü yaylada kılıçtan geçirmek icap edecekti.
<center>🙝🙟</center>
Araba, katilin dokuz insanı baltayla kestiği yerde durdu. Burası bir şose kenarıydı. Küçük kapının kilidini açtılar. Önde elleri bağlı Çingene, arkadan sakallı jandarma indi. Müddeiumumi<ref>savcı</ref>, komiser, hâkim filan hepsi daha evvel gelmişlerdi. Arabalar bir katar gibi birbiri arkasına dizilmiş, yol boyunda duruyordu. Ortalık tamamıyla ağarmış, çobanyıldızı sönmüştü. Komiserle gelen jandarmalar, bir iskemleye binmişler, gülüşerek darağacının ipini sabunluyorlardı. Çingene, bu manzarayı görür görmez, gölgesinden ürkmüş bir Arap atı gibi şahlandı:
:— Ay, beni asacak mısınız? diye haykırdı.
Kimse cevap vermedi. Herkes önüne bakıyordu. Komiser, elindeki yaftayı katilin boynuna geçirmek için ilerledi. Namus uğrunda şehit olacak bu bîçareye karşı herkesin kalbinde sanki gizli bir muhabbet, gizli bir hürmet vardı! Hele beyaz sakallı hâkimin gözlerinden şıpır şıpır yaşlar damlıyordu. O, kırk senelik memuriyeti esnasında bu verdiği hüküm kadar ağır hiçbir vicdan azabı duymamıştı. Evet, Çingene, mingene... Fakat ne büyük bir namus telakki<ref>anlayış</ref> siydi! Evet, ne büyük bir namus taassubu!.. Ama kanun... İşte o affetmiyordu. Ah, yoksa bizde ``jüri´´ usulü olsaydı, hemen bu dokuz canı birden alan Azrail'den müthiş katili beraat ettirecekti. Gayr-i ihtiyarî komiserin önüne geçti. Acaba bu kadar yüksek bir namus niyetiyle yaşayan bir insanın ölmezden bir dakika evvelki son arzusu ne olabilirdi?..
:— Biraz dur! dedi.
Şaşırmış Çingene'ye hıçkıra hıçkıra yaklaştı. Dizleri, elleri, dudakları titriyordu.
:— Allah kusurunu affetsin! diye söze başladı. Ben senin haklı olduğunu biliyorum. Ama ne yapalım? Başımız şeriata, kanuna bağlı! Dünyada son arzun ne? Bana söyle. Ne olsa yapacağım oğlum!
Çingene, hâlâ sabunlanan ipe baktı. Sonra gözü yaşlı ihtiyar hâkime döndü:
:— Ne arzum olacak? Ne olsa sizin gibi namertler yapmazlar, dedi.
Hâkim elini kaldırdı:
:— Vallahi, billahi, ne istersen yapacağım! Canımı istersen vereceğim! Söyle oğlum.
:— Söylemem, yapmazsın.
:— Yaparım.
:— Yapmazsın. Hepiniz yalancısınız. İnsanı aldatırsınız!..
:— Aldatmam. Yaparım diyorum, evladım.
:— Yapmazsın hâkim efendi. İşte bütün buradakiler şahit olsun, yapmazsın!..
Hâkim, kendine bakan memurlara, polislere, jandarmalara bir göz gezdirdi. Vaadini katiyetle tekrarladı:
:— Bunlar şahit olsun, Allah şahit olsun, yapacağım!..
Ağzında zaptettiği hıçkırıklardan boğulacakmış gibi başını göğe kaldırıyordu. Doğru söylediği sesin azametinden, tavrının heybetinden, heyecanının ulviyetinden belliydi. Çingene biraz ferahlar gibi oldu. Gözleri parladı. Yutkundu. Heyet baştan aşağı kulak kesilmişti. Yaklaşan siyah ölümün soğukluğu hepsini sanki dondurmuş, taş kesmişti. Çingene öksürdü:
:— Pekâlâ, hâkim efendi, dedi, senden istediğim şu: Hüsmen'in sarı köpeğini buldur, gözlerinin önünde iğdiş yaptır. Herkesin ırzı, namusu kurtulsun.
Hâkim, şaşkın şaşkın yüzüne bakarken, mahkûm susmuyor: "Namus, bre namus!.. Yaptırmazsan ahrette iki elim yakanda kalsın!" diye jandarmaların kolları arasında çırpınıyordu.
==Dipnotlar==
{{sayfa başı}}
{{dipnot}}
[[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]]
kuc50ajq2372up9ug40huwlapth3qqw
Korkunç Bir Ceza
0
8151
151673
140821
2022-08-11T13:25:10Z
Kwamikagami
19579
wikitext
text/x-wiki
{{eser başlığı
| önceki =
| sonraki =
| başlık = Korkunç Bir Ceza
| bölüm =
| eser sahibi = Ömer Seyfettin
| notlar =
}}
Hasan Ağa, başka hemşerileri gibi yapmamış, İstanbul'a karısıyla beraber gelmişti. Para kazanmak iyi şeydi ama, bekarlığa can dayanmıyordu. Senelerce bekar odalarında bir iştiha ile memlekete dönmek doğrusu akıl işi değildi. Adam, dünyaya bir defa gelirdi, gençlik de bir bahar gibiydi. Göz açıp kapamadan geçiyordu.
<center>🙝🙟</center>
Fatih'te bir ev tuttu. Açtığı helvacı dükkanı da o civarda idi. Ticareti yolunda gidiyordu. Her ay iki "beşibirarada" yaptırıyordu, karısı Gülsüm'ün kalın boynuna... Daha böyle beş bin tane "beşibirarada" olsa taşıyabilecekti. Dükkanlarının önünden geçen İstanbul hanımlarına baktıkça Gülsüm'ün kıymeti nazarında büyüyordu. İnce belli, ince boylu, ince bacaklı, ince kollu olan bu kadınlar, dar siyah çarşaflarıyla, ayağa kalkmış kır sineklerine benziyorlardı. Gülsüm'ün bir baldırı üç İstanbul hanımına değerdi. Beli değirmen taşı gibi, kalın kolları asma kabağı gibi kaskatıydı. Hele kazan kulpu kaşları... Hasan Ağa, karısının daha başka yerlerini de aklından geçirince:
:— Gözünü seveyim... diye coşar, uzun uzun gerinir, yatıp dinlenmek için hemen evine koşardı.
Bir gün hemşerileri Tavukpazarı'nda verecekleri bir ziyafete onu da davet ettiler.
:— Olmaz, gelemem! Bizim avrat yalnızdır! Dedi.
Arkadaşları ısrar ettiler. "Bir geceden ne olur. Yanına bir kişicik korsun!" dediler. Zorladılar. Nihayet dayanamadı. Razı oldu. Öğleyin eve geldi. Karısına:
:— Ben bu gece hemşerilerin ahengine gidivereceğim. Sen bir kişicik bul. Onunla yat, sakın korkma... dedi.
Çıktı, gitti.
Gülsüm daha İstanbul'a ayak bastı basalı ilk defa evde yalnız kalacaktı. İçine bir ürperme geldi. Nasıl bu gece tek başına yatacaktı? Hemen kendini sokağa attı. Bir can yoldaşı, ona "kişicik bul" demişti. Önüne rasgelene:
:— Sen kişicik misin? diye soruyordu.
Herkes gülüyordu. Galiba onu deli zannediyorlardı. İkindi oldu. Gülsüm, sokaklarda aradığı kişiciği bulamadı. Nihayet mahzun mahzun eve doğru dönerken karşıdan bir külhanbeyinin geldiğini gördü. Son bir ümitle ona da sordu:
:— Ayol, kişicik sen misin?
. . . . .
Külhanbeyi Gülsüm'ü şöyle bir süzdü. Gülerek sordu:
:— Kişiciği ne yapacaksın hanım abla?
:— Kocam bu gece ahenge gitti. Gelmeyecek. Yalnız kalıp korkmayayım diye bana da bir kişicik bulmamı söyledi.
Cevabını alınca:
:— Benim vallahi işte o kişicik, benim vallahi billahi... yeminlerini savurmaya başladı.
Gülsüm inandı.
Külhanbeyini aldı. Eve getirdi. Karnını doyurdu. Kahvesini içirdi. Yatağına yatırdı, kendisi de bu kişicağızın yanıcağızına uzandı!
<center>🙝🙟</center>
Hasan Ağa, ahenkte, hemşerilerinin yanında hiç eğlenemedi. Aklı hep evde, Gülsüm'deydi. Yanına misafir alacağı bir komşu kadın onu kandırır, ihtimal başka bir kocaya kaçırırdı. Hem iyice hatırlıyordu. Köyden çıkarken Ayan Musa:
:— Oğul! İstanbul'a avrat götürmek âdet değüldür, emme sen bu işi idiyon... Gumesin gapısı açıh galınca içeri dilki dalar... demişti.
Ya boş kalan kümese bir tilki... Düşünmekten eğlenemedi. Gece uyuyamadı.
Artık sabaha iki üç saat kalmıştı. Sabrı tükendi. Kalktı. Evinin yolunu tuttu. Daima yanında taşıdığı anahtarla yavaşça sokak kapısını açtı. Gülsüm'ün koynuna koşuyordu. Odaya girince karısıyla kıvırcık saçlı bir herifin sarmaş dolaş yattığını gördü. Kan beynine sıçradı. Avazı çıktığı kadar haykırdı. Öyle haykırdı ki, yıldırım düşmüş gibi, gök gürlemiş gibi, pencerenin camları zangır zangır titriyordu.
:— Ülen gahpe garı! Bu kim?
Gülsüm, korkusundan koynunda yatana daha beter sarılarak:
:— Ayol ne oluyon? Dedi. İşte kişicik bu imiş. Sen bana onu bul da beraber yat demedin mi?
Hasan Ağa kendine geldi. Fena dakikalarda daima bir atasözünü hatırlardı. "Öfkeyle kalkan ziyanla oturur!" Sesini yavaşlatarak tekrar sordu:
:— Ben sana erkek bir kişicik mi bul dedim. Bir dişi kişicik bulamadın mı?
:— Ben ne bileyim! Sen dişi olacağını söylemedin.
Hasan Ağa, hakkı, hakikati bütün hemşerileri gibi çok severdi. Başını salladı.
:— Senin gabahatin yoh! Domuzluh bu kişiciktedir. Ben ona göstereceğim! Dedi.
Yataktaki külhanbeyi korkusundan nefes alamıyor, kalbinin çarpıntısı odanın içinden bir duvar saati gibi işitiliyordu.
Atasözünün içten tavsiyesiyle öfkesini geçiren Hasan Ağa külhanbeyine:
:— Haydi kalk! Esvaplarını gey! Emrini verdi.
Zavallı çapkın hemen itaat etti. Bir dakikada giyindi. Saçlarını taradı. Kuşağını sardı. Fesini "yardan ayrıldımvâri" başına yerleştirdi. Hasan Ağa hâlâ yataktan çıkmayan karısına döndü:
:— Şu keratanın kunduralarını buraya getir! Dedi.
Gülsüm kunduraları getirince aldı; yatağın kenarında sessiz, solgun ayakta duran külhanbeyinin önüne gitti. Eğildi.
:— Bin ülen pezevenk! Dedi.
Külhanbeyi yine itaat etti. Hasan Ağa, külhanbeyi sırtında, odadan evin kapısından çıktı. Daha geceydi. Bekçilerle polisler sabah uykusuna dalmışlardı. Tenha sokaklardan geçti. Sırtındaki kişiciğin tirtir titrediğini duyuyordu. Aksaray'dan, Altımermer'den dolaştı. Külhanbeyi artık korkusundan titremiyor, imdat için haykıracak bir ses çıkaramıyordu. Biliyordu ki, karısıyla yattığı bu herif onu kesmeye götürüyor... Acaba ensesinden mi kesecekti? Yoksa boğazından mı? Şehadet getiriyor, tekbir çekiyordu.
Artık horozların öttüğü işitiliyordu.
Fecir, Samatya'nın üstünü mavi ile karışık pembe bir aydınlıkla parlatıyordu.
Kale kapısından dışarı çıktılar. Külhanbeyi "Acaba kesmezden evvel iki rekat namaza müsaade eder mi?" diye düşünüyordu. Hasan Ağa, elindeki kunduraları yere attı. Sırtını sarsarak:
:— İn ülen! Diye haykırdı.
Külhanbeyinin korkusundan mecali kalmamıştı. Artık elleri, ayakları tutmuyordu. Yere düştü:
:— Aman ağam, merhamet. İmanıma acı! İki rekat... Aman ağam! İmansız gitmeyeyim...
Korkunun şiddetinden zavallı külhanbeyi namaz kılmak için abdest almak, abdest almak için de bir gusül abdesti almak icap ettiğini unutuyordu. Hasan Ağa, yine bir ilkbahar göğü gibi gürledi:
:— Ülen kerata! Ne söyleyip patırtı ediyon? Sakın bir daha bizim eve gelme. İşte bu sefer seni ceza olmak üzere, Yedikule'ye kadar götürdüm. Bir daha evimde yakalarsam, vallahi billahi ta Çekmece'ye kadar götürür bırakırım... Anladun mu? Dedi.
Cevap beklemeden kuşağının arasından çıkardığı kırmızı mendille yüzünün, ensesinin terlerini silerek uzaklaştı.
Külhanbeyi bir şey anlayamamıştı.
<center>🙝🙟</center>
Fazla yorgun bir ateşle hızlı hızlı evine dönen Hasan Ağa içeri girerken "Boh!" diye karısını korkutmayı düşündü. Fakat yapılan tek bir kabahat için ayrı ayrı iki kişiyi cezalandırmak muvafık mıydı? Eve gelinceye kadar hiç öfkesi kalmadı. Hatta bir eliyle kapısının tokmağını çalarken sebebini bilmediği bir neşeyle sırıtıyor, öteki eliyle sanki çözülmüş gibi kuşağını düzeltiyordu.
[[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]]
mavtlgm2xuk88zge1xuuhv4dfa3ddqj
Dünyanın Düzeni
0
8192
151674
140825
2022-08-11T13:25:22Z
Kwamikagami
19579
wikitext
text/x-wiki
{{eser başlığı
| önceki =
| sonraki =
| başlık = Dünyanın Düzeni
| bölüm =
| eser sahibi = Ömer Seyfettin
| notlar =
}}
<div style=" text-align:right;"><small>(Bir genç kızın hatıra defterinden kopya edilmiştir.)</small> </div>
Bir ay geçmeden fikrim değişti. Amma öyle yavaş yavaş değil... Birdenbire! Bugün anneme hak veriyorum. Dünyanın düzeni bozulmayacak! Ben de her kız gibi mutlaka bir kocaya varmalıyım. Hani kesin kararım? Gülmekten katılıyorum:
:— İstemem, istemem, kocaya varmayacağım!
:— Niçin?
:— Niçinse niçin... İstemem, istemiyorum!
:— ?..
:— !..
Acaba bu densizliklerime gerçekten inanıyorlar mıydı? Deli gibi kalk, zavallı horozu öldür, sonra erkeklerin doğası, temel olarak bu hayvana benziyor diye, ölünceye kadar kocaya varmaktan vazgeç... Olur iş değil... Ben gerçekten biraz şey... Haydi neyse, söylemeyeyim!
<center>🙝🙟</center>
Fikrimin birdenbire değişmesine yine bu öldürdüğüm horozun hayali neden oldu... Önceki gece müthiş bir kabus gördüm. Kabus ile rüya arasındaki farkı bilirim. Rüyada insan serbesttir. İstediği gibi hareket edebilir. Bir dereceye kadar iradesine sahiptir. Fakat kabus! İnsan kımıldayamaz. Ağzını açamaz. Sesini çıkaramaz. Benim geçirdiğim kabus, rüyayla karışıktı. Horozu karyolamın ayak ucuna konmuş gördüm. Ağzında peynir topacı gibi bir şey tutuyordu. Dikkat ettim. Sırtına vurup öldürdüğüm taş... Bunu kaldırdı, üzerime fırlattı. Korkunç bir gürültü... Sanki bir dağ yıkıldı. Haykırmak istedim. O da mümkün değil. Horozun gözleri ateşten bir mercan gibi kıpkırmızı parlıyordu. Keskin keskin, uzun uzun öttü. Her ötüşünde titriyordum. Sonra tıpkı bir insan gibi kalın sesli, gürbüz bir savaşçı gibi, eski bir şövalye gibi bana sordu:
:— Neden beni öldürdün?
"Ben öldürmedim!" diyecektim, dilimi oynatamadım, korkudan donmuş, taş olmuştum. Fakat o benim aklımda geçen cevabı işitti.
:— İnkar etme!, dedi. İşte haberim olmadan sırtıma attığın taş! Fakat neden beni öldürdün?
Cevap veremiyordum. Karşımdaki büyüyor, büyüyor, adeta bir dev halini alıyordu. Hiddetle söylenirken oynattığı kanatları o kadar muhteşem, o kadar iriydi ki... Hemen hemen tavanı kaplıyordu. Kabarık göğsündeki parlak kıvılcımlı tüyleri, altından bir zırh gibiydi. Sivri gagasından kelimeler çıkarken sanki birer ok oluyordu. Üzerime atılacakmış gibi çırpınarak, kanatlarını çırparak laflar söylemeye başladı. Demir pençelerinin altında karyolam zangırdıyor, sanki bir zelzele her tarafı sarsıyordu.
:— Neden beni öldürdün?
:— . . . . . .
:— Susuyorsun işte, hain kız! Sen benim güzelliğimi çekemedin. Gördün ki, ben miskin tavukların hepsinden güzelim! Altın mantom var! Güneşten parlak gözlerim var! Aslandan kuvvetliyim! Kümesin beyi, efendisi, kralıyım...
Söylerken sanki insanlaşıyor, çizmeli, tuğlu, sorguçlu, miğferli bir savaşçı oluyor; bu sorguçlar, miğferler, silahlar, kalkanlar, kılıçlar eriyerek tüy, kanat, gaga, ibik, mahmuz haline giriyordu. Fakat bu gaga, bu kanatlar, bu ibik, bu mahmuzlar; kılıçlardan, kalkanlardan pek çok korkunçtu. Evet, bu güzel, gayet güzel bir ejderhaydı. Ben, hârelene hârelene karşımda değişmesine bakarken susmuyor, yine söyleniyordu:
:— ... Büyükleri küçükler, zenginleri fakirler, kuvvetlileri zayıflar, güzelleri çirkinler çekemezler. Sen de benim güzelliğimi çekemedin. Sen çirkindin, ben güzeldim.
:— Hayır, hayır, senin güzelliğinin önemi yok! Ben zavallı tavuklara ettiğin zulümlere kızdım, diye haykıracaktım. Sesim çıkmadı. Ama zihnimden geçen cevabı o yine işitti:
:— Tavuklara zulüm mü? Hay aptal kız hay!... diye tıpkı bir insan kahkahasıyla odayı çınlattı. Tavuklara zulüm ha... Bu zulüm, tavuklara lütuftur. Nimettir. Lezzettir. Onlar dövüldükçe sevinirler. Gagalandıkça neşeleri artar, benim gözlerimin önünde birbirleriyle ne kavga, ne gevezelik edebilirler. Ben olmadım mı yumurtlamayı filan bırakırlar. Hepsi iğrenç birer obur kesilirler. Bir solucan, bir böcek için onu, yirmisi boğuşmaya başlar. Ne vuran, ne döven, ne dayak yiyen, ne bulunmuş şeyi kapan bellidir. Yani bir curcuna... Ama boğazları doydu mu, yine hepsi umutsuz olur. Birer köşeye çekilir, pineklerler.
:— Fakat rahat ederler, demek istedim.
:— Rahat ne demek. Tembellik, miskinlik! Uyanık uyumak! Diriyken ölmek değil mi? Rahat, rahat! Yorgunluksuz rahat, dünyanın en ağır azabıdır. Tavuklar ben yokken değil, asıl ben varken rahat ederler.
:— Hayır, hayır... Hayır işte!, demek istedim.
Güzel ejderhanın gözleri hiddetten tekrar tutuştu, ibiğinden kırmızı alevler çıktı. Mahmuzları çatırdadı; kanatları bir şimşek gibi aydınlıklar saçarak gürledi. Sanki binlerce metreden üzerime atladı. Haykırdım. O zaman kabus bozuldu. Rüya başladı. Bu kocaman horoz saçlarımı yoluyor, üstümü başımı didik didik ediyordu. Kafamı gagasının çift uçlu bir hançer gibi deldiğini, pençelerindeki tırnakların, omuzlarıma, kaburgalarıma saplandığını duyuyordum. Kendimi karyoladan aşağı attım. Kapıya doğru kaçarken beni yine tuttu. Gagasıyla havaya kaldırdı. Tıpkı Pamuk'a yaptığı gibi yere çarptı. Boynumu halıya sürtüyordu. Haykırıyordum. Gece kandili birdenbire sönmüş, oda zifiri karanlık kesilmişti. Ateşten bir canavar gibi yalnız horoz parlıyor, altın kırmızısı alevler duvarlarda uçuşuyordu. Bağırıyordum. Beni öldürüyordu.
. . . . . . . . . . . .
Uyandığım zaman ter içindeydim. Kimbilir ne kadar çırpınmıştım... Yorgan aşağı düşmüştü. Baş yastığımın bir tanesi göğsümdeydi. Saçlarım dağılmıştı. Hele vücudum... Adeta kımıldayamıyordum. Sanki bütün kemiklerim kırılmış... Fakat ne tatlı, ne hoş, ne ruhsal bir ıstırap, Yarabbi! Bu korkunç rüyaya tekrar dönmek olasılığı olduğunu bilseydim, hemen gözlerimi kapayacaktım. Gerçekten, acının, korkunun, zulüm görmenin, dayak yemenin, gagalanmanın, didiklenmenin pek başka bir lezzeti var! Mazlumun duyduğu bir lezzet ki, zalim bunu hayalinde bile canlandıramaz... İstemeye istemeye, altüst olmuş yataktan kalktım. Aşağı inerken balkona saptım. Dirseğimi kenara dayadım, dalgın dalgın bahçenin perişan haline bakmaya başladım. Burası tamamıyla bir harabeydi. Ne zamandan beri tavuklar yumurtayı kesmişlerdi. Duvar diplerinde kötürüm gibi yatıyorlar, daha henüz sabah olduğu halde sanki uyukluyorlardı. Sebepsiz bir üzüntü, bir keder... Bir soğukluk! Bir ölüm soğukluğu! İçimden,
:— Demek eski şen hayat, eski gürültü, eski hareket hep horozdanmış, dedim.
Zihnimle beraber anılarım da açıldı. Kümesin bir aylık tarihini aklımdan geçirdim. Tavukların düzeni gerçekten bozulmuştu. Zamanla kümese girmiyorlardı. Horoz sağken dövüşmezlerdi. Şimdi birbirlerinin gözlerini oyuyorlardı. Bunlara bir baş, bir efendi, bir kral lazımdı. İşte kümes horozsuz kaldı mı, perişan oluyordu. Ben, sözde tavukları semirtmek için zavallı efendilerini öldürmüştüm. Halbuki onun zulmü, aynı lütufmuş!
Biraz semirdiler... Ama hepsi son derece arsız, yüzsüz, hırsız, tembel oldu. Yumurtlamak kalktı. Gıt gıdak sesleri kesildi, "Yarın mutlaka bir horoz bulmalıyım" diyordum. Yine dayak, gürültü, hareket başlayınca, bu sersem, bu dağınık hayvancıklar bir yere toplanacaklar; uykuyu, uyuklamayı, pineklemeyi bırakıp güzel güzel yumurtlamaya, civciv çıkarmaya koyulacaklardı. Hayat da yani mutluluk da bundan başka bir şey miydi?
:— Ne yapıyorsun orda?
. . . . . . . . . . . .
Başımı çevirdim, annem....
:— Üşüyeceksin, böyle çırçıplak! Sabah rüzgarına karşı.. dedi.
:— Şey...
:— Ne?
:— Düşünüyordum ki?
:— Ne düşünüyordun?
:— Kümesin düzenini bozmak olmayacak!
:— Ne demek bu, diye hayretle yüzüme baktı.
Açıkladım:
:— Bir horoz lazım anne! Tavuklar, işte bir aydır yumurtayı kestiler. Şu rezalete bakın, yatalak gibi uzanmışlar. Hepsinin gözleri bahçe kapısında... Yemden başka bir şey bilmiyorlar.
Annem,
:— Pekala! Babana söyler aldırırız bir tane, dedi. Ama üşüyeceksin. Çabuk haydi içeri gir, arkana bir şey al.
. . . . . . . . . . . . . . .
Arkama bir şey almak mı? Asla! Hararetten yanıyor, tutuşuyordum. Sabahki kabus beni ateş içinde bırakmıştı. Hâlâ, evet hâlâ saçlarımın dibi, alnım ter taneleriyle sırılsıklamdı. Balkondan içeri girdim. Yukarı giderken kendimi tutamadım. Anneme döndüm:
:— Yalnız kümesin düzenini değil, başka düzenleri de bozmamalı!, dedim.
Annem anlamadı. Yüzüme dikkatli dikkatli baktı.
:— . . . . . . . .
:— Dünyanın düzenini de bozmaya gelmez, diye bir kahkaha attım.
Yukarı kaçtım. Şüphesiz ne demek istediğimi anladı. Şüphesiz, arkamdan, "Deli kız! Deli kız!" diye gülümsedi. Şüphesiz, ince uzun kaşlarını yukarıya kaldırarak , ukalalık edeceği zamanlar yaptığı gibi yavaş yavaş başını salladı! Evet, dünyanın düzenini bozmaya gelmeyecek. Yani... Yani işte, işte... Horozsuz kümes, mezarlığa benziyor vesselam!
[[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]]
pc4wucevkidrfjntkdg2hfoh3gs339c
Niçin Zengin Olmamış?
0
8386
151667
140839
2022-08-11T13:23:07Z
Kwamikagami
19579
wikitext
text/x-wiki
{{eser başlığı
| önceki =
| sonraki =
| başlık = Niçin Zengin Olmamış?
| bölüm =
| eser sahibi = Ömer Seyfettin
| notlar =
}}
"Bir Sultanî mualliminin hâtırat defterinden üç dört sahîfe"
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
7 Kânun-ı sânî 1916 – Derler ki: "Tarihsiz millet mesuttur!" Ben de: "Hatırasız insan mesuttur!" diyeceğim. Beş senedir tarih okuttuğum için birçok kitapları gözden geçirmeye mecbur oldum. Rimbaud'nun, Lavisse'in eserlerini daha mektepten çıkar çıkmaz getirtmiştim. O vakitten beri tedrîcen alıştığım sahaf bezirganlığı, kütüphanemi oldukça büyüttü. Şimdi bu kitapların hemen hepsini okumuş bulunuyorum. Dikkat ettim: Tarih denilen şey felaket nakili! Saadetten hiç bahsetmiyor, yahut şöyle üstünkörü geçiyor. En sevinçli, en talihli devirlerin içinde bile bir facia, bir hıyanet, bir acı, bir zehir bulunmakta, mâhir! İnsaniyetin hatırası olan tarihteki bu hazin temâyül bizzat insanda da var. Felaketler, ıstıraplar, matemler, ruhumuzda adeta bir yara gibi derin bir iz bırakıyor. Saadetlerimiz, sevinçlerimiz, hoş günlerimiz tıpkı bir rüya hafifliğiyle eriyiveriyor, unutuluyor. İşte bu sabah, çekmecemin köşesinde, on sene evvel karalamaya başladığım bu defteri buldum. Yazdıklarıma baktım. Hiç ferah verecek bir şey yok! Kanserden ölen anneciğimin yavaş yavaş nasıl söndüğünü, zavallı, kurtarılmaz bir pençe ile inleye inleye ademe sürüklenirken, nasıl öldürücü elemler duyduğunu uzun uzadıya kaydetmiştim... Zaman, ne dehşetli bir deva! Şimdi o elemlerin binde bir zerresini duyamıyorum. Sonra dışarıya gitmiştim! Buna dair ancak iki satır! Sonra evlendim! Bunun kaydı bile yok! Çocuğum oldu. Onu da yazmamıştım. Güneş görmediği halde bilmem niçin sararan bu sahîfeleri gayr-i ihtiyârî kokladım. Keskin, bayıltıcı, hasta bir sonbahar kokusu! Ah bu eski kağıtlardan, eski kitap aralarından, unutulmuş eski defterlerden çıkan matem kokusu!
<center>🙝🙟</center>
Evet, keşke yazacak hâtıratım olmayaymış! Birbirine benzeyen muntazam, vukuatsız günler ne kadar boş! Fakat ne kadar ıstırapsız... Muharebeden sonra, bu boşluk, yani bu rahat ve sükun birdenbire bozuldu. İtiyâdımı kaybetmiş olmalıyım ki, iki senedir çektiklerimi buraya geçirmemişim. Kanaat içinde, say' içinde, ilim mefkuresinin o zevki hiçbir lezzete benzemeyen ruhanî hazzı içinde mesut yaşarken, ansızın korkunç bir maîşet girdabının karanlıklarına yuvarlanmak! Bir açlık kasırgası altında, ümitsiz bir kıtlık çölünde sürünmek, sevgililerin yavaş yavaş, şikayetsiz ölümlerini görmek! Bugün ne kadar bedbahtım! Karımın nesi var, nesi yok, sattık, yedik. Annesinin evinden getirdiği çeyizlerden bir keten havlu bile kalmadı. Yatak takımlarımız, karyolamız, benim baba yadigarı ceviz kütüphanem, hatta çocuğumun, zavallı Orhancığın arabası bile sıra ile Bitpazarı'na gitti. Maaşım onbeş lira... Annemden kalan, bana altı lira irat temin eden evi de rehine koyduk. Yediğimiz vesika ekmeği, mektepten verilen zeytinyağıyla bulgur! Karımın metanetine hayranım. Hem çocuğa, hem evin işine yetişiyor. Hiç durmadan çorap yamıyor. Eskileri bozuyor. Beni, çocuğunu giydiriyor.
:— İnşallah muharebe bitsin! Hepsi unutulur!
Diyor. Fakat, ben, bu bâdireyi öyle yakından bitecek bir halde görmüyorum. Sonumuz ne olacak? Ara sıra dışarı gitmesini düşünüyorum. Fakat oradan gelenler de açlığın daha korkunç bir şekilde olduğunu söylüyorlar. Yarının dehşetini hatırlamak zihnimi altüst ediyor. Şaşırıyorum. İşte şimdi de şaşırdım. Ne yazacağımı toplayamıyorum.
. . . . . . . . . . . . . .
<center>🙝🙟</center>
14 Kânun-ı sânî..– Bu uğursuz defteri tekrar yazmaya başlamamalıydım. Dün Orhan hastalandı. Hatır için, vizitesiz bakan komşumuz doktor yalnız süt verilmesini söyledi. Süt... Okkası yarım lira! Ne kadar kitabım varsa hepsini hamallara yüklettim. Götürdüm, sattım. Elime altmış lira kadar bir para geçti. Yirmi lirasıyla odun, kömür aldım. Soğuk pek fena.
30 Kânun-ı sânî...– Biraz düşününce anlıyorum ki, hayat artık yaşanabilecek gibi değil. Akşam potinlerimi boyatırken, boyacıya, ustasından ayda kaç kuruş aldığını sordum.
:— Yirmi lira!
Dedi. On altı yaşında bir çingene çocuğu! Ben otuz bir yaşında, naz ü naîm içinde büyümüş tarihi bir ailenin evladı. Bir karımla, bir çocuğumla onbeş lira içinde nasıl geçinebilirdim? Hoş, bu zaten mümkün değil ya. İki senedir satıp, savup, üzerine onbeş lira daha ekleyip ölümden kurtuluyoruz. Fakat bu böyle devam edemez. Bir ay sonra satacak bir şeyim de yok. Bir iş bulmalıyım. Hocalık artık bir insanı değil, bir tavuğu bile besleyemez.
16 Şubat...– On beş gündür iş arıyordum. Nihayet bir kitapçıdan sahîfesi on kuruşa tercüme buldum. O kadar sevindim ki... Her forma yüzaltmış kuruş getiriyor. Üç yüz sahîfelik bir kitaptan otuz lira alıyorum.
7 Nisan...– Her gece muntazaman, on sahîfelik tercüme etmeye alıştım, bunun için dört saat kifayet ediyor. Neyse... Hayatımız biraz iyileşir gibi oldu. Orhan sütünü içebiliyor. Semiha ile biz de birer vesika potini edinebileceğiz. Fakat her gece fasılasız çalışmak gözlerimi bitirdi. Ama bunun da kolayını bulduk. Geçen hafta göz doktorundan bir gözlük aldım.
2 Mayıs...– Dün bir arkadaşıma rastgeldim. Cenyo'da... Bu çocuk idâdîde iken kovulmuştu. Ara sıra görürdüm. Şimdi tüccar olmuş.
:— Tam, yetmişbeşbin liram var! dedi. İki ay içinde...
:— Şaka ediyorsun!
Diye güldüm.
:— Vallahi! İstediğin bankaya sor, dedi.
:— Ey, nasıl olur bu?
:— "Taraf-ı takrîb"ini bulursan çok kolay!
İçimde birdenbire hırs canlandı. İki ay içinde yetmişbeşbin lira... Her gece dört saat, ucuz olsun diye Almanlardan satın aldığım karpit lambasının başında, bir lira için nasıl terler döktüğümü hatırladım. Karşımdaki sıhhatten, candan patlayacak gibi gergindi. Elmas yüzüklü parmakları tombul tombuldu.
:— E, bu "taraf-ı takrîb" ne?
:— Topal'a çatmanın bir kolayı!
:— Topal kim?
:— Yuha... Patagonya'da mısın be mübarek! Topal'ın kim olduğunu bilmiyorsun ha!... Allah be! Tuttuğunu, bir anda milyoner yapar. Bugün bütün Türkiye elinde! Bir sözüyle yetmişbeş milyon lira birden harekete gelir.
Levazım reisinin faziletlerini, kuvvetini, iktidarını uzun uzadıya anlatmaya başladı. Hayretle dinledim. Nihayet Harbiye Nezareti'nde, İttihatçılar arasında hiçbir tanıdığım olmadığını söyledim. Bana acıdı. Fakat:
:— Meyus olma, dedi. Doğrudan doğruya Topal'a çatmaya da hacet yok. Onun adamlarından birinin adamına çatsan kâfi...
:— İşte sana çatıyorum!
Diye güldüm.
:— Yavaş gel! Diye bir kahkaha attı, ben onun yedi gömlek uzak adamlarından birinin adamıyım. Ama iş için arkadaş lazım! Senin de cebine, anafordan seksen, doksan lira düşürebilirim.
. . . . . . . . . . . . .
Günde seksen, doksan lira... Kulaklarıma inanamıyordum. Azıcık daha, bu yeni zenginin ellerine yapışacak, şapur şupur öpecektim. Birdenbire hafifledim. Zenginlik ümidi insana eter gibi birdenbire tesir ediyor.
:— Öbür gün bana gel! Ömer Âbid Hanı'nda ikinci kata, dedi.
Yarın ona gideceğim. Bana para kazandıracak. Sermayesiz para kazanmak! İşte bu dünyada aklımın en ermediği şey! Ben de birçokları gibi birdenbire zengin olacağım. Elveda artık bu sefalete! Bu köhne, siyah ahşap eve! Elveda bu tahtakurusu kolonisine! O kadar müteheyyicim ki, çayı görmeden paçayı sıvıyorum. İki gündür tercümeye devam edemedim. Ah, şu kağıt parçalarını götürüp kitapçı Acem'e: "Al, işte tercümelerini başına çal! Paran da senin olsun. Allah belanı versin!" diyebilecek miyim? Semiha halimden işkillendi.
:— Sende bir şey var, sende bir şey var!
Deyip duruyor. Niçin tercüme yapmadığımı soruyor. Başımın ağrıdığını söylüyorum. Yarın mektepte beni istedikleri kadar beklesinler! Zavallı sermuî kimbilir ne büyük bir ehemmiyetle bulunmadığım saatleri hesap ederek "kıstelyevm" yapmaya çalışacak. Budala...
<center>🙝🙟</center>
15 Eylül...– İki gün evvel Büyükada'dan geldik. Bugün de apartmanımıza yerleştik. Seneliğini yediyüzelli liraya tuttum. Fakat öyle mükemmel ki... Banyo, kalorifer, elektrik hepsi var. Altı oda, iki salon... Möblelerim için tam beşbin lira sarfettim. Yine kütüphanemi tamamlayacağım... Evet, saadet rüya gibi çabucak geçer... Bu yazı nasıl geçirdiğimi hatırlayamıyorum bile... Daha mâhut mektebi bırakmadım. Yerime bir vekil tayin ettim. Kendim de hastayım diye bir rapor aldım. Vekilime maaşımı bıraktıktan sonra, on lira da üstüne ilave ediyorum. Mektebi bıraksam askerlik tehlikesi var. Bir an gelir ki, tüccarlık insanı kurtaramaz. Şemsi, ilk ayda, bana, anafordan üçbin lira kazandırdı. Doğrusu kendisine çok müteşekkirim. Beni adam etti. Un işi yapıyoruz. Zaten bundan kârlı bir şey yok. Biraz zahireye de karışıyoruz. Şeker filan kapatıyoruz. Dört ay evvel yazdıklarımı okurken gülümsedim. Vay anasını! O sefaletlere nasıl dayanmışım! Günde yarım liraya kapalı bir dershanede beş saat kafa patlatmak! Sonra bu derece sarih bir eşekliği fazilet zannetmek! Ben, çok şükür bu pîr aşkına sürünmek faziletini kaybettim. Vâkıa şimdi bulunduğum muhit biraz adi. Fakat katiyyen ukala değil... Herkesin emeli, felsefesi, arzusu bir: Para kazanmak! Mücerredat yok! Hayal yok! Oldukça karışık bir piyasa dalaveresi var. Açıkgözlülük en büyük kuvvet... Öyle zannediyorum ki, bir seneye varmadan Şemsi'yi geçeceğim. Ah, şu muharebenin başında niçin elimden bir tutan olmadı? Biz hâlâ bugünün fakirleri sayılırız. Şimdi öyle adamlar var ki, son iki sene içnde on milyon lira kazanmışlar. Amerikalılar haltetsin! Daha muallimlik ederken arkadaşlarımdan biri bana bir kitap okutturmuştu. Fransızca ismini hatırlıyorum: "Zenginlik Elifbesi" Herif zengin olmaya bir dolardan başlıyor! Bir milyon yapmak için otuz sene geceli gündüzlü uğraşıyor. Burada bir açıkgöz için, bu milyonu, lira olarak toplamak işten bile değildir. Topal'la küçük bir ortaklık kâfi! Balkan trenleri, Anadolu hattı bir ay insan için çalışsa...
Artık bu defteri dolduracağımı ümit etmiyorum. İnsan zengin olunca, okumaktan olduğu gibi, yazmaktan da nefret ediyor. Bununla beraber bir hatıra olsun diye atmayacağım. Evet, eski fakirliği unutmak pek asil bir hareket değil. Kütüphanemde saklayacağım.
Ah bu Semiha...
Ne kadar müşkülpesent! Bir türlü yemek odasını yerleştiremiyor. Psalti'nin dekorcusuyla sabahtan beri uğraşıyorlar. Gideyim onlara bakayım.
<center>🙝🙟</center>
2 Şubat 1917...– Altı ay sonra, zavallı samimi defter! Seni nasıl heyecanla elime alıyorum; acı, öldürücü bir buhran içindeyim. Söylemek için günahı dudaklarından taşan, kalbine sığmayan bir mücrim gibiyim. Evvelki gün Cerrahpaşa'da bir yeni zenginin evine davetliydim. Alaturka saz vardı. Gece yarısına kadar yedik, içtik. Ben uyuyamadım. Sabahleyin erkenden çıktım. Soğuk dehşetliydi. Araba bulamadım. Aksaray'a indim. Yine araba yok. Küçükken babamla cuma namazına geldiğimiz Valide Camii'nin köşesinden, yukarıya doğru baktım. Unutulmuş bir hâtırat gibi... Bütün virane... Laleli Camii, Hasanpaşa Hanı'nın arkaları gözüküyor. Müteessir oldum. Yavaş yavaş yürüdüm. Laleli'de, Yenikapı'ya inen sokakta, büyük bahçeli, mahzenli, havuzlu bir evde oturmuştuk. Yirmi beş, yirmi altı sene evvel... Karşımızda bir komşumuz vardı. Güzin Hanımlar... Kızlarının sesi o kadar kalındı ki... Tıpkı bombort gibi. Sabahleyin, bu çocukluk günlerini hatırlamak, beni bir çocukluğa sevketti; yangın yerlerinde oturduğumuz evin arsasını bulmak! Ne yapacaktım? Hiç... Acaba havuz duruyor muydu? Viranelerin içine saptım. Kimseler yoktu. Yarım yıkılmış bacalar, ocaklar sahipsiz bir mezar sükutuyla uyuyorlardı. Aradığım evin hizasında bu ocaklar daha sıktı. Baktım, üstü başı perişan dört kişi dolaşıyordu. Eğilip eğilip ocakların içine bakıyorlardı. Merak ettim. Ne arıyorlardı? Yürüdüm. Yanlarına yaklaştım. Ne aradıklarını sordum.
:— Ölü arıyoruz!
Dediler.
:— Ne ölüsü?
Aralarındaki kır sakallı, kısa boylu ihtiyar cevap verdi:
:— İnsan ölüsü.
:— İnsan ölüsü mü?
:— Evet...
Şaştığımı görünce durdu. Beni baştan aşağıya bir süzdü. Sonra başını salladı:
:— Hey, gidi hey! dedi. Efendi, senin de haberin yok galiba. Biz belediye adamlarıyız. Her gün gelip buralarda açlıktan ölenleri toplarız. Sonra şu arabaya doldururuz. Götürürüz, gömeriz.
:— Açlıktan ölüyorlar ha!
Diye buz gibi dondum. Sanki birdenbire kalbim durdu. Dizlerim kesildi. İhtiyar deşilmek istiyormuş. Ağzını açtı. Zavallı Müslümanların iki senedir nasıl açlıktan kırıldıklarını, aleve atılmış meyus bir hatip heyecanıyla haykırmaya başladı. Herkesin altındakini, üstündekini satıp yediğini, nihayet kimsesiz gariplerin böyle virane ocaklarına düştüklerini ,öyle imdatsız, kimsesiz, ilaçsız ve aç, susuz, ateşsiz, köpekler gibi öldüklerini söyledi.
:— Eğer hainler, Allah'ın gazabına daha uğramazlarsa, dünyada Müslüman kalmayacak!
Dedi. Gayr-i ihtiyâri:
— Bu hainler kim?
Diye sordum.
:— Kimler olacak, millete ekmek diye kum, toprak yedirenler! Katığı dünya yüzünden kaldıranlar! Fukarayı soyup zengin olanlar! Otomobillerde uçanlar!
:— ......
Sonra bir an durdu. Arkadaşları kendisi gibi müteheyyiç değiller. Ellerini, başını göğe kaldırdı:
:— Bunların ne vakit asıldıklarını göreceğiz Allah'ım!
Diye derin, acı, karanlık bir ah çekti.
Ben hiç ses çıkarmadım. Evet, insanları böyle açlıktan öldüren bizlerdik! Bize yol gösteren, bize müsaade edip bizimle beraber çalanlardı! Şemsi ile beraber Kağıthane'de uzun bir "Un damarı" keşfetmiştik. Üç aydır orada çıkarttığımız ince killeri iaşeye satıyorduk. İaşe de, bile bile ortaklama bunu alıyor, içine biraz paspal karıştırarak fırınlara dağıtıyordu. Manyetize edilmiş gibi bu ölü arayanların arkalarından yürüdüm. Henüz iki tane bulmuşlardı. Baktım. Ruhumdan zehirlendim. Bu ölüler yarı çıplaktı. İskeletlerinin üzerinde derileri kurumuştu. Hiç etleri yoktu. Birisi kadındı. Sarı saçları keçeleşmişti. Dudaklarımı o kadar hızlı ısırmışım ki, sıcak sıcak, çenemden kanların sızmaya başladığını duydum. Ölünün mavi, aralık gözleri, bana dik dik bakıyor sandım. Birdenbire sanki ödüm koptu. Kendimi kaybettim. Kaçtım. Deli gibi koşmaya başladım. Beyazıd'a nasıl çıktığımı bilmiyorum. Bir arabaya atladım. Eve geldim. Bayılmışım. Doktor filan gelmiş. Açılınca, Semiha'ya gördüklerimi anlattım. O da fena oldu. Ağlamaya başladı. Şimdi yataktan kalkamıyorum. Artık müthiş bir anarşist oldum. Bir milletin açlıktan ölmesi için toplu, tüfekli teşkilat yapan Topal'ı, bu alçağı tutanları öldüreceğim. Yenecek ne varsa, ortadan kaldıran, altıyüz yıllık bir devletle beraber kocaman, masum Türk milletini fakrü'd-dem kılıcından geçirenleri geberteceğim. Evet, bu milleti hükümet mahvetmek istiyor! Bunda artık hiç şüphem kalmadı! Bunda şüphesi olan eşektir! Topal, o bütün kara çete teşkilatı, o bir ejderha gibi memlekete sarılmış! Kanımızı, iliğimizi, kemiğimizi emiyor. Evet, öldürmeliyim. Onlardan bir tanesini öldürmek, siperde bin düşman neferini öldürmekten çok, hem pek çok hayırlı....
<center>🙝🙟</center>
19 Mart...– Onları öldüremedim. Onları, ancak yaşarsa, millet öldürecek! Hepsini ipe çekecek! Onları öldürmek bir kişinin harcı değil! Hainler yedi başlı, dokuz canlı bir ejderha kuvvetinde! Korkunç bir teşkilat! Fakat kendimi öldürdüm! Yani muhtekir beni! Nem var, nem yok hepsini sattım. Bütün milletimi açlıktan öldürerek soyduğum paraları aşhanelere, fıkaraperver cemiyetlerine dağıttım. İsmimi vermedim. Apartmanı falan hepsini bıraktık. Semiha ile Orhancığımızı aldık. Üsküdar'da, Çavuşderesi'nde bu minimini evi kiraladık. Şimdi o kadar mesuduz ki.. İyi ki mektebi bırakmamışım! Yine derslerime başladım. Arkadaşlarım beni iflas etti sanıyorlar. Acem'e yine gittim. Benim tercümelerimden memnun. Şimdi sahîfe başına oniki kuruş veriyor! Geceleri ben söylüyorum, Semiha yazıyor. Ayda elli lira kazanabiliyorum. İdaresini bilen bir aile için bu çok bile... Fakat, geçen on ayın hâtırası korkunç bir kabus gibi daima aklımda! Unutamıyorum. Açlıktan öldürdüklerimizi unutamıyorum. Yangın yerinde gördüğüm kadın ölüsünün bana bakışını unutamıyorum. On ay kan, gözyaşı, irin içtiğimi, sütsüzlükten, şekersizlikten küme küme ölen masumcukların hakkını yediğimi unutamıyorum. Siyah bir hayal, her an ruhumu takip ediyor: "Sen de kanlı soyguna karıştın! Sen de, sen de!" diyor. Gözümün öününe birbiri ardına dikilmiş sayısız darağaçları geliyor. Bunların bir tanesinde ben sallansam! Ah, evet, yine vicdanımdaki yakıcı azap sönmeyecek sanıyorum. Yine on ay milletime yaptığım zulmü unutamayacağım, sanıyorum. Bu ıstırap öldükten sonra da, mezarda da beni kıvrandıracak sanıyorum!
. . . . . . . .
[[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]]
1q81lpau4g6skp31emm8mabjlaeezjq
Kurbağa Duası
0
8437
151675
140840
2022-08-11T13:25:32Z
Kwamikagami
19579
wikitext
text/x-wiki
{{eser başlığı
| önceki =
| sonraki =
| başlık = Kurbağa Duası
| bölüm =
| eser sahibi = Ömer Seyfettin
| notlar =
}}
<small><div align="right">Reşat Nuri'ye</div></small>
Taşra âlemi... Yani İstanbul'un dışında geçen hayat, ne hoştur! Bunu ancak yaşayan bilir. Bir taraftan eşraf, ulemâ filan! Öbür taraftan memurlar, zâbitler, muallimler... Sonra kasabanın çift, çubuk sahibi yerli ahalisi... Her sınıfın, her zümrenin ayrı kahvesi, ayrı eğlencesi, ayrı zevki vardır. "Beynessınıf"<ref>sınıf arası</ref> denilebilecek yegâne adam kazanın belediye doktorudur. O daima herkesle konuşur, düşer, kalkar. Muallimlerin, memurların, zâbitlerin oturdukları kahvelere girer. Eczane ise eşrafın kulübüdür. Büyük rütbeli memurlar da oraya uğrarlar. Avukat yazıhaneleri de bir dereceye kadar eczaneye benzer.
Hâsılı taşra, başlı başına gayet hoş bir âlemdir. Yedi, sekiz, belki dokuz sene oluyor, ben de İstanbul'a pek uzak olmayan bir kasabada idâdi muallimi idim. Başlı başına bir âlem olan taşrada, mektep de, başka bir âlemdir. Âdeta âlem içinde bir âlemdir! Programları, gayeleri birbirine zıt; dört, beş mektebin yetiştirdiği yaşlı, genç, zeki, budala, zevzek, sükutî yirmi muhtelif adam: Müdür, muavin, muallimler, muînler<ref>yardımcı</ref>... İdare memurları... Evvel zamandan kalma, hani o bir tarafından güneş batarken öbür tarafından doğan eski kocaman imparatorluğumuzun en uzak köşelerinden gelme leylî<ref>yatılı</ref> talebe.. Her ırktan, her cinsten –lisanlarından başka hiçbir şeyleri Türkleşmemiş– bir sürü çocuk... Fakat, bu kadar bariz tezatlar arasında o ne samimi ahenktir! Mutaassıplar, mürtecîler<ref>gerici</ref>, liberaller, sonra hiçbir muayyen mesleği, meşrebi olmayanlar birbirleriyle kardeş gibi geçinirlerdi. Bir riyâziye<ref>matematik</ref> muallimi vardı ki, aşırı derecede açık fikirliydi. Tabiat muallimi hepimize kara cahil nazarıyla bakıp için için acıyan ciddi bir gençti. Ben edebiyat muallimi idim. Fransızca muallimi bir Yahudi idi. Nöbetçi olduğu vakitler, gece müzakeresinde, çocukların kendisine sorduğu lügatları latin harfleriyle cep defterciğine yazar, ertesi günü mânâlarını benden anlardı. Bir kere "cezbe-i Rahman" ın ne demek olduğunu zavallıya sormuşlar. İyi anlamamış, defterine "cezve-i Rahman" yazmış. Muallimlerin odasında beni tuttu:
:— Cezve-i Rahman ne demek?
Dedi.
:— Öyle şey olmaz!
Diye güldüm, ısrar etti. Kendisine soran talebeyi buldurdu. Kitabı açtık. Yanlış anladığı meydana çıkınca, bu aramızda bir alay mevzuu oldu. Biçarenin adı "Cezve-i rahman" kaldı, gitti.
Hele Müdür... Ben dünyada bu kadar intizamperver, kanunperver, usulperver bir adam görmedim. Bir kere maiyetinin hiçbirisiyle hususî münasebette bulunmaz; mektep heyetinin haricinde, tıpkı bir esatir<ref>mitoloji</ref> mâbudu gibi ayrı yaşardı. Aramızda lakabı "zımnında" idi. Son derece ehemmiyet verdiği meclis günleri, odasında toplandığımız vakit, hiçbirimize laf söyletmez, hepimize "zımnında, zımnında, zımnında" diye ayrı tahrîratlar<ref>resmi yazılar</ref> yazdırır, herhangi mesele olsa, aynı kelimelerle, aynı cümlelerin nihayetine mâhut "zımnında"yı takarak bir şey kaleme aldırınca hallettim sanırdı.
Arkadaşlarımın içinde en sevdiğim ulûm-ı diniye<ref>din bilgisi</ref> hocası Bâhir Efendi idi. Medreseden sonra darülfünunu da tamamlamıştı. Yaşı elliye yaklaşıyordu. Fikrinde musır<ref>inatçı</ref>, cerbezeli, açıkgöz, tuhaf, şen bir adamdı. Benimle dostluğuna sebep, terbiye hakkındaki fikirlerimizin bir olmasıydı. Çünkü ben her ne kadar milliyetperver bir liberal isem de, "terbiye"nin daima "muhafazakârâne" olması lazım geldiğine mûtekidim.<ref>inanan</ref> İçtimâi inkılabın yeri mektep değil, hayattır. Muallimlerin vazifesi çocuklara, eski hayatın terbiyesini ibrâm etmektir. O da işte benim gibi düşündüğü için, meclislerde ikimiz taraftarlarımızla bir kuvvet teşkil eder, liberallere, yeni asrî terbiye taraftarlarına ağız açtırmazdık. Bâhir Hoca'nın en meftun olduğum şeyleri canlılığı ile "mebnî-aleyh, mebnî-bih, mebnî-leh" gibi tâbirleri idi. Kavga eder gibi konuşur, kelimelerine sanki yumruk şeklinde vücutlar vermek istiyormuş gibi sağ kolunu –bir Karagöz çevikliğiyle– sallardı. Kusuru yalnız nargilesiydi. Buna o kadar müptela idi ki, kahvede, mektepte, günde on tane içmeden yapamazdı. Nargile bu... Cigara filan gibi bir şey değil. Havaleli... Müdürden, müfettişlerden gizlemek lazım... Bir gün kahvemizde oturmuş, portatif bir nargile şekli düşünüyorduk. Mesela içildikten sonra üzeri çıkarıldı mı, sürahiye benzesin, lüle cebe girebilsin... Bâhir Hoca:
:— Ya marpuç?
Diyordu.
:— Cübbenin altına, beline sararsın.
:— Kırılır.
:— Fesinin içine çörekle...
:— Sığmaz...
. . . . . . . . . .
Böyle konuşurken içeri, belediye doktorunun girdiğini gördük. Bizim yanımıza geldi, selamlaştık. Oturdu. Cuma günü Bektaşî Tekkesi'ne gideceklermiş. Kuzu, saz, biraz da mey varmış. Bizi de davet etti.
Ben:
:— Gidemeyiz!...
Dedim. Biz muallimdik. Öyle sazlı, sözlü, içkili meclislere giremezdik. Doktor ısrar etti: "Siz içmezsiniz. Kulaklarınızı tıkarsınız. Gözlerinizi bağlarsınız." diyordu. Zaten arkadaşlardan birkaçı razı olmuş... Bâhir Hoca:
:— Nargilemi götürürseniz gelirim.
Dedi. Doktor:
:— Götürürüz. Hem vallahi ben götürürüm, hocam!
Diye yemini bastı.
Ne şen, ne babayânî bir delikanlıydı. Adeta kasabanın canlı bir neşesiydi. Hastalar ilacından ziyade onun sözlerinden şifa bulurlardı.
<center>🙝🙟</center>
Cuma günü cümbür cemaat Bektaşî Tekkesi'ne gittik. Burası eski mesut zamanlarda taptaze kalmış bir cennetin hayaline benziyordu. Sanki tarih denen fırtınanın rüzgarları bu asırlık çınar ağaçlarının arasından, beyaz münzevî binanın sakin çatısı üstünden hiç geçmemişti. Etrafta setleri olmasa tabii bir göl sanılacak derecede büyük havuz zümrüt gölgeler içinde, nilüfer rüyalar açmış, uyuyordu. Dervişlerin yaydığı hasırlara yan geldik. Telgrafçı udunu, tapu memuru kanununu aldı. Kemancı Aleko da gelmişti. Saz başladı. Doktor: "Sâki benim!" diye herkese sunuyor, Bâhir Hoca'nın önünde dikilip kalıyordu:
:— İşte benim nargilem var?
:— Bir yudum?
:— Ömrümde bir katre ağzıma almamışım.
:— Bir yudum al, gargara et, sonra tükür.
:— Ne faide?
:— Vallahi muzâdd-ı taaffündür.
. . . . . . . . . . . . . . . . .
Bâhir Hoca, bu gibi meclislerde kara mutaassıp görünmek istemezdi. Ağzına bir kadeh rakı aldı. Fakat doktor hocayı gıdıkladı. Birkaç damla yutturdu. Yuttuğunu inkar etmekle beraber, bu birkaç damla ona birkaç küp neşesi verdi. Gülüyorduk. Eğleniyorduk. Lâkin kafamız kazan gibiydi! Bu yeşil cennette ardı arası kesilmez bir cehennem gürültüsü vadı: Kocaman havuzun içinde belki bir milyon kurbağa... Avazları çıktığı kadar haykırıyorlardı. O kadar ki, âdeta birbirimizin söylediğini işitemiyorduk.
Doktor:
:— Vay anasını!...dedi, bunları nasıl susturmalı? Kulaklarmız patlayacak.
Dervişler:
:— Ne yapsanız susturamazsınız.
Diyorlardı. Bâhir Hoca'dan başka hepimiz kalktık. Çünkü dayanılacak gürültü değildi. Taş, toprak, elimize ne geçtiyse havuza atmaya başladık. Kurbağalar bu tecavüzümüzden hiddetlenmiş gibi daha beter bağrışmaya koyuldular. Doktor, gazeteler tutuşturdu. Korkup kaçsınlar diye üzerlerine attı. Hayır, hayır... Ne yapsak susmuyorlar daha ziyade azıtıyorlardı. Sazı duymak mümkün değildi. İçimizden birisi:
:— Buradan kaçmaktan başka çare yok!
Dedi.
:— Nereye gidelim?
:— Havuzun uzağında bir yere...
Biz böyle hicret müzakeresi ederken nargilesinin başında unuttuğumuz Bâhir Hoca'nın:
:— İstersem, ben onları bir anda sustururum.
Dediğini işittik.
:— Nasıl?
:— Bir nefes ederim.
:— Ey?..
:— Hemen susarlar.
Gürültüden neşemiz kaçmışken, hepimiz yine güldük. Doktor: "Bu kurbağalar yarım başağrısı değil ki, bir nefeste dursunlar; bunlar baş belası!" diyordu. Fakat Bâhir Hoca, yine hiddetlenmiş bir Karagöz tehâlükü<ref>atılganlık</ref> ile yumruğunu sallıyor, hepimizin itikatsızlığına sövüp sayıyordu. Onun bağırtısı bir taraftan, bir milyon kurbağanın kopardığı kıyamet bir taraftan... Hâsılı bir curcunadır gidiyordu. Meclisin neşesi kalmamıştı. Bâhir Hoca:
:— Herkes yerine otursun, dedi, ben havuzun kenarına gideyim, nefes edeyim. Susmazlarsa yüzüme tükürün...
:— Haydi, haydi öyleyse Hoca...
:— ......
İnanmıyorduk, lâkin "bir alay çıkar" ümidiyle yerlerimize oturduk. Hoca kalktı. Nargilesini eline aldı. Havuzun kenarına gitti. Arkasını bizden tarafa çevirmişti. Sulara doğru üfürdüğünü gördük. Bir dakika geçmedi. Kurbağalar birdenbire susmuşlardı. Koca havuzdan bir çıt bile çıkmıyordu. Şaşırmıştık. O, yumruğunu sıkarak muzafferane döndü, geldi.
:— Ne yaptın Allah aşkına!
Diyenlere:
:— Görmediniz mi? Gözlerinize de mi itimadınız yok, nefes ettim.
Cevabını verdi.
Yarım saat geçince kurbağalar yine ötmeye başladılar. Artık korkmuyorduk. Bâhir Hoca kalkıp havuzun kenarına gidiyor, bir nefeste yine hepsini susturuyordu. Giderken sevgili nargilesini "sarhoşsunuz, kırarsınız" diye bizim yanımızda bırakmıyordu. Akşam kadar eğlendik. Bâhir Hoca'nın nefesine Kemancı Aleko bile inandı. Doktor inanamıyor, fakat gözüyle gördüğü neticeyi de inkar etmek cesaretini gösteremiyordu. Yerli memurlar hayretten rakıya bile devam edememişlerdi. Bektaşi dervişleri dalgın dalgın, nefes sahibine bakıyorlar, kimbilir akıllarından neler geçiriyorlardı.
Ertesi akşam, kahvede Bâhir Hoca ile yan yana oturmuş İstanbul gazetelerini okuyorduk. Ben okuduğumu anlamıyor, onun Bektaşi Tekkesi'nde kumanda verir gibi kurbağaları nasıl susturduğunu düşünüyordum. Doğrudan doğruya kendisine sorsam, eminim ki, yine "Gözlerine de mi itimadın yok! Nefes ettim, kör müydün?" diyecek, beni de kurbağalar gibi susturacaktı. Fakat ben enayi değildim. Ona zihnen, ilmî bir pusu kurdum. Evvela gazeteleri bıraktırdım. Gayet tatlı bir ruhiyat bahsi açtım. Böyle şeylere çok meraklıydı. Hayvanlarda ruh olmadığını, mahlukatın maneviyat haricinde tıpkı nebatat gibi yaşadıklarını anlatıyordum.
:— Ben de bu fikirdeyim.
Dedi.
:— Hayır, yalan söylüyorsun.
Dedim.
:— Vallahi...
:— Hayır, yalan...
:— Ne biliyorsun?
:— Çünkü sen kurbağalara nefes ettin. Demek ki hayvanların maneviyat haricinde yaşadıklarını bilmiyorsun.
Kollarını masanın üzerinden çekti. Arkasına dayandı, durdu. Gözlerime dik dik baktı. Aşağı tükürse sakalı, yukarı tükürse bıyığı idi. Öyle bir vaziyete sokmuştum ki... Kalın kaşlarını çattı:
:— Ben kurbağalara nefes etmedim!
Dedi.
:— Ya nasıl susturdun onları?
:— ....
Ağzını açamıyordu. Fena sıkışmıştı. Aklı sıra, ya cahilliği kabul edecek, ya hakikati söyleyecekti.
:— Söyle öyleyse, ne yaptın da, kurbağalar sustular?
:— Şey, canım... Budala mısın? Nefes filan olur mu?.. Şey ettim...
:— Ne ettin?
:— Nargilenin marpucunu sarkıttım...
:— Ey?..
:— Kurbağalar onu yılan sandılar. Hemen dibe kaçtılar.
. . . . . . . . . . . . . .
...Fakat taşra hayatının bir vasfı da sır saklamaktır.
Bâhir Hoca: "Saf adamların itikatlarını bozmamalı. Onlara ilmî hakikatlerin lüzumu yok. Sakın marpucu kurbağalara gösterdiğimi kimseye söyleme! Varsın, nefes ettim diye bilsinler" dedi.
Ben, bu sırrı ağzımdan hiç kaçırmadım. Bütün kasaba halkı hocanın nefes kerâmetini işitti. Hatta Bektaşiler de buna şahitti. Doktorun bile şüpheleri yavaş yavaş gevşedi, eridi. Bâhir Hoca'nın bir üfürüşte kurbağaları susturduğundan bahsolunduğu vakit, zavallı boynunu büküp:
:— Dünyada ne kadar meçhul var. İlmimiz bu meçhulün yüz milyonda biri bile değil!..
Der, o her vakitki şuh kahkahasını atamazdı...
==Dipnotlar==
{{sayfa başı}}
{{dipnot|3}}
[[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]]
mmryq0lfrlb7m93ykvw57m6li3xsj7c
Bomba
0
8514
151672
151553
2022-08-11T13:24:30Z
Kwamikagami
19579
wikitext
text/x-wiki
{{eser başlığı
| önceki =
| sonraki =
| başlık = Bomba
| bölüm =
| eser sahibi = Ömer Seyfettin
| notlar =
}}
<div style=" text-align:right;"><i><small>Ali Süha Bey'e</i></small></div>
Duvarları ve tavanı uzun bir kışın isleriyle kararmış bu yer odasında mahpus gibi duran bodur ve çirkin ocak, içindeki odunları sanki hiddetle yakıyor, bir an evvel yutmaya çalışıyordu. Hızla tutuşarak uzayan ve sönen alevler, mandolinle heyecanlı sosyalist marşını çalan genç Boris'i, karşısında ezelî ve nihayet bulmaz millî çorabını ören güzel karısı Magda'yı hafif ve akıcı bir kırmızıya boyuyor, bütün odayı kaplayan büyük ve kötürüm gölgelerini titretiyordu. Dışarıda vahşi ve soğuk bir şubat gecesi vardı. Kudurmuş bir rüzgar küçük pencerenin örtülmüş kapaklarına çarpıyordu. Ortadaki kalın ayaklı kaba ve iri masanın etrafında, yine kaba ve biçimsiz sandalyeler duruyor, çalınan mandolinin keskin sesini dinler gibi uyukluyorlardı. Ocağın üstündeki harap ve ihtiyar saat gece yarısının geçmiş olduğunu gösteriyordu. Boris mandolinini duvara dayadı. Ayağa kalktı. Birden tavanı kaplayan gölgesiyle gerindi. Magda seri tığlarının ucundan güzel gözlerini kaldırdı:
:— Uykun mu geldi?
Genç ve iri Boris gerinmesine devam ederek cevap verdi:
:— Hayır, hiç uykum yok...
Ve tekrar oturarak ilave etti:
:— Bilmem niçin, içimde bu gece bir sıkıntı var.
Magda birden durdu. Çorabını dizlerinin üzerine indirdi. Mütereddid ve şüpheli Slav gözleriyle kocasına baktı. Kaşlarını çatarak:
:— Benim de içimde bir sıkıntı var!..
Diye söylendi. Boris ancak yirmi beş yaşında vardı. Baba İstoyan'ın bir tanecik oğluydu. Köyünde, Sofya'dan gelen muallimde okuduktan sonra, genç papazın delâletiyle kendisi de Sofya'ya gitmiş, orada tahsilini bitirmişti. Beş sene nihayetinde potursuz ve kuşaksız dönen dinç ve güzel Boris, babasının evinde, ihtiyar anasının yanında çok oturmamış, bir gün dağa çekilip gitmişti. Senede ancak birkaç defa, geceleyin gelir, anasıyla babasıyla görüşür, yine kaybolurdu. Genç Türkler hiç beklenilmeyen Meşrutiyeti ilan edince, o da bütün arkadaşları gibi şehre inmiş, silahını hükümete teslim etmiş ve köyüne gelmişti. Fakat anası yoktu. O, üç ay evvel, "Ah Boris! Ah Boris!" diye diye ölmüştü. Gözlerinin açık kaldığını ve papaz eliyle kapamaya çalıştığı halde muvaffak olamadığını komşular söylüyorlardı. Issız ormanlarda, korkunç kayalıklarda, hep kamersiz gecelerin karanlıkları içinde geçen beş seneden sonra hür ve serbest, parlak ve yeşil köyü pek hoşuna gitmişti. Artık babası pek ihtiyardı. Tarlaları ve çifti idare edemiyor, adamları onu aldatıyorlardı. İşleri eline aldı. Zaten sa'y<ref>çalışma</ref> e karşı derin bir muhabbeti vardı. Bir gün köydeki mektebin daskaliçe<ref>''(Bulgarca)''kadın öğretmen</ref> sine rastgeldi. Tanıdı. Bu kızcağız da kendisi gibi Sofya'da okumuştu. Konuştular ve çok sürmedi, seviştiler. İzdivaç ettiler. Magda, Boris'e vardıktan sonra mektebi terketmiş, hayatını evine, zevcine hasretmişti. Aşkları gittikçe ziyâdeleşiyor, fikirlerinin tevafuk<ref>uyum</ref> u onları daha şedid<ref>şiddetli</ref> bir iştiyak<ref>istek</ref> ile birbirlerine rapteyliyordu. İşte aylardan beri böyle gece yarılarını bulurlar, konuşurlar, sevişirler, uyumak istemezlerdi.
<center>🙝🙟</center>
Boris, tekrar mandolinini aldı. Çalmaya başladı. Magda çorabını örüyor ve düşünüyordu. Üç ay sonra çocukları olunca kimbilir ne kadar mesut olacaklardı. Tığlardan ayırdığı gözleriyle kabarmış karnına bakıyordu. Eteğinin altında, karnında, kendi içinde Boris'in yavrusu duruyordu. Dirseklerini bu şişliğe temas ettirerek saadetten titriyor ve ayıp bir şey yapıyormuş gibi gizlice Boris'e bakarak kızarıyordu. Ocaktaki odunlar çatırdayarak yıkılıyor, birden alevler çoğalıyor, sanki bütün oda kırmızı gölgelerle doluyordu. Boris yine sosyalist marşını çalıyordu. Bitirdi. Mavi gözleriyle karısına baktı ve marşın nakaratını tekrar etti:
:— Da jivee truda<ref>''(Bulgarca)''yaşasın emek</ref>!..
Magda çok saçlı güzel başını kaldırdı. İnce kaşları, muntazam bir burnu, pembe ve taze bir rengi vardı. Geniş omuzları, kabarık göğüsleri esvabının altından taşmak istiyor gibiydi. Alevlerle aydınlanan eteklerinin altındaki kalın bacaklarından sonra ayakları pek küçük ve nazik kalıyordu. Gebelik onu daha güzelleştirmiş, daha nefis ve mükemmel bir kadın yapmıştı. Genç ve iri Boris müştak<ref>arzulu</ref> gözlerle zevcesini süzüyor, ruhundaki sıkıntıyı atmaya, bu meçhul kederi unutmaya çalışıyordu. Konuşmak istedi:
:— Yaşasın sa'y ü teab!<ref>çalışma ve yorulma</ref> dedi, değil mi
:
:
:
:Magdacığım? Çalışan mesut olur. Acaba
:
:
:
: sosyalistlerin hayali ne vakit hakikat
:
:
:
:olacak!
Magda başını salladı, gülümsedi:
:— Hiç, hiç, hiçbir vakit... Onların hayali hep
:
:
:hayal kalacak! Yine insanlar fenalar elinde
:
:
:
:esir olacak, çalışmanın faziletini birçok
:
:
:
:adamlar inkar edecek.
Boris mandolinini kucağından bıraktı. Ellerini
pantolonunun cebine soktu. Ayaklarını uzattı:
:— Evet, ben de bu hayalin hakikat olacağına
:
:
:
: kail değilim, dedi. Lâkin bu hayaldeki
:
:
:
:
:insanlık fikrine meftûnum! Düşün.
:
:
:
:Muharebeler kalkacak. Cinayetler
:
:
:
:
:olmayacak. Hain politika unutulacak,
:
:
:herkes kardeş gibi... Çalışacaklar ve mesut
: olacaklar...
:
:
:— Heyhat...
:
Boris de tekrar etti:
:— Benden de heyhat! Hele burada, bu pis ve
:
: vahşi yerde, bu zalim Makedonya'da rahatla
:
:
:
: çalışmak mümkün değil. Ah bu kanlı
:
:Makedonya...
Magda, boynunun altında ansızın bir acı duydu. Çorabını bıraktı. Boris'in yüzüne baktı. Kalbi hızla çarpmaya başlamıştı. Rüzgarın bir küfürü andıran şiddetli gürültüsünü işitti. Ocağın üzerindeki saatin kırık bir kalp gibi vuran kuvvetsiz ve mahzun tik-taklarını duydu. Ayağa kalktı. Boris'in boynuna atıldı:
:— Ah, yatalım, dedi. Böyle acı şeylerden bahsetme...
Boris, kolunu Magda'nın beline, kalçasının üzerine koydu. Onu kucağına çekti, oturttu. Dudaklarından öptü. Bir an, bir dakika, uzun bir dakika böyle kaldılar. Boris diğer eliyle karısının kabarık memesini tuttu. Bütün avucunu dolduran bu yumuşak ve nefis kabarıklığı yavaş yavaş, dalgalandırarak sıktı. İkisinin de gözleri küçülüyor ve titriyorlardı. Magda'nın başı Boris'in kuvvetli göğsüne düştü. Boris dudaklarını bu çok ve kumral saçların arasına koydu:
:— Müsterih ol, Magdacığım, artık hiç korkmayacak, mesut olacaksın!..
Genç kadın iri ve çıplak bacaklarını kocasının kavî<ref>güçlü</ref> bacaklarına dolaştırdı. Sıktı. Bütün vücudu takallûs etti<ref>gerilme</ref> ve sordu:
:— Ah, mesut olacak mıyız? Nasıl? Söyle, nasıl?
Boris mesut ve mahzuz:
:— Anlatayım, inan, dedi. Artık buradan gideceğiz.
:— Kaçacak mıyız?
:— Hayır, hicret edeceğiz.
:— Nereye?
:— Amerika'ya...
:— Amerika'ya mı?
:— Evet, Amerika'ya, Magdacığım. İşte iki aydır hazırlanıyorum. Sana haber vermedim. Tam buradan çıkacağımız gün söyleyecektim. Babama nemiz varsa sattırdım. Şimdi sekizyüz liramız var. Sekizyüz lira ile Amerika'da bir insan çalışırsa çok mesut olur.
Magda kocasının bacaklarını daha ziyâde sıktı, dönerek boynuna sarıldı.
:— Niçin benden sakladın, dedi. Oh, ne kadar mesut olacağız.
Boris karısının dudaklarını öperek cevap verdi:
:— Sebep vardı. Korkacaktın. Senden saklamaya mecburdum.
:— Söyle, ne vardı? Neye korkacaktım?
:— Şimdi söylesem yine korkacaksın.
:— Söyle, korkmam.
Boris tereddütle anlattı:
:— İki ay evvel, bir pazar gecesi eve geliyordum. Kapıda bir mektup buldum. Açtım. Bu, ihtilal komitesi tarafından yazılmıştı.
:— Ah...
:— Evet, ihtilal komitesi tarafından... "Ey dinsiz Boris!" diye başlıyordu. Ve "Vaktiyle dağlarda neşretmek istediğin sosyalistliği burada öğretmeye başladın. Hainsin! Vatanımızın düşmanısın! Bil ki, o hain kafanı balta ile vücudundan koparacak, sana uyanların, seni sevenlerin eline vereceğiz."
:— Ah...
:— "Yahut bize delâlet et. Bizimle beraber Balkan'a çık... Büyük vatan için çalış." deniyordu. O vakit anladım ki, burada seninle, senin aşkınla yaşamak benim için mümkün değil. Hemen babamı kandırdım. Her şeyi sattırdım.
Magda tekrar Boris'i öperek sordu:
:— Ah, ne vakit gideceğiz? Söyle, buradan ne vakit gideceğiz?
:— O kadar yakın bir zamanda ki... Söylesem inanmazsın...
:— Söyle..
:— Yarın!
:— Yarın mı? Aman yarabbi...
Hızla kocasının kucağından kalktı. Sevincinden çırpındı. Tekrar kocasının dizlerine oturarak onu öpmeye başladı:
:— Yarın, yarın... Demek bu son kederli gecemiz...
Boris karısının sevincinden memnun ve mahzuz, onu okşayarak, buseler içinde devam etti:
:— Evet Magdacığım. Yarın Amerika'ya gideceğiz, orada çalışacağız. Küçük, rahat, âsûde bir evimiz olacak. Ne komite, ne eşkiya, ne vahşet, ne cinayet! Yalnız çalışacağız. Gider gitmez çocuğumuz orada doğacak. Zavallı babam geçirdiği yetmiş senelik azabın mükafatını orada görecek. Kalbi rahat, yatağında ölecek. Geceleri hücum ve boğazlanmak korkusundan uzak, tatlı tatlı konuşacağız. Aşkı, hayatı, güzelliği, iyiliği, fazileti hissedeceğiz.
Magda titriyordu:
:— Oh, ne saadet!
Boris yine buseler içinde devam etti:
:— Göreceksin ki o zaman, insanlık ne tatlıymış! Güzel ve asayişli şehirler... Tiyatrolar! Geniş ve aydınlık sokaklar, cennet gibi köyler. Birbirine ihtiram etmesini bilen adamlar... Hiçbir sefalete müsaade etmeyen büyük şefkat müesseseleri... Hastaneler, sanatoryumlar... Mektepler, dârülfünunlar... Hâsılı cennet! Mümkün değil bunları tahayyül edemezsin.
Magda daha ziyâde titreyerek dirsekleriyle şişmiş karnını, bacaklarıyla kocasının bacaklarını sıkarak:
:— Oh, tahayyül ediyorum!
Dedi. Boris devam etti:
:—O vakit bazı geceler, minimini evimizde, doğacak çocuğumuz yanımızda oynarken, sa'y ve namusumuzdan emin, ansızın Makedonya'yı, bu yamyamlar memleketini hatırlayacağız. Gözümüzün önüne pis ve dar sokaklar, sefil ve uryan adamlar... Kanlarla lekelenmiş nihayetsiz karlar, kara, müstekreh<ref>iğrenç</ref> ve keskin baltalar sonra siyah, müthiş Balkanlar, Pirin gelecek! Tüylerimiz ürperecek, sen yine böyle benim kucağıma kaçacaksın. Bu pis ve müthiş Makedonya'nın kabuslarını buselerimle senin gözlerinden sileceğim...
Magda memnuniyet ve saadetten tatlı bir baygınlık hissediyordu. Kocasının bacaklarını sıkan dolgun bacakları gevşedi. Kolları yanına düştü. Gözleri uzak hayallere bakıyordu. Boris yine onu kucağında sıktı. Dudaklarından öpmeye başladı:
:— Görüyorsun ki, burada her dakikamız elem, matem, ıstırap içinde geçiyor. Bir dakika kalbimiz rahat değil. Ufak bir gürültü bizi korkutuyor. Mesela işte seni o kadar severken, sana o kadar perestiş ederken dehşetle memlû dimağımda aşkım için müsterih bir yer kalmıyor. Dudaklarının lezzetini tamamıyla duymuyorum. Hayalimde o kadar çirkin ve kanlı levhalar var ki... Hâsılı burada, daima meçhul bir tehlike karşısında tedehhüş etmiş biçare, idraksiz, şuursuz vahşi hayvanlar gibiyiz.
Ocağın odunları yıkılmış, alevler sönmüştü. Yalnız ocağın üstünde küçük lamba sarı bir ziya neşrediyordu. Boris'le Magda yine birbirlerine bütün kuvvetleriyle sarıldılar. Öpüştüler.
Boris:
:— Artık aşkı duyacağım, diyordu, hatta şimdiden duyuyorum. Kendimi Amerika'da farzediyor, seninle yalnız, emin ve mutmain odamızdayız addediyorum.
Magda'nın dudaklarındaki buseler söndü. Birden:
:— Oh, ben korkuyorum!
Dedi. Boris hayretle sordu:
:— Neden?
:— Bilmem. Fakat o kadar korkuyorum ki....
Genç kadın asabi bir teheyyüc<ref>heyecan</ref> e uğramıştı. Hakikaten korkudan titriyor ve ağlıyordu. Boris bu meçhul ve bu nâgehânî<ref>ani</ref> kederi teselli etmek istedi:
:— Korkma, haydi kalk, dedi, yatalım; müstakbelin pek yakın saadetini şimdiden yaşayalım. Bu pis odayı, bu pis ocağı, bu zulmet ve dehşet yuvasını görme, gözlerini kapa, Amerika'yı tahayyül et. Haydi kalk, korkma, gözlerini sil!
:— Korkuyorum Boris, korkuyorum.
:— Neden sevgilim? Sakin ol. Saadetimiz seni müteessir ediyor, haydi yatalım. Benim yanımda, kucağımda... Korkacak bir şey yok...
İkisi de kalktılar. Boris kolunu Magda'nın boynuna attı. Magda asabi bir iştiyak<ref>arzu</ref> ile kocasının beline sarıldı. Yürüyorlardı. Karşı karşıya duran iki kapıdan birisine girecekler ve yatacaklardı. Magda tekrar durdu:
:— Korkuyorum Boris, bak köpekler havlıyorlar...
Boris cevap verdi:
:— Her vakit havlarlar.
:— Hayır, koşarak havlıyorlar. Birisi geliyor!
Boris mütereddid ve müteaccip,<ref>şaşkın</ref> durdu. Dudaklarını büktü:
:— Kim gelecek, gece yarısı çoktan geçti, dedi.
Rüzgara karışan köpek havlamaları daha ziyâde şiddetleniyor ve daha ziyâde yaklaşıyordu. İkisi de ayakta dimdik kaldılar. Boris'in kolu Magda'nın omuzundan düştü. Magda elini Boris'in belinden çekti. Köpekler koşuyorlar ve bir yabancıya saldırarak havlıyorlardı. Boris:
:— Kimdir, pencereden bakalım!
Dedi. Pencereye doğru yürüdü. Magda koştu, içerisi görünmesin diye lambayı söndürdü. Odaya kesif ve zenci bir karanlık doldu. Ocağın içindeki ateşler bir zebaninin dili ve kanlı dişleri gibi parlamaya başladı. Açılan pencereden şiddetli bir rüzgar giriyor, bu ateş dişleri tutuşturuyor, bu siyah ağıza görünmez tehditler söyletiyordu.
Boris bağırdı:
:— Kimdir o?
Uzak ve ince bir ses cevap verdi:
:— Ben!..
:— Sen kimsin?
:— Ben, Melina...
Bu, komşunun kızıydı. Acaba şimdi niçin gelmişti? Ne arıyordu? Boris yüzünü içeri çevirdi, Magda'yı aradı, göremiyordu. Yalnız ocağın içindeki ateşler gözüne çarptı. O kadar karanlıktı ki...
Tekrar dışarıya, karanlıklara baktı:
:— Ne istiyorsun?
:— Baba İstoyan'ı?
Kız bu esnada yaklaşmış ve pencerenin dibine gelmişti.
Boris, Magda'ya:
:— Lambayı yak! dedi.
Oda aydınlandıktan sonra birbirlerinin yüzlerine baktılar. Boris sordu:
:— Acaba babamı ne yapacak?
:— Bilmem, şimdi anlarız.
Ve Magda birden kapıya yürüdü. Açtı. Karanlık rüzgarla beraber genç bir kız içeri girdi. Üşümüş ve yanakları kıpkırmızı olmuştu. Ellerini futasının altına sokmuştu. Göğsü içeri çekik, bacakları içeri dönük, biraz kamburdu. Magda, bir sene ders okuttuğu bu budala kızı isticvâb<ref>sorguya çekme</ref> a başladı:
:— Baba İstoyan'ı ne yapacaksın?
Melina bir cevap vermedi. Evvela:
:— Dobra veçer!<ref>''(Bulgarca)''iyi geceler</ref>
Dedi. Sonra alık alık etrafına bakındı:
:— Ben bir şey yapmayacağım!
:— Ey öyleyse ne arıyorsun?
:— Ben aramıyorum.
:— Kim arıyor?
:— Komitalar...
Magda birden sapsarı kesildi. Düşmemek için duvara dayandı. Elini kalbinin üstüne koydu:
:— Komitalar mı?
Melina gitmek isteyerek:
:— Bilmem, işte silahlı adamlar...
Dedi. Magda duyulmaz ve ümitsiz bir sesle yine sordu:
:— Bizim köyden mi?
Budala kız izah etti:
:— Hayır. Sarı esvaplı, tüfekli adamlar! Mutlaka Baba İstoyan'ı istiyorlar. "Eğer gelmezse oraya gelir, hem hepsini keseriz, hem evlerini yakarız." diyorlar.
Magda'nın dizleri çözüldü. Elleriyle duvarı tuttu, çenesi kilitlendi. Ölü ve boş bir nazarla Boris'e baktı. O da sararmış ve mütefekkir<ref>düşünceli</ref> duruyordu. Pantolonunun cebinden sağ elini çıkardı. Ve uzun saçlarını kaşımaya başladı. Gözleri ayaklarında idi. Kıza bakmayarak sordu:
:— Bu adamlar nerde?
:— Bizim evde... Şarap içiyorlar.
:— Kaç kişi?
:— Daskal<ref>''(Bulgarca)''erkek öğretmen</ref> la beraber dört kişi..
Birden gözlerini kıza kaldırdı ve:
:— Haydi git söyle, ben geleceğim... dedi. "Baba İstoyan hasta imiş", de.
Kız "Sıs zdrave<ref>''(Bulgarca)''Allahaısmarladık</ref>" dedikten sonra çıktı. Kapıyı açık bırakmıştı. Şiddetli bir rüzgar giriyor, lambanın ziyasını dalgalandırıyor, Magda'nın eteklerini kımıldatıyordu. Boris karısına baktı. Bitmişti. Sanki o bu dakika ölecekti. Sapsarıydı. Yürüdü, kuvvetli kollarıyla dayandığı duvardan onu çekti.
:— Korkma, dedi, ben yarım saat sonra gelirim.
Magda ağlamaya başladı. Ta içinden gelen hıçkırıklarla sarsılıyor:
:— Ah, gitme, gitme Borisciğim...
Diye yalvarıyordu. Boris onu öperek teselli ve teskin etmeye çalıştı. Eğer gitmezse gelip mutlaka bir edepsizlik edeceklerini, Baba İstoyan gitse zavallı ihtiyardan hakaret ve işkencelerle para isteyeceklerini anlattı ve ilave etti:
:— Hainler, babamın her şeyi sattığını haber aldılar. Hicret edeceğimizi tahmin ettiler. Şimdi bütün servetimiz olan sekizyüz lirayı isteyecekler. Babam giderse işkence ve tahkir edecekler. Şimdi ben giderim. Onlarla konuşur, kendileriyle beraber dağa çıkmaya razı olduğumu söylerim. Ve paraların da henüz alınmadığını, bir hafta sonra elimize geçeceğini anlatır ve kandırırım. Yarın akşam bizi burada bulamazlar...
Magda meyus ve perişan:
:— Ah, inanmazlar, sana bir fenalık yaparlar, dedi.
Boris tekrar temin etti. Mutlaka kandıracağını, böyle hareketten başka çare olmadığını, Baba İstoyan giderse işte asıl fenalık o vakit olacağını uzun uzadıya anlattı. Magda asabi ve derin hıçkırıklarla ağlıyor, kıvranıyor, ince parmaklarıyla kumral saçlarını sıkıyordu. Boris kalpağını başına koydu. Karısını tekrar öperek ve elini sıkarak:
:— Haydi sevgilim, cesur ol, dedi. Yarım saat sonra gelirim, yatarız. Bu son gecenin heyecanları bize bir hatıra olur.
Kapıya yürüdü. Magda da beraber yürüdü. Titrek bir sesle:
:— Ben de geleyim, Boris!
Dedi. Lâkin kocası razı olmadı:
:— Sen orada, sarhoşların arasında ne yapacaksın? Burada otur, bekle, yarım saat sevgilim, cesur ol...
:— Ah, bari yanına rovelverini alsan..
:— Muharebeye gitmiyorum ki... Konuşmaya gidiyorum, lüzumu yok!
Dedi ve asabi bir istical<ref>acele</ref> ile dışarıya çıktı. Magda kapıda kalmıştı. Karanlık elle tutulacak ve hissolunacak kadar siyah ve kesif idi. Kocası bu karanlıkta kaybolmuştu. Sevgili Boris'ini yutan bu siyah rüzgarlı gecenin ademi andıran, ölümü ihtar eden korkutucu karanlığı gözlerinden vücuduna, damarlarına giriyor, kanına karışıyor, ruhuna nüfuz ediyordu. Başı döndü. Hıçkırıklar ve gözyaşları içinde tıkandı. Olduğu yere yıkıldı. Gözlerini vahşi ve siyah geceye dikmiş, siyah ve soğuk rüzgarın altında ağlıyor, fasılasız hışkırıklarla kıvranıyordu.
<center>🙝🙟</center>
Baba İstoyan daima, güneş battıktan bir saat sonra yatar, hemen uyur ve sabah olmazdan iki saat evvel uyanırdı. Kuşağını sararak kapısını açtı. Gelinini bahçe kapısının eşiğinde uzanmış görünce şaşaladı:
:— Ne yapıyorsun orada?
Dedi. Magda kayınbabasının sesini işitir işitmez kalktı. Toplandı:
:— Hiç! diye cevap verdi, dışarı çıkacaktım, uzanmıştım.
İhtiyar ocağa doğru yürüdü. Magda kapıyı itti. Ve ocağa koştu. Odun attı, tutuşturmaya başladı. İhtiyar çubuğunu dolduruyordu. Magda ateşi yaktıktan sonra ortada, kaba ve kalın ayaklı masanın yanındaki bir sandalyeye oturdu. Dirseklerini dayadı. Başını ellerinin içine aldı. İşte yarım saat oluyordu. Boris henüz gelmemişti. Niçin bu kadar gecikmişti? Kalbi burkuluyor ve avazı çıktığı kadar haykırarak ağlamak, kendisini yerlere atmak, koşarak Melina'nın evine gitmek, Boris'i bulmak, onun kolları içine atılmak istiyordu. Baba İstoyan, kamburunu çıkarmış, sakin ve abûs<ref>somurtkan</ref> çubuğunu çekiyor ve sol elinin orta parmağı ile burnunu karıştırıyordu. Harap ve eski saat, durmuş da sanki yeniden kendi kendine işlemeye başlamış gibi, hazin tik-taklarını tekrar işittiriyor, tutuşan odunlar yine odanın içine kırmızı gölgeler, kırmızı hayaller dolduruyor, soğuk rüzgar daha vahşi, daha hain haykırıyor, pencerenin kapağını daha ziyâde sarsıyordu. Magda, Boris'i düşünüyor ve gizli gizli hıçkırıyordu. Kalbi şişiyor, göğsünü acıtıyordu. Dışarıdan uzak köpek sesleri işitildi. Bunlar mutlaka komşunun köpekleriydi. Birden başını kaldırdı. İşte Boris çıkmış olacaktı. Köpekler havlıyordu. Dinledi. Oh, Boris geliyordu. Birkaç dakika kımıldamadı, öyle kaldı.
Şimdi köpek sesleri yaklaşıyordu. Kendi köpekleri de havlıyordu. Fakat niçin? Boris'e niçin havlıyorlardı? Acaba yanında bir yabancı mı vardı? Köpek sesleri daha ziyâde yaklaştı. Magda ayağa kalktı. Pencerenin yanına gitti. Kapağı açmaya cesaret edemiyor, meçhul bir korku onu hareketsiz bırakıyordu... Köpekler pek yaklaşmışlardı. Ayak sesleri işitiliyordu. Magda'nın kalbi durdu. Nefesi kesildi. Kendinden geçti.
Kapı birdenbire vurulmuştu. Baba İstoyan sıçradı ve çubuğunu düşürdü. Magda elini kalbinin üstüne koydu. Omuzlarını kaldırdı. Boynunu içeri çekti. Kapı tekrar ve daha şiddetle vuruldu. Baba İstoyan kalktı. Pencereye doğru yürüdü. Kuvvetsiz bir sesle:
:— Kim o?
Dedi. Dışarıdan ahenksiz bir ses cevap verdi:
:— Aç Baba İstoyan, biziz. Konuşmaya geldik. Korkma!
İhtiyar mütereddid ve korkak, tekrar sordu:
:— Siz kimsiniz?
:— Kaptan Raçof, Pançe, Sandre...
İhtiyar, yıldırımla vurulmuş gibi dondu kaldı. Bunlar en müthiş, en kanlı, en merhametsiz, en gaddar komitalardı. Namları bütün ova köylerini titretiyordu. İhtiyar bir hayal gibi kapıya yürüdü. Açtı. Uzun boylu, kahverengi esvaplı, omuzunda manliher, bir adam göründü. Gözleri küçük ve kanlıydı. Zayıf ve gayet çirkin bir boynu vardı. Baba İstoyan, yalnız Bulgar köylülerine has olan o esir ve mazlum tavır ile eğildi, yine bu köylülere has olan o çolak ve sahte selamla voyvodayı selamladı.
:— Buyurunuz Gospodin!<ref>''(Bulgarca)''efendi</ref>
Dedi. Raçof'un arkasında iki kişi daha vardı. Bunlar da manliher tüfekleriyle müsellâh<ref>silahlanmış</ref> idiler. Bellerinde ve göğüslerinde çaprazvari fişeklikler bulunuyordu. Biri kısa boylu, esmerdi. Diğeri Raçof gibi sarı, fakat daha genç ve daha az çirkindi. Magda'nın gözleri açılmış ve yüzü bembeyaz olmuştu. Koştu. Raçof'un ayaklarına sarıldı. Öpmeye başladı, ağlayarak istirham ediyordu:
:— Gospodin! Boris nerede? Ah, Boris nerede?
Raçof, ayaklarına kapanmış güzel kadının güzel saçlarını müteverrim ve çamurlaşmış yılanlara benzeyen parmaklarıyla okşayarak:
:— Kalk sosyalist daskaliçe, dedi, şimdi Boris'in gelir. Biz şimdi işimizi konuşalım...
Ve yürüdü. Magda yerde kalmıştı. Masanın yanındaki sandalyeye teklifsizce oturdu. Masanın üzerine tüfeğini koydu. Öbürleri de karşısına oturdular. Esmer ve kısa boylunun elinde siyah bir beze sarılmış yuvarlak bir şey vardı. Onlar da tüfeklerini masanın üzerine koydular ve siyah beze sarılı yuvarlak şey de tüfeklerin yanına kondu. Raçof, Baba İstoyan'a döndü:
:— Gel bakalım çorbacı, dedi, karşıma otur. Seninle konuşacağım. Magda, sen de şöyle yanıma gel. Baban aksilik ederse bize muâvenet<ref>yardım</ref> et ki, fenalık yapmayalım.
İkisi de tereddüt etmedi. Baba İstoyan, Raçof'un karşısına oturdu. Magda da yanına... Baba İstoyan bütün bütün aptallaşmıştı. Gelininin niçin komitalardan oğlunun nerede olduğunu sormasına akıl erdirememişti. Boris evde değil miydi?
Raçof cebinden bir tabaka çıkardı. Ortaya koydu. Bir cigara yaptı. Magda seri bir hareketle kalkarak ocaktan ateş aldı. Haydudun cigarasını yaktı. Sonra ateşi ocağa attı. Yine kalktığı yere oturdu. Raçof birkaç nefes cigarasından çekti. Ve dumanlarını seyrederek:
:— Ey, Baba İstoyan, dedi, şimdi evvela bize vaat et ki, çok zahmet etmeyeceksin! Uzun lafın kısası: Vakit geçirmeyelim... Sekizyüz lirayı getir.
İhtiyar titredi. Altmış senedir o kadar iktisat ve eziyet ile kazanılmış bir malın semeresi... mecmû<ref>toplam</ref> u...yekûnu... Şimdi böyle bir anda isteniyordu. Deli olacaktı. İnkar etti:
:— Nasıl sekizyüz lira?
Voyvoda gülümsedi. Kirli ve kırık dişleri göründü. Tekrar cigarasını çekti. Başını salladı:
:— Anlaşıldı. Demek zahmet edeceksin. Mutlaka dayak yemeden, ayakların yanmadan, tırnakların çıkarılmadan söylemeyeceksin! Eğer yine söylemezsen oğlun Boris bizim elimizde mahpustur. Onu keseceğiz. Evini de yakacağız. Yine seni rahat bırakmayacağız.
Baba İstoyan önüne bakıyordu. Hatta oturdukları evi bile satmışlardı. Bu sekizyüz lirayı verirse muhakkak açlıktan ölecekti. Bir eşeği bile kalmamıştı. Magda, Boris'in kesileceğinden bahsedildiğini duyunca ağlamaya başladı. Tekrar Kaptan Raçof'un ayaklarına kapandı:
:— Affet gospodin, Boris'i affet...
Dedi. Raçof gülerek cevap verdi:
:— Güzel daskaliçe! Sen de maksada vefasız kaldın. Burada ikiniz de bizim için çalışacağınız yerde, babanıza mallarını sattırıp kaçmak istediniz. Sizin için milletin verdiği parayı çalmak arzu ettiniz. İşte biz buna müsaade etmiyoruz. Elinizden paraları alacağız. Buradan bir yere gidemeyeceksiniz. Bizim için çalışacaksınız.
Ve ilave etti:
:— Haydi, Boris'ini seversen paraları getir. Baba İstoyan inat ederse sevgilinin kafası kesilecek. Bir daha onu ömründe göremeyeceksin.
Magda Boris'in öldürülmek ihtimalini düşününce deli olacaktı. Kalktı, ağlayarak Baba İstoyan'a sarıldı:
:— Ver babacığım, ver, biz genciz. Boris'le çalışır, yine kazanırız. Söyle nerede, gideyim, getireyim.
Raçof ve arkadaşları Magda'nın yalvarmasını seyrediyor ve gülüşüyorlardı. Baba İstoyan tamamıyla aptallaşmıştı. Sanki hiç lafları işitmiyor, mânâlarını anlamıyordu. Hasis köylü için ölmek, bu parayı vermekten daha çok ehvendi. Magda yalvarıyordu. Birden Baba İstoyan başını kaldırdı. Raçof'a dedi ki:
:— Kaptan, bari yüz lirasını bir ev almak için bana bırak. Âhir vaktimda açıkta kalmayayım.
Raçof reddetti:
:— Hayır, yüz lirasını bırakmam. Oğlun genç, çalışır. Seni besler. Haydi getir diyorum. Vakit geçiyor.
İhtiyar tereddüt ediyor, Magda yalvarıyordu. Raçof bir işaret etti. Kısa boylu esmer, tüfeği aldı. Dipçikle ihtiyarın sırtına dehşetli bir darbe indirdi. Raçof ayağa kalktı. Şiddetle sordu:
:— Haydi, Baba İstoyan, dayağa başlayacağız. Ayaklarını ateşe sokacağız. Vakit geçiyor. Paraları getirecek misin?
Magda gözyaşları içinde çırpınıyor ve ihtiyara sarılıyordu. İhtiyar hiçbir şey söylemedi. Başını salladı. Yattığı odanın kapısına gitti. İçeri girdi. Bir dakika sonra kırmızı ve ağır bir çıkın ile geldi. Masanın üzerine bıraktı. Haydutlar parayı bu kadar çabuk elde ettikleri için sevindiler. Raçof hemen çıkını açtı. Saymaya başladı.
:— Aferin, Baba İstoyan, diyordu. Zahmet vermedin. Şimdi bize şarap çıkar, eğlenelim...
Paraların sayılması bitti. Raçof liraları üçe taksim etti. Arkadaşlarıyla çantalarına koydular.
:— Hani şarap, hani şarap?
Diye haykırdılar. Magda ayağa kalktı. Ambarın küçük kapısına koştu. Açtı ve içeri girdi. Üç bardak ile bir testi şarap getirdi. Haydutların önüne koydu. Sonra tekrar ambara girdi. Mezelik biber ve turşu çıkardı. Komitalar birbiri üzerine aceleyle içiyorlardı. Raçof:
:— Böyle mezeye lüzum yok, dedi. Biz cansız meze istemeyiz...
Bu laftan bir şey anlamayan Magda'yı belinden tuttu ve öpmek istedi. Magda mukavemet etti ve ağlamaya başladı. Raçof, genç kadını bırakmayarak diyordu ki:
:— Yanaklarından meze alacağım. Sen sosyalist değil misin? Sosyalistler her şeyde iştirak isterler. Ben de senin yanaklarına Boris'le müşterekim!...
Magda çırpınıyordu. Raçof çirkin ve akur sesiyle dedi ki:
:— Eğer böyle münasebetsizlik edersen Boris'ini göremezsin. Onu keseriz.
Magda bu lafı işitince tekrar hıçkırmaya ve Raçof'a yalvarmaya başladı. Artık Raçof onun taze yanaklarından bol bol öpüyordu. Kadeh kadeh içiyor ve tekrar tekrar öpüyordu. Arkadaşlarına:
:— Siz de meze alınız, be!..
Dedi. Cansız bir yumak gibi Magda'yı onların kucağına attı. Bu iki kuvvetli herif bu nefis kadına yapıştılar. Bir tanesi eteklerini kaldırmak istiyordu. Diğeri daha fena sarhoştu. Dişleriyle, avucunun içinde tuttuğu bu güzel başın yanağını ısırmıştı. Magda birden haykırdı. Ve kucaklarından kurtuldu. Sağ yanağının iki yerinden kan akıyordu. Baba İstoyan bu manzarayı görmemek için ocağın kenarına çömeldi ve başını avuçlarının içine aldı. Gözlerini ateşe dikti. Magda elini yanağına koymuştu. Parmaklarının arasından mebzûliyetle kan sızıyor ve ağlıyordu. Haydutlar bu güzel kadının bu kan içinde ağlamasına bakarak sanki mahzuz oluyorlardı. Hepsi susuyorlardı. İhtiyar saat bu tecavüzden ve i'tisaf<ref>haksızlık</ref> tan müteessir olmuş gibi yine tik-taklarını işittiriyor, rüzgarın gürültüsüne horoz sedâları karışıyordu. Raçof sözde acıdı:
:— Ağlama Magda, dedi. Şimdi Boris'in gelir. Orasını öper. Acısı kalmaz. Haydi ben mandolin çalayım, bize biraz rakset...
Ve ocağın yanından mandolini alarak bir polka çalmaya başladı. Magda ağlıyor:
:— Ben oynamak bilmem kaptan!
Diyordu. Raçof kalktı. Magda'nın yanına gitti. Kulağına müessir ve vahşi bir sesle:
:— Eğer oynamaz, neşemizi kırarsan, Boris'i göremezsin, gider keseriz...
Magda'nın bütün vücudu sarsıldı. Gözlerinin yaşı dindi. Ve mütevekkil bir sesle:
:— Oynayayım, ah Boris...
Dedi. Raçof oturdu. Mandolini çalmaya başladı. Diğer iki haydut, durmadan içiyorlar ve gülerek Magda'nın oynayışını seyrediyorlardı. Yanağından akan kan beyaz boynuna gidiyor, ona tekrar hayata gelmiş bir şehit manzarası veriyordu. Isıran haydut, başka bir arzu ızhar etti:
:— Kaptan, dedi, eteklerini kaldırsın, öyle oynasın. Bacaklarını görelim...
Raçof, Magda'ya döndü:
:— Haydi Magda, bunu da yap! Bacaklarını görsünler! Artık gidelim, Boris'ini gönderelim..
Genç kadın bir an durdu. Baba İstoyan'a baktı. Yüzünü ateşe dikmiş, hiç onları görmüyordu. İşte bu herifler artık namusunu da tahkir ediyorlardı. Lâkin Boris'i tehlike içindeydi. Eğer arzularını yapmasa, o kadar sevdiği Boris'i kesilecekti. Bir daha onun kumral ve çok saçlarını, mavi gözlerini, küçük ve kırmızı dudaklarını, tatlı tebessümünü göremeyecekti. Gözlerini kapadı ve eteklerini kaldırdı. Çalınan polkaya ayaklarını uydurarak sıçramaya başladı. Haydutlar coştular. Kaptan daha şiddetle ve iştiyak ile çalmaya başladı. Diğerleri yerlerinde oturamıyorlar, bu beyaz ve dolgun bacaklara, onların atılışlarındaki şehveti cazip, muharrik<ref>kışkırtıcı</ref> hareketlere bakarak birbirinin boynuna sarılıyor, itişiyor, kakışıyorlardı. Kalktılar, Raçof'un yanına gittiler. Kulağına bir şey fısıldadılar. Raçof:
:— Olur ama, vakit geçti! Sabah oluyor! Geç kaldık!
Dedi ve derin, behîmî<ref>hayvanî</ref>, muharrik bir hırsla güzel kadına baktı ve:
:— Ah, vakit olsaydı!...
Diye müteessif oldu. Kalktılar. Tüfeklerini omuzlarına geçirdiler. Sarhoştular. Adımları birbirine karışıyordu. Raçof:
:— Allahaısmarladık, Baba İstoyan!
Dedi. İhtiyar köylü sanki ölmüştü. Hiç cevap vermedi. Magda tekrar haydudun ayaklarına kapandı:
:— Aman kaptan, Boris'i gönder. İşte her şeyimizi aldınız. Eğer o gelmezse açlıktan ve ümitsizlikten ölürüz. Bize acı. Bize merhamet et...
Raçof güldü:
:— Mutlaka gelecek, mutlaka... Daha çabuk gelmesini istiyorsan, şu kanlı yanağından bir buse ver...
Magda hırsla geri çekildi. Haydut tekrar kadını tuttu. Zorla kanlı yanağını öptü. Yaladı. Dışarı çıkıyorlardı. Kısa boylu esmer, beraber getirdikleri siyah beze sarılı şeyi hatırladı.
:— Kaptan, dedi, bombayı ne yapacağız?
Raçof bir an düşündü. Geri döndü:
:— Magda, bana bak!
Dedi. Magda yine bir i'tisâfa uğrayacak zannıyla titredi. Fakat bu haydut nazik ve mürüvvetli idi.
:— Şunu görüyor musun, Magda? Bu işte bir bombadır. Eğer siz eziyet edip parayı vermeyeydiniz, sizden yine zorla alacak ve mücâzat olmak üzere ikinizi biraraya bağlayacak, bu bomba ile atacaktık. Lâkin siz akıllılık ettiniz. Bize zahmet vermediniz. Mücâzata hacet kalmadı. Şimdi senden bir ricam var, bu bombayı bana saklayacaksın. Sakın jandarmalara filan verme. Nasıl vaat ediyor musun? Ben de gidip hemen Boris'i bırakayım...
Magda ümit ve tehalükle cevap verdi:
:— Vaat ediyorum gospodin! Allah aşkınıza hemen Boris'i gönderiniz.
Raçof tekrar sordu:
:— Göndereceğim, lâkin bu bombayı sadıkâne hıfzedecek misin?
:— Hıfzedeceğim.
:— Nerede?
:— Kendi çeyiz sandığımda. En gizli, en muazzez yerde!
:— Bravo! Memnun oldum. Öyleyse Allahısmarladık!
Hepsi güzel kadının elini şiddetle sıktılar ve kapıdan çıktılar. Dışarısı hafifçe ağarıyor, esmerleşiyordu. Köpekler havlamaya başladılar. Kesif gölge halinde duran uzak binaların arasında gidiyorlar ve bir şarkı söylüyorlardı. Ah, şimdi Boris gelecekti. Genç kadın, açılmaya başlayan geceye bakıyor, köydeki bütün horozların birbirlerine cevap verir gibi öttüklerini duyuyordu. Kalbi şiddetle atıyor, Boris'ini bekliyordu. Uzaklaşan haydutlardan biri haykırdı. Bu, meşum ve mevhum bir kabus tehdidi gibiydi:
:— Hey, Magda, dikkat et, bomban patlayacak.
Genç kadın kulak kabarttı. Bu tehdit, sanki meçhul ve vahşi uçurumlardan, adem boşluklarından aksediyormuş gibi tekerrür etti:
:— Hey, Magda, dikkat et, bomban patlayacak.
Horozların umumi ötüşleri rüzgarı söndürmüş zannolunacaktı. Uzakta samanlıkların üstünde yalancı bir fecir, mor gözlerini açıyordu. Genç kadın şuursuz bir tefekkürle düşündü. Bu haydutlar her şeyi, akla gelmeyen vahşetleri yapabilirlerdi. İhtimal bu bombayı ateş alması için, saniyeli tıpasını tanzim etmiş, öyle bırakmışlardı. Şimdi birden patlayacak ve zavallı Borisciği gelince yıkılmış bir evle tanınmaz kanlı et ve kemik parçalarından başka bir şey bulamayacaktı. Mihânikî bir istical ile bu felaket oyuncağını kaldırmaya koştu. Ta masanın orta yerinde duruyordu. Elini uzattı. Kaldırdı. Öbür eliyle altından tutmuştu. Ilık bir ıslaklık hissetti. Eline baktı: Kanlanmıştı. Kan?.. Sonra bu tehlikeli ve tahmin ettiği kadar ağır olmayan bombayı önüne koydu. Kadranını, fitilini görmek istiyordu. Yavaşça siyah bezi çözdü. İkinci bir bez daha vardı. Bu bez kandan kıpkırmızı idi. O bezi de çözdü. Kumral saçlar meydana çıktı. Baktı, baktı, dikkatle baktı...
Ve birden öyle müthiş, öyle keskin, öyle feci, öyle korkunç bir nâra attı ki, ocağın başındaki Baba İstoyan sıçradı ve gelinine koştu. Zavallının gözleri çerçevesinden çıkmış, karışık saçları dimdik olmuş, omuzları gerilmiş, iki eliyle tuttuğu bir şeye haşyet<ref>korku</ref> ve dehşetle bakıyordu. Dikkat etti. O tuttuğu şey, oğlunun, güzel ve kumral Boris'in vücudundan koparılmış kesik ve kanlı kafası idi....
==Dipnotlar==
{{sayfa başı}}
{{Dipnot|4}}
[[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]]
gkfbl6wkx04gga41b30cunzwjtyk4xj
Hürriyet Bayrakları
0
8550
151664
140847
2022-08-11T13:21:20Z
Kwamikagami
19579
wikitext
text/x-wiki
{{eser başlığı
| önceki =
| sonraki =
| başlık = Hürriyet Bayrakları
| bölüm =
| eser sahibi = Ömer Seyfettin
| notlar = İlk yayım: ''Türk Yurdu Mecmuası'', Ocak 1916, sene 3, C.5, Sh.1078
}}
...O akşam Demirhisar'dan Cuma-yi Bâlâ<ref>''(Yukarı Cuma)''Bulgaristan'da şehir</ref>'ya geç ve yorgun gelmiştim. Gündüz hava pek sıcaktı. Başağrısı bana eski ve pis otelin aç tahtakurularını bile duyurmadı. Fakat sabahleyin zurna ve davul seslerine karışan naralar, türküler beni uyandırdı. Gözlerimi açtım. Tozlu ve soluk kırmızı perdelerden yakıcı bir güneş taşıyor, bütün odayı dolduruyordu. Gerinirken yalancı inkılâbımızın, bu kansız ve hakikatte ancak mânâsız alkış tufanlarından ibaret olan zavallı düzme Türk inkılâbının ikinci senesi olduğunu hatırladım. Evet bugün milli bir bayramdı! "Lâkin, acaba hangi milletin bayramı?" diye düşünerek kalktım. Pencereye yaklaştım. Dışarıda karmakarışık bir kalabalık dalgalanarak, kaynaşarak akıp gidiyordu. Karşıki çürük tahta peykeli Ulah ve Bulgar dükkânları açıktı. Sahipleri bu diyara yeni gelmiş hâkim yabancılar gibi önlerinden geçen sırma cepkenli Türk delikanlılarına gülümseyerek bakıyorlardı. Bu "On Temmuz" alayı, bu nümâyiş hakikaten seyre layıktı. Yüzümü yıkamayı sonraya bırakarak sandalyeyi çektim. Camı açtım ve oturdum. Biraz ileride Yahudinin Kızlı Kahvesi'ndeki gramofon bu hareket ve nümâyişlerden haberi varmış gibi bütün kuvvetiyle, eskisinden ziyâde bir gürültü çıkararak haykırıyor; uzaktan, el şakırtılarıyla ve "Yaşasın!" feryatlarıyla, uğuldayan bir mızıka sesi yaklaşıyordu. Cuma-yi Bâlâ piyade alayından bir müfreze, tebrik için hükümete gidiyordu. Binbaşı —kır saçlı, esmer ve saf çehreli bir adam— beyaz atının üzerinde şaşırmış bir gelin gibi sallanarak ve önüne bakarak gidiyor, arkasından dörder dörder gelen ezeli acemiler, amirleri gibi önlerine bakarak, mızıkanın çaldığı;
'''<center>Ordumuz etti yemin,<br>Titredi hak ü zemin.</center>'''
parçasını tekrarlayarak geçiyorlardı. Ondan sonra sırmalı Türk esvapları giymiş genç ve fazla sarı bir bey, bir sürü genç arkadaşlarıyla büyük bir muzafferiyetten dönüyormuş gibi kabararak askeri takip etti. Onların arkasından da çingenelerden ve sefillerden mürekkeb<ref>karışmış, bileşik</ref> diğer bir sürü... Sonra büyük ve kırmızı bir bayrak göründü. Üzerinde üstünlü esreli birtakım yazılar vardı ki, okuyamıyordum. Bayrağın etrafında birçok sarıklı kafalar, büyük ve garip dev papatyalar gibi dalgalanıyor, arkadan hâki esvaplı, ikişer olmuş rüştiye çocukları bağrışarak kaynaşıyorlardı. Tutturdukları;
'''<center>Arş ileri, arş ileri!<br>Alalım düşmandan eski yerleri...</center>'''
nakaratını o kadar candan ve gönülden haykırıyorlar ki, önümden geçtikçe hepsinin zayıf boyunlarında ince damarcıklarının şiştiğini, feslerinin altından kırmızı terler aktığını görüyordum.
Bu nümâyiş akıntısı belki yarım saatten ziyâde sürdü.
Afyonunu fazla kaçırmış bir derviş gibi dalmış, gitmiştim. Vatanımın, Türkiye'nin, bu mutlaka öleceğine iman edilen hasta adamın hayatını düşünüyor, yeise pek benzeyen acı bir hisle bütün zihniyetimin büzüldüğünü, işlemez bir hale geldiğini duyuyordum. Odanın kapısı açıldı. Rum otelci atlarımın hazır olduğunu söyledi.
Razlık'a gidecektim. Demek bu geceki milli şenliği orada görecektim... Hemen giyindim. Giyinirken otelcinin getirdiği sütlü kahveyi bir yudumda içtim.
Tekrar deminki garip ve mahzun dalgama düştüm!
<center>🙝🙟</center>
Bir saat sonra Papaz Bayırı'na çıkan dik yokuşu tırmanıyordum. Atımdan inmiştim. Hava çok güzeldi. Gökte ufak bir duman bile yoktu. Sırtlarda beyaz hudut kuleleri parlıyor, hafif bir rüzgar estikçe sanki güneşin sıcağını arttırıyordu. Bir sel yarıntısının içinde yürüdüm. İrili ufaklı taşlar ayaklarımı acıtıyor, atların yürümesine mani oluyordu. Buralarda hiç yol yoktur. Hatta bir keçi yolu bile... Etrafıma bakıyordum; gördüğüm yerler küçükken coğrafya kitaplarında o kadar ehemmiyetle okuyarak tahayyül ettiğimiz, o mâhut<ref>mazlum</ref> portakala benzeyen arzı hiç andırmıyordu. Sanki üzerinde insan ve hayvan yaşamayan bir kürenin, mesela ölmüş ve donmuş denilen ayın bir köşesinde idim. Taşlar, taşlar, taşlar.. Sarı ve akim<ref>verimsiz</ref> topraklar, cılız ve sıska ağaçlar, çalılar, çalılıklar, yine çalılıklar. Yalnız telgraf direkleri bu iklimlerden vaktiyle yanılıp da bir kerecik geçmiş zannolunan medeniyet heyulasının belirsiz izlerinde dikilmiş büyük ve öksüz taaccüp<ref>şaşkınlık</ref> işaretleri gibi yükseliyor, onun kaçtığı ormanlı ufuklara doğru birbiri arkasına sıralanıp gidiyordu.
Ve yolcular, hep bu güneş, soğuk, rüzgar, tipi ve kar altında kapkara olmuş ölü direklerin dibinden gidiyorlardı. İyice terledikten ve nefesim kesildikten sonra tepeye çıktım. Dinlenmek için duracaktım. Biraz ileride bir atlı gördüm. Esvabından, kılıcının parıltısından bir zâbit olduğunu anladım. O da yere inmiş, dinleniyor ve tabakasından cigara sarıyordu. Yanına gittim. Türkler'de "takdim ve takaddüm"e hacet yoktur. Bu teklifsizliğimi çok sever ve çok samimi bulurum. Yaklaştım. Selam verdim. Nereye gittiğini sordum. Gülümseyerek cevap verdi:
:— Razlık'a efendim, siz?
:— Ben de.
:— O halde beraber gideriz.
Bu esmerce, orta boylu, güzel bir mülazım<ref>teğmen</ref> dı. Geniş ve dolgun omuzlarının üstündeki büyük ve dik başı, iri ve siyah gözlerinin mahmurluğu, sirklerde kırbaçla ahlâkı bozulmuş esir kaplanların acıklı sükununu hatırlatıyordu. Konuşmaya başladık. Bütün Türk zâbitleri gibi kendi malumatına ve mantığına, kendi itminanlarına pek büyük bir ehemmiyet veriyor, münakaşa için fırsat arıyordu. Orada bir taşın üzerine oturduk. Cigaralarımızı yaktık. Öteden beriden... Bahsi politikadan açtık. Ben "On Temmuz" un buralarda bile takdir olunduğunu söyledim. Mülazım, hayretime canı sıkılmış gibi:
:— Ah ne diyorsunuz? On Temmuzu takdir etmek.. Dedi. Bu da laf mı? Bu bizim en büyük, en şanlı, en âlî bir günümüz, en mukaddes milli bayramımızdır. Keşke üç gün olsaydı.... Çünkü bir gün bir gece, pek az...
:— Demek On Temmuza bu kadar ehemmiyet veriyorsunuz?
Diye gülümsedim. İddialarının aksini söyleyerek asabi münakaşacıları kızdırmak hoşuma gittiğinden ilave ettim:
:— Hem bu nasıl milli bayram? Hangi milletin bayramı?
:— Osmanlı milletinin...
:— Osmanlı milleti demekle Türkleri mi kastediyorsunuz?
:— Hayır, asla... Bütün Osmanlıları....
Genç mülazımın koyu siyah gözlerinde sanki bir taassup ateşi parladı. Dinine küfür edilmiş bir evvel zaman Müslümanı gibi bakıyordu. Birden başlamayarak aklî sualciklerle onun hissi mantığını şaşırtmaya karar verdim:
:— Bütün Osmanlılar kimlerdir?
:— Tuhaf sual! Araplar, Arnavutlar, Rumlar, Bulgarlar, Sırplar, Ulahlar, Yahudiler, Ermeniler, Türkler...Hasılı hepsi...
:— Bunlar demek hep bir millet?
:— Şüphesiz...
Tekrar güldüm.
:— Fakat ben şüpheleniyorum.
:— Niçin?
:— Söyleyiniz Ermeniler, bir millet değil midir?
Biraz durdu. Tereddütle cevap verdi:
:— Evet bir millettir.
:— Arnavutlar da bir millet?
:— Arnavutlar da.
:— Ey Bulgarlar?
:— Bulgarlar da..
:— Sırplar?
:— Tabii Sırplar da.
Gülerek, başımı sallayarak:
:— O halde sizin riyâzi<ref>matematiksel</ref> ve müspet hakikatlere itikadınız yok.
Dedim. Ne demek istediğimi anlamadı. Yüzüme baktı. Ben devam ettim:
:— Hendese<ref>geometri</ref> den, cebirden, müsellesat<ref>trigonometri</ref> tan vazgeçelim. Hatta hesap bilmiyorsunuz. Hesabın "cem"<ref>toplama</ref> kaidesini bilmiyorsunuz. Yahut biliyorsunuz da, bunların doğru ve esaslı şeyler olduğuna inanmıyorsunuz.
Mülazımın bakışı bütün bütün değişti. Kendisiyle eğleniyorum sandı. Hiddetlenmesine meydan vermeden ben yine devam ettim:
:— Yanlış anlamayınız. Yalnız bana cevap veriniz. Hesaptaki "cem" kaidesini hatırlayabiliyor musunuz?
:— ! ! !
:— Ben size söyleyeyim. Tabii inkar edemeyeceksiniz. Bir cinsten olan şeyler cem olunabilirler. Mesela on kestane, sekiz kestane, dokuz kestane! Hepsi yirmi yedi kestane eder, değil mi?
:— Evet!!!
:— Bir cinsten olmayan şeyler cemedilemez. Mesela on kestane, sekiz armut, dokuz elma... Nasıl cemedeceksiniz. Bu mümkün değildir. Ve bu imkansızlık nasıl riyâzi ve bozulmaz bir kaide ise birbirinden tarihleri, ananeleri, meyilleri, müesseseleri, lisanları ve mefkureleri ayrı milletleri cemedip hepsinden bir millet yapmak da o kadar imkansızdır. Bu milletleri cemedip "Osmanlı" derseniz, yanılmış olursunuz.
Mülazım cigarasını unutmuştu. Yüzüme şaşalamış gibi bakıyor, onun şüphesiz ilk defa işittiği bu kadar basit ve adi bir hakikatten şaşalamasını sersemliğe çevirmek için ben izahımda, daha mufassal<ref>ayrıntılı</ref> ve hararetli devam ediyordum. Birçok misaller getiriyor, "Osmanlılık" kelimesinin düveli bir tabirden başka bir şey olmadığını; Rumların, Bulgarların, Sırpların, bütün o eski esirlerimiz olan bugünkü uyanık milletlerin Türklerden intikam almak ve kendi öz kardeşleriyle, Balkan hükümetleriyle birleşmekten daha tabii, daha makul, daha mantıklı, daha haklı mefkureleri olamayacağını anlattım. Lâkin mülazımın anlamadığını gözlerinden, birden coşmasından pek iyi anlıyordum. Cigaralarımız bitmişti. Nihayet:
:— Seninle münakaşa edemem, dedi, çünkü fikirlerimiz taban tabana zıt...
Ve ayağa kalktı. Ben de kalktım. Atlarımızı yedeğe alarak keskin ve kayalı bir sırtın kenarından yürümeye başladık. Yan gözle çaktırmadan yüzüne bakıyordum. Pek mustaripti, hep yere bakıyordu. Bir şey söylemek ister gibi bazı duruyor, sonra vazgeçmiş gibi yine hızla yürümeye devam ediyordu. Yine ben sükutu bozdum:
:— Vâkıâ fikirlerimiz zıt, fakat azizim inkar edemezsiniz, benimkiler doğru değil mi?
:— Hayır, asla doğru değil, dedi.
Tırmandığımız tepeden artık aşağıları görünüyor, Karaali hanlarının üstündeki beyaz jandarma karakolu, Simitli'ye doğru akan çakıllı dere parlıyor, uzakta seyrek ve sık ormanların nispetsiz ve boş alanlarında yanmış tahta yığınları halinde küçük köyler görünüyordu. Ayağa kalkar kalkmaz yine sızmaya başlayan terlerimi ıslak mendilimle silerek yine ısrar ettim:
:— Lâkin, niçin azizim, niçin doğru değil?
Mülazımın canı sıkılmıştı. "Affedersiniz ama..." diye başladı ve coştu; eğer benim iddiam doğru olsaydı o kadar büyük adamlar bunu kabul etmezler miydi? Eski ve yeni bütün hükümetçi memurlara "büyük adamlar" diyordu. Hususiyle "Osmanlılık" fikri söylediğim kadar boş, suni ve hülya olsaydı muvafık ve muhalif bütün siyasi fırkalar programlarına bunu esas yaparlar mıydı? Artık Türkiye'de hiç adam yok muydu? Herkes yanılıyor muydu?
Söyledikçe müdafaasında ve mantığında kendini haklı sanıyor, haklı sandıkça daha ziyâde coşuyor ve biraz eğlenir gibi:
:— Demek koca Türkiye'de herkes cahil de yalnız siz âlimsiniz. Herkes yanılıyor da, aldanıyor da, hakikati yalnız siz anlıyorsunuz, tebrik ederim, tebrik ederim öyleyse...
Diyordu. Yol birdenbire döndü. Derin bir sel yarıntısını geçmek lazım dedi. Durduk. Doğru yürüsek atların ayakları sakatlanacaktı. Belki düşeceklerdi. Etrafımıza bakınıyorduk. Mülazım sevinerek ve gülerek:
:— Ah bakınız, azizim... diye haykırdı, bakınız, işte Osmanlılığın şahidi!
Parmağıyla bin metre kadar ilerde, uçurumlu bir yarın kenarındaki küçük bir Bulgar köyünü gösteriyordu. Siyah ve sürülmüş birkaç tarlacığın içinde süprüntü halinde duran bu viranecikte birkaç da ağaç vardı. Dikkatsiz nazarlarla bakıyordum. Mülazım ellerini çırpar gibi oğuşturarak:
:— Ah görmüyor musunuz, dedi, görmüyor musunuz? Şu köycükte sallanan kırmızı kırmızı hürriyet bayraklarını görmüyor musunuz? Bugünü, Osmanlıların birbirleriyle en samimi ve hakiki kardeş olduklarını dünyaya anlattıkları bu büyük ve mukaddes günü, On Temmuzu alkışlayan bu kırmızı bayrakları görmüyor musunuz?
Dikkat ediyor, dikkatli dikkatli bakıyordum. Köyün orta yerindeki bir binada kırmızı bayraklar asılmış duruyordu! Gözlerime inanamıyordum:
:— Acaba bunlar hürriyet bayrakları mı?
Dedim. Mülazım taştı. Taşmadı; âdeta fışkırdı.
:— Körsünüz azizim, bakar körsünüz. Nafile zahmet edip bakmayınız. Hakikatler görmek istidâdı<ref>kabiliyet</ref> sizde yok. Hâlâ şüphe mi ediyorsunuz? Evet bunlar hürriyet bayraklarıdır. Şu dağ başında kaybolmuş Osmanlı-Bulgar köycüğü On Temmuzu takdis ediyor. İnanmıyor musunuz? Onlar Osmanlı değil midir? Yarın Osmanlı vatanına düşmanlar hücum ettiği vakit sizden evvel onlar koşacaklar, Osmanlılık namına kanlar dökecekler, Osmanlılığı kanlarıyla kurtaracaklar...
Kendimi tutamadım:
:— Bu Bulgarlar ha?..
:— Evet bu Bulgarlar! Bunlar en sadık Osmanlılardır. Komitacılarla hiç münasebetleri yoktur. Komitacılardan nefret ederler. On Temmuzu en mukaddes bir gün bilirler. Fakat siz müteassıpsınız. İnanmazsınız. Hâlâ akılsız ve cahil babalarımız gibi: "Domuz derisinden post, gavurdan dost olmaz..." der, medeniyetin, büyük yirminci asırın doğurduğu insaniyet, uhuvvet<ref>kardeşlik</ref>, müsâvât<ref>eşitlik</ref> fikirleriyle eğlenirsiniz. Bütün Osmanlıların kardeş olmalarını kabul edemezsiniz. İşte bakınız, ufacık bir köy bugünü kırmızı bayraklarla tebcil ediyor<ref>yüceltmek</ref>. Kimbilir, akşam bu büyük günün şerefine nasıl eğlenecekler, nasıl içecekler ve "Yaşasın Osmanlılık, kahrolsun nifak!" diye bağıracaklar..
Ben susuyor ve dinliyordum. Mülazım coşuyor, Tanzimat tılsımının hülyalarıyla, seraplarıyla dalgalanan Osmanlılık rüyasını, onun tatlı hezeyanlarını tasvir ediyor, artık büyük Osmanlı milletine kimsenin galip gelemeyeceğini söylüyordu. Hâlâ yarın başında, uzakta kırmızı bayrakları görünen Bulgar köyünün karşısında duruyorduk. Birden elimden tuttu:
:— İster misiniz, oraya kadar gidelim, dedi, doğruluğuna inanamadığınız Osmanlılığın nasıl kavi ve halis olduğunu kendi gözlerinizle göreceksiniz. Üşenmeyiniz. Gidelim, bu muhterem Osmanlıları, tebrik edelim. Bu büyük gün için öpüşelim.
Daha ziyâde rica ediyordu. Vâkıâ köy ancak bin metre kadar vardı. Lâkin aradaki dere pek sarptı. Oraya varmak için en aşağı bir saat lazımdı. Yolumuzdan bir buçuk saat kadar kaybedecektik. İstemiyordum. Razlık'a geç kalacağımızı söyledim. Mülazım rica ve ısrar ediyor, mutlaka bu zavallıların samimiyet ve sadakatlerini bana göstermek istiyordu. Ben vazgeçmesini, kendi fikirlerini kabul ettiğimi, kendisiyle bir fikirde olduğumu, deminki sözlerimin şakadan başka bir şey olmadığını söyledikçe o ısrar etti. Nihayet dayanamadım.
:— Haydi gidelim.
Dedim. O önden, ben arkadan derin bir uçuruma yuvarlanır gibi indik. Dere kupkuru idi. Etraftaki taşları, kumlu toprak yığınlarını güneş kızdırmış, âdeta bir fırına çevirmişti. Atlarımız bu münasebetsiz seyahattan şaşalamış gibi bazı duruyorlar, gelmemek istiyorlardı. Derenin dibinde köye çıkan yolu bulduk. İndiğimiz kadar çıkacaktık. Nefeslerimiz duruyor, her yirmi adımda bir dinleniyor, tekrar taşları ve çalı köklerini tutarak tırmanıyorduk. Ayaklarımızın altında toprak parçaları yuvarlanıyor, kertenkeleler kaçışıyor, fundaların arasına saklanıyorlardı. İnce yol gayet dikleşti. Ve artık tepeyi tutuyorduk. Bir gayret, bir gayret daha... Hafif bir düzlüğe çıktık. Burası köyün önü idi. Yeni açılmış tarlaların kenarlarında büyük gübre yığınları duruyordu. Kırmızı hürriyet bayrakları takan eve ancak yirmi otuz adım vardı. Durduk. Bizi birden gören zayıf, sarı tüylü ve iri bir köpek havlamaya ve üzerimize atılmaya başladı. Gübreleri burunlarıyla karıştıran irili ufaklı domuzlar, minimini gözleriyle "Bunlar kim?" gibi merak ve tecessüsle bakıyorlardı. Fakat biraz ilerde, tarlanın nihayetinde bel ile çalışan Bulgar, köpeğin havlamasını işitmemiş gibi hiç bize bakmıyor, kim olduğumuzu bile merak etmiyordu.
On Temmuz bayramını tebcil için asılan bayraklara baktım. Bunlar hava aldırmak için güneşe asılmış kırmızı biber dizileri idi... Alçak kapıdan gözüken kolları sıvalı, pis, sarı, esmer bir kadın, hain ve mavi gözleriyle kızdırılmış vahşi bir hayvan gibi bizi süzüyor, etrafımızda havlayan, sıçrayan, deliren köpeği mahsustan çağırmıyordu. Şimdi hürriyet bayrakları sandığı şeylerin ne olduğunu gören mülazım dudaklarını ısırıyor, sapsarı kesiliyordu. Şaşkın bir sesle tarladaki Bulgar'a:
:— Kolay gelsin gospodin<ref>''(Bulgarca)''efendi</ref>!
Dedi. Bulgar hâlâ işini bırakmıyor, başını çevirip bize bakmıyordu. Yine yüzünü çevirmeden sert ve bir küfür kadar çirkin bir şive ile:
:— Nezman<ref>''(Bulgarca)''bilmiyorum</ref> Türkçe bre...
Diye haykırdı. Ben ve mülazım, donmuş kalmıştık. Öyle duruyorduk. Sanki vurulmuştuk. Tablo değişmiyordu. Kadın aynı hain gözlerle bize bakıyor, etrafımızda çırpındıkça daha ziyâde kuduran köpek havlamasında devam ediyor, domuzlar gayet adi ve ehemmiyetsiz mahluklar olduğumuzu anlamışlar gibi sahiplerini taklit ederek bize bakmaktan vazgeçiyorlar, gübrelerde ezeli gıdalarını araştırmaya başlıyorlardı. Tarlada çalışan Osmanlı-Bulgar vatandaş, bir kere olsun dönüp bakmıyor, çapasıyla uğraşıyordu. Mülazımı kolundan çektim:
:— Haydi artık gidelim.
Dedim, cevap vermedi. Beni takip etti. Dumanlaşan gözleri yerde idi. Artık ne onda ne de bende münakaşa edecek kuvvet ve neşe yoktu. Hali bir cehennemin tenha uçurumlarında kalmış günahsız hayvanlar gibi, gayr-i müdrik ve dalgın, tekrar uçuruma girdik. Tırmandığımız yollardan kaymaya başladık.
<center>🙝🙟</center>
Tepeye, Karaali hanlarına giden keçi yoluna çıkınca arkama döndüm. Ta derenin öbür tarafında kalan köye baktım. Hakikaten, zehir kadar acı olan bu kırmızı biber dizileri uzaktan pek cazibeli ve al hürriyet bayrakları gibi parlıyor, insana ne olursa olsun bir şeyi alkışlamak "Yaşasın! Yaşasın!" diye haykırmak arzuları veriyordu.
<div style="text-align:right;"><small>25 Temmuz 1326 (1910)</small></div>
==Dipnotlar==
{{sayfa başı}}
[[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]]
6akk3lo1q99gehm7hjfd6wh9amg49ka
Falaka
0
8614
151663
150688
2022-08-11T13:20:48Z
Kwamikagami
19579
wikitext
text/x-wiki
{{eser başlığı
| önceki =
| sonraki =
| başlık = Falaka
| bölüm =
| eser sahibi = Ömer Seyfettin
| notlar =
}}
<div style=" text-align:right;"><small>–Çocukluk hatıralarından–</small></div>
Her sabah Çarşı Camii'nin arkasındaki harap zaptiye ahırlarının önünden, bir serçe sürüsü gibi cıvıldayarak geçerdik. Mektep biraz daha ileride, alçak duvarlı, oldukça geniş bir avlunun ortasında idi. Tek kattı, etrafında yükselen büyük kestane ağaçlarının birbirine karışmış koyu gölgeleri, bütün çatısını kaplardı. Biz daha avlunun kapısından girmeden Hoca Efendi'nin bulunup bulunmadığını, şöyle bir bakar, anlardık:
:"Abdurrahman Çelebi gelmiş mi be?"
:"Gelmiş, gelmiş..."
Abdurrahman Çelebi, Hoca Efendi'nin ihtiyar eşeğiydi. Siyah, huysuz, inatçı bir hayvan... Her sabah bizim gibi erkenden mektebe gelir, akşama kadar kalır; evlerimizden nöbetle getirdiğimiz kucak kucak otları, yazsa ağaçların, kışsa sol taraftaki abdestlik sundurması altında yavaş yavaş yerdi. Ona su vermek, onu tımar etmek mektepte bir imtiyazdı. Hoca Efendi'ye kim yaranırsa bu mükafatı kazanırdı. Mektebin kapısına dar, taş bir merdivenle çıkılırdı. İçeri girilince ta karşıya Hoca Efendi'nin rahlesi gelirdi. Rahlenin önünde top yavrusu, müthiş, tuhaf bir tüfek gibi, siyah kayışlı, ağır falaka asılı dururdu. Hepimiz kırk çocuktuk. Kızları birkaç ay evvel bizden ayırarak başka yere kaldırmışlardı. Sınıf taksimi filan yoktu. Elifbe'yi, Amme'yi her şeyi bir ağızdan okuyor, rakamları bir ağızdan sayıyor, bir ağızdan ilâhi söylüyorduk. Bütün derslerimiz yeknesak umumi bir bestenin, mânâlarını asla anlamadığımız güfteleriydi.
Hoca Efendi, ak sakallı, uzun boylu, bağırtkan bir ihtiyardı. Yaz, kış, daima cübbesiz, abdest almaya hazırlanmış gibi kolları paçaları çıplak, sıvalı, yerinde otururdu. Öğleden sonra Çarşı Camii'ni süpürmeye gidip hiç gelmeyen kalfa daha gençti. Müezzinlik de yapıyordu. Bize şeker, leblebi, keçiboynuzu, hünnap, iğde vesaire satardı.
<center>🙝🙟</center>
Gönen'den geldiğimiz günden beri bu mektebe devam ediyordum. Ama dersten mersten hiç haberim yoktu. Bir ağızdan okumaya başladık mı, ne olursa olsun, ben de karışır, bağırmaya başlardım. En birinci zevkim falaka tutmak!.. Fakat bir gün Hakim Efendi ile setre pantolonlu, gülmez suratlı biri geldi.
:"Kaymakam Bey! Kaymakam Bey!" dediler.
Sakalsız, esmer, uzun boylu, aksi bir adam. Kapıdan girer girmez Hoca Efendi'nin işareti üzerine hepimiz ayağa kalktık. Birisini çağırıyormuş gibi elini, başını sallayarak bizi oturttu. Hepimizi ayrı ayrı gözden geçirdi. Birkaçımızı okutmak istedi. Halbuki biz tek ağızla, ahenksiz okuyamazdık. Yüzünü buruşturdu. Yere bakarak başını salladı. Sonra gözlerini Hoca Efendi'nin başında asılı duran falakaya dikti. Baktı, baktı... Ömründe ilk defa bir falaka görüyormuş gibi dikkatle baktı. Döndü, selam vermeden çıkarken;
:"Biraz dışarı gelir misiniz, Hoca Efendi?" dedi.
Hoca Efendi titreyerek dîvan duruyor gibi kollarını önüne kavuşturarak yürüdü. Hakim Efendi ile kaymakamın arkasından bahçeye çıktı. Dışarda ne konuştuklarını bilmiyorduk. Ama falaka ertesi gün yerinde yoktu.
:"Falaka yasak olmuş..." diyorlardı. Sözde kaymakam bey yasak etmiş!..
Dayak korkusu kalkınca, biz, kırk çocuk, öyle azdık, öyle kudurduk ki... Ne yaptığımızı bilmiyor, artık hocayı hiç dinlemiyor, yüzüne leblebi atıyor, minderine iğne koyuyor, pabuçlarını saklayıp onu saatlerce arattırıyor, yalvartıyorduk. Dayaksız bizi okutamayacağını anlayan
Hoca Efendi, nihayet yine bir gün falakayı çıkardı. Ama başucuna asmadı, oturduğu minderin arkasına sakladı. Ama şimdi kim kabahat işlerse eskisinden fena dövüyordu.
<center>🙝🙟</center>
İyice hatırlıyorum; kırk çocuk, hepimiz müttefik. Aramızdan müzevir çıkmıyor, Hoca Efendi'ye karşı tek bir vücut gibi hareket ediyorduk. Bir gün bahçede sözbirliği ettik. İçerde hepimiz birden esnemeye başladık. Hoca Efendi de esnemeye başladı. Zavallı ihtiyar uyuyuverdi. O zaman kalktık, rahlenin üzerindeki enfiye kutusunu aldık, hepimiz çektik. Bütün mektebin içinde bir hapşırmadır gitti... Hoca Efendi gürültüden uyanınca işi anladı. Enfiyesini kimin çaldığını sordu. Bir ağızdan ahenkle,
:"Bilmiyoruz, bilmiyoruz!" dedik.
:"Hepinizi falakaya çekeceğim."
:"Bilmiyoruz, bilmiyoruz!"
:"Kimse söylemeyecek mi?"
:"Bilmiyoruz ki, bilmiyoruz ki..."
:"Bilmiyor musunuz, pekâlâ! Necip, git camiden kalfayı çağır, çabuk."
Beş dakika sonra kalfa geldi. Korkunç bir sahne başladı. Sopayı biri bırakıp biri alıyordu. Nöbetleşe falaka tutuyorduk. Hepimizi sıra dayağına çektiler. Bu günden sonra Hoca Efendi esneme ile hapşırmayı en büyük kabahat sayıyordu. Hele hapşırmak...Kazara, kendiliğinden hapşıranı, "Benimle eğleniyor musunuz?" diye yere yıkıyor, bayıltıncaya kadar dövüyordu. Aksi gibi, benim hiç durmadan esneyeceğim geliyor, hapşırmak istiyordum. Birkaç defa bunun için dayak yedim. Hoca Efendi dayağı bitirince bütün kuvvetiyle rahlesine vuruyor:
:"Kim hapşırırsa, şart olsun ki öldürünceye kadar döveceğim!'' diye haykırıyordu.
:"Şart olsun, kim hapşırırsa..."
"Şart olsun!" Bu nasıl yemindi? Evde anneme sordum. Başını salladı. Gözlerini açtı:
:"Çok büyük yemin!" dedi.
:"Yalan yere bu yemini eden çarpılır mı?"
:"Hayır."
:"Ya ne olur?"
:"Daha fena."
:"Nasıl?"
:"Karısı boş düşer."
İyice anlamadım. Ama bu yeminin dehşetini mektepte çocuklara etrafıyla söyledim. Artık hep, evli adamlar gibi, yalan-doğru, biz de "Şart olsun!" yeminine başladık. "Vallahi, billahi!" unutuldu. Hoca Efendi de her sabah rahlesine çökerken hiç unutmuyor:
"Kim hapşırırsa, şart olsun, öldürürüm!" diye tekrarlıyordu.
<center>🙝🙟</center>
Bir gün öğle paydosundan sonra içeri girdik. Her vakitki gibi derin bir uğultu... Ben baktım, Hoca Efendi dalmış uyuyor! Hemen ayağa kalktım. Çocuklara, işaret parmağımı dudaklarıma götürerek, "Susunuz!" işaretini verdim. Ses seda kesildi. Hepsi ne yapacağıma bakıyordu. Gözüme rahlenin üzerinde, kapağı açık duran bir tabaka kadar büyük enfiye kutusu ilişmişti. Yürüdüm, ayaklarımın ucuna basarak yaklaştım, kutuyu aldım. İçindeki enfiyeleri cüzümün arasına boşalttım. Kutuyu yine açık olarak yerine bıraktım. Çocuklar çekmek için etrafıma toplandılar.
:"Hayır, biz çekmeyeceğiz" dedim. "Sonra hapşırırız. Uyanır."
:"Ya sen ne yapacaksın?"
:"Görürsünüz..."
:"Ne yapacaksın, ne yapacaksın?"
:"Söylemem diyorum. Çok güleceğiz."
Öyle bir şeytanlık kurmuştum ki, daha yapmadan, gülüyor, katılıyordum. Çocuklar da bana bakarak gülüyorlardı. Gülüşme gürültüsüne Hoca Efendi uyandı. Hemen kutuya baktı. İçinde enfiye yok... Hiddetlendi:
:"Kim aldıysa söylesin, şart olsun gebertirim."
Hep bir ağızdan, ahenkle,
:"Şart olsun, haberimiz yok!" dedik.
:"Kim aldı? Söyleyiniz."
:"Bilmiyoruz, bilmiyoruz!"
:"Pekâlâ, ben size gösteririm. Şimdi hapşırınca alan meydana çıkar. Şart olsun, onu falakaya yıkacağım. Gebertinceye kadar döveceğim."
Kazara hapşıracağız diye hepimizin ödü kopuyordu.
:"Şart olsun... Ah bugün biriniz hapşırırsa...Şart olsun, geberteceğim..."
:"Ah şart olsun, biriniz hapşırırsa..."
Hoca Efendi'nin öfkesi bir türlü geçmiyordu. Ben rahlenin altında, cüzümden kopardığım iki yaprağı boru gibi büküyor, enfiyeleri içine dolduruyordum.
Akşam yaklaştı. Hoca Efendi kollarını indirdi. Çoraplarını, mestini giydi. Cübbesini omuzuna aldı. Hep bir ağızdan, kerrat cetvelinin tegannî<ref>bir ahenkle inleme, genizden ses çıkarma</ref> sinden sonra ilâhiye başladık. Ben nihayete doğru yanımdaki çocuğu dürterek kalktım. O da kalktı. Ellerimizi kaldırdık. Hoca Efendi bağırdı:
:"Ne var?"
:"Abdurrahman Çelebi'yi hazırlayalım mı?"
:"Haydi, pekâlâ, çabuk!"
Kapıdan çıktık. Her akşam Hoca Efendi'nin izin verdiği iki çocuk önden çıkar, eşeğin yularını, semerini vururdu. Taş merdiveni koşarak indik. Abdurrahman Çelebi, yiyemediği otların üstüne uzanmış yatıyordu. Tekmeleyerek kaldırdık. Yularını, semerini vurduk. Artık ilâhi sesleri kesilmişti. Ben cüzdanımdan içi enfiye dolu kâğıt boruları çıkardım. Yavaşça eğildim. Abdurrahman Çelebi daha bir şey anlamıyordu. Bu borulardan bir tanesini bütün kuvvetimle burnuna üfledim. Genzine bir tabanca sıkılmış gibi şaha kalktı, ikinci boruyu üfleyemedim. Yularından tuttum. Sıçrata sıçrata taş merdivenin önüne doğru götürdüm. Öteki çocuk yanımdan geliyor, gülmemek için eliyle ağzını tutuyordu. Hoca Efendi cübbesini giymiş, vakarla yavaş yavaş merdivenlerden iniyordu. Çocukların hepsi bir turna dizisi gibi arkasından iniyorlardı. Eşek şaha kalkıyordu.
:"Ne olmuş bu hayvana?"
:"Bilmem efendim, uyuyordu..."
:"Gemini yanlış vurmuşsunuz."
:"Hayır."
:"Getirin bakayım."
Bütün çocuklar da bakıyordu. Eşeği taş basamağa yaklaştırdım. Tam bu esnada Abdurrahman Çelebi nezleye tutulmuş bir insan gibi, "Pişih, pişih..." diye başını sarstı, bütün çocuklar gülmeye başladı.
Hoca Efendi şaşırdı. Enfiyenin etkisini duymaya başlayan Abdurrahman Çelebi, habire hapşırıyordu. Ben sanki hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi:
:"Sizinle eğleniyor efendim," dedim.
:"Halt etmişsin..."
Daha ziyade küstahlaştım:
:"Bunu da falakaya yıkmalısınız."
:"O hayvan, o..."
Kahkahalarla katılan çocuklar:
:"Falaka, falaka..." diye bağırıyorlardı. Ben onlardan cesaret aldım. Dedim ki:
:"Hoca Efendi, bugün mektepte, 'Kim hapşırırsa şart olsun falakaya yıkacağım,' dediniz. Eğer Abdurrahman Çelebi'yi affederseniz karınız boş düşer."
Çocuklar ders gibi bir ağızdan ve ahenkle:
:"Karınız boş düşer! Karınız boş düşer!.." diye haykırışıyorlardı.
Hoca Efendi bir an şaşırdı. Bineceği zamanlar, "Oh benim Abdurrahman Çelebi, oh benim Abdurrahman Çelebi!" diye diye sevgiyle okşadığı eşeğine dehşetle baktı. Kapının yanından bir çocuk içeri koşmuş, falakayı, değneği çıkarmıştı. Abdurrahman Çelebi'cik düzensiz aralarla hapşırıyor, burnunu yere sürmek istiyordu.
Falaka, değnek, elden ele Hoca Efendi'nin önüne kadar geldi. Çocuklar gülmekten katılıyorlar,
:"Karınız boş düşer! Karınız boş düşer!.." diye bir ağızdan tekrarlıyorlardı. Çocuklara mı, eşeğe mi, neye kızdığını bilmeyen Hoca Efendi, gayr-i ihtiyâri,
:"Yıkınız!" emrini verdi.
Belki yirmi çocuk Abdurrahman Çelebi'nin başına üşüştü. Uzun bir uğraşıdan sonra yere yatırdık. Arka ayaklarını falakaya taktık. Hoca Efendi sopayı eline aldı. Nallar gibi "tak tak" vurmaya başladı. Eşek debeleniyor, çocuklar bağırıyor, gülüyor, nâralar atıyorlardı. Müthiş bir gürültü... Ansızın arkadan bir çocuk;
:"Kaymakam Bey!" diye bağırdı.
Hepimiz sustuk. Yüzümüzü avlu kapısına çevirdik; siyah setre pantolonlu, kırmızı fesli, ekşi suratlı bir adam... Sağında solunda birer zaptiye dimdik duruyordu.
:"Ne oluyor, Hoca Efendi?" diye sordu.
Hoca Efendi fena halde şaşaladı. Önüne baktı. Değnek elinden düştü. Falakayı tutanlar bıraktılar. Kurtulan ürkmüş eşek çifte ata ata, kestane ağaçlarının altına kaçıyor, hem de avazı çıktığı kadar anırıyordu. Kaymakam avluya girdi. Yavaş yavaş yürüdü. Mektebin önüne yaklaştı. Kaşları çatılmıştı. Hiddetle tekrar sordu:
:"Ne yapıyordunuz?"
:"Şey... Efendim..."
Hoca Efendi kekeliyordu.
:"Ne?"
:"Şart etmiştim."
:"Ne demek?"
:"Hapşıran için..."
:"Ne hapşıranı?"
:"Eşek hapşırdı."
:"Eşek mi hapşırdı?"
:"! ! !"
Çocuklar, hem hapşırıyor, hem gülüşüyorlardı. Kaymakam, vakarına dokunan bu arsızlığa hiddetlendi. Isıracak gibi dişlerini göstererek,
:"Defolun bakayım oradan, terbiyesizler!" dedi.
Biz korktuk, hemen sustuk. Sonra şaşkın, perişan, yere bakan Hoca Efendi'ye döndü:
:"Benimle birlikte geliniz."
Kaymakam önde, zaptiyelerle Hoca Efendi arkada, çıkıp gittiler.
<center>🙝🙟</center>
Bundan sonra mektepte ne falakayı gördük, ne de... Hoca Efendi'yi!..
Şimdi ben kimi hapşırırken görsem, pek küçükken yaptığım bu tuhaf muzipliği hatırlarım. Gülümserim. Yüreğimde belirsiz bir acı sızlar. Benim sebebime hocalıktan kovulan, ihtimal aç kalan bu ak sakallı, fakir ihtiyarın zavallı hayali karşıma dikilir. Zaman geçtikçe hafifleyecek yerde, daha ziyade ağırlaşan bir vicdan azabı duyarım.
Fakat...
Fakat, bunun gibi, hayattaki her gülünç şeyin altında görünmez bir facia yok mudur?
==Dipnotlar==
{{sayfa başı}}
{{dipnot|1}}
[[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]]
o9w9u108zittz4pc8pk6z2xkva7zno0
Piç
0
8625
151661
140854
2022-08-11T13:19:48Z
Kwamikagami
19579
wikitext
text/x-wiki
{{eser başlığı
| önceki =
| sonraki =
| başlık = Piç
| bölüm =
| eser sahibi = Ömer Seyfettin
| notlar =
}}
Ah Mısır! Bazı Türkler oraya eğlenmeye, hava değişimine giderler! Bilmem o hayata, o manzaraya nasıl tahammül ederler? Ciğerlerine milyonlarca verem mikrobu saldırmış üzgün ve halsiz yatan bir hastanın başucunda hiç eğlenilir, hiçbir yaralının akmış ve daha kurumamış kan selleri üzerinde badeler içilir, keyifler çatılır, naralar atılır mı? Ben, mümkün değil bir hafta oturamam. Geniş ve otomobil dolu caddeler, heykelli meydanlar, içine girilmez bir kuvvet ve bir para kalesi gibi yükselen büyük bankalar, büyük tiyatrolar, peri saraylarını andıran süslü ve billurlu gazinolar... Hep, hep bu yabancı müesseseler bende ağır bir kâbus yaratır. Gözle görülen her şeyin yabancı olduğunu, yabancılara ait bulunduğunu düşünmek sinirlerime dokunur. Sokakları dolduran sayılmaz şapkaların zalim ve kurnaz, gaddar ve namussuz gölgelerinde sararmış solmuş gibi boyunları eğri, zayıf, mahzun dolaşan sarıklı yerlilere, bu zavallı Arap kardeşlerime kalbimde derin bir sızı duymadan bakamam. Necip Araplık, yükselmek isteyen Türklüğün o kuvvetli ve mukaddes kanadı, orada kendi vatanında esirden başka bir şey değildir. Türklerin çekilmesiyle beraber hain ve zehirli bir çekirge bulutu gibi oraya üşüşen Avrupalılar, bu zavallı İslam memleketinin bütün hayat damarlarını ellerine geçirmişler, doymak bilmez kudurmuş bir açlıkla, azgın bir hırsla din kardeşlerimizin kanlarını emip dururlar... Bütün servet, bütün kuvvet, bütün mutluluk onlarındır... Ben Mısır'da çok sıkılır, kendimi adeta bir zindanda sanırım. Bu manevi zindandaki tutuklu kardeşlerimin arasında serbest gezmek hoşuma gitmez. Daima otele kapanırım. Hakiki bir zindan hayatı geçirir, yıllardan beri düşmanların eline düşmüş olan bu kıymetli vatanın sönmez matemlerini tutar, elemler içinde kıvranmaktan acı bir zevk duyarım.
Bu sefer de yine kendimi böyle hapsetmiştim. Bingazi'deki muharebeye karışmak için beraber yola çıktığım arkadaş Kahire'de hastalanmıştı. Doktor on gün istirahat lazım geldiğini söyledi. Onu beklemeye mecburdum. Hem Türk düşmanlarının, yani Avrupalıların hâkim bulunduğu bir yerde zaten yakalanmak için aranan bir Türk'ü, bir kan kardeşimi yalnız bırakabilir miydim?
Bu on gün bana on senelik bir kürek cezası gibi geldi. Yatakta duramazdım. Gündüz garsona gazeteleri aldırır, okur, bir koltuğa uzanarak saatlerce adı dünya yüzünden kaldırılmaya çalışılan Türklüğün talihini düşünür ve terlerdim. İşte Asya'daki Türk hükümetlerini bitiren Avrupalılar, onların din ve şan kardeşlerine, Araplara da saldırmaya başlamışlardı. Bütün Turan, bütün Hindistan esirdi. İngiltere kralı yeniden Hindistan'daki eski Türk İmparatorluğunun tahtına oturmak için Mısır sömürgesinden geçerken, şimdi cihan politikasında bir gölge halinde kalan büyük hakanın oğlunu ayağına getiriyordu. Türklerle beraber Araplar da eziliyor, Sudan, Fas, Cezayir, Tunus ve nihayet Trablus ve Bingazi de alınıyordu.
Kalbim, bunları düşüne düşüne dimağımda ateşlenen kanımdan, yanmaya başlardı. Geceleri uykusuz kalır ve bu ıstırapla balkona çıkar, aşağıda yönünü kestiremeyen bir nehir gürültüsüyle akıp giden ahaliye dalardım. Çokluğu hep şapkalılar, yabancılar teşkil ederdi. Ara sıra, sanki parlak ve medeni esirliklerinin dehşetini duymuş gibi neşesiz ve dalgın geçen tek tük sarıklı ve entarili yerlilere bakarak, Şark'ın hakkını istemeyen, hakkı için vurmayan, hakkı için kırmayan, hakkı için yakmayan, hakkı için öldürmeyen, hakkı için haksızlık yapmayan azimsiz ve budala ruhuna lanetler eder, yalnız Şark'ta yaşayan bu miskin ve alçak "tevekkül"ün granitten ağırlığını kendi omuzlarımda, kendi tembel başımda hisseder gibi olurdum. Ve birden dudaklarımda Türk şairinin:
:''Her zulmü, kahrı boğmağa bir parça kan yeter,''
:''Ey Şark uyan, yeter ey Şark, uyan, yeter...''<ref>Ali Canip Yöntem'in ''Şarkın Ufukları'' adlı şiirinin son dizeleri</ref>
inlemesi uçardı. Evet, bu tevekkül zindanında yaşamak beni hasta ediyordu. Günler geçtikçe daha ziyade asabileşiyor, sararıyor, yine başıma sanki görünmez oklar saplanıyordu.
...Yine bir akşam, başım böyle fena halde tutmuştu. Boğulacak gibi oluyordum. Gece yarısı yaklaşıyordu. "Biraz hava alayım" dedim. Paltomu giyerek sokağa çıktım. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Elektrik ışıklarıyla gündüzden daha aydınlık olan sokaklardan geçiyordum. Kadınlar, erkekler, çocuklar, yerliler, yabancılar birbirlerine karışmış, gülerek, oynaşarak ağır ve yavaş akıp gidiyorlardı. Ve üzerlerinde iğrenç, keskin bir fuhuş, bir sefahat kokusu dalgalanıyordu.
Ben, düz ve parlak yaya kaldırımında yürüyor ve her tarafı görmemek için sağımdaki pastacıları, tuhafiyeci dükkânlarını, içindekilerini seyrediyordum. Ötede temiz ve sade bir lokanta gördüm. Hemen boş denecek kadar tenha idi. Caddenin kalabalığı beni çok sıkmıştı. Ansızın bir Türk lokantasına benzeyen bu tenha yere girmek arzusunu duydum. Açık kapısından girdim. "Bir çorba olsun içerim" diyordum. Oturur oturmaz garson geldi. İngilizce ve Fransızca yazılmış listeyi vererek ne istediğimi sordu. Okumadan:
:— Çorba... dedim.
Ve getirince içmeye başladım. İçerken etrafıma bakıyordum. Bütün duvarlar ayna idi. Aynaların üzerindeki kralının ve kraliçesinin, Galler Prensi'nin büyük ebatta yapılmış resimleri göze çarpıyordu. Yanlarında başka küçük resimler de vardı. Galiba Mısır'ın ehramları, Sfenks'in yağlıboya manzaraları idi. Bunlara dalmıştım. Bu esnada kapıdan bir adam girdi. Başında büyük ve hasır bir şapka vardı. Gayet şık ve uzun boylu idi. Garsonun yardımıyla şapkasını ve paltosunu çıkardı. Tam yanımdaki masaya oturdu. Karşısındaki aynada hayalini görüyordum. Dikkatle bakmaya başladım. Çünkü ben bu çehreyi tanıyordum. Fakat nereden?
O da aynadan bana bakıyordu.
İstanbul'da ve Selânik'te kendileriyle münasebette bulunduğum yabancıları ve Rumları aklımdan geçiriyordum. Bir türlü bunu hatırlıyamıyordum. Çorbadan sonra iki tabak yemek daha yedim. O da bana bakıyordu. Mutlaka o da beni tanımak istiyordu. Artık rahatsız oluyor, halledilemeyen muammaların karşısında bizi üzen o tatsız sıkıntıya benzer bir şey duyuyordum. Onun da benim gibi sıkıldığını görüyor, rahatsızlığının farkına varıyordum. Nihayet yemeğini bitirdi. Bir cigara yaktı. Kalktı. Paltosunu ve şapkasını giydikten sonra garsona para ve bahşiş verdi. Dışarı çıkıyordu. Birden benim masamın önünde durdu. Tavrında âdeta, bir aktör vaziyeti vardı. Adımı söyledi:
:— Siz... değil misiniz?..
:— Evet, benim diye kekeledim.
Kesik bıyıklarının altından parlak dişlerini göstererek gülüyordu.
:— Beni tanımadınız mı?
:— Affedersiniz, fakat hatırlayamıyorum.
:— Ben Ahmet Nihat'ım...
Şapkanın altında yabancı ve Şarklılara özgü duran gözlerini hemen tanıdım. Bu, benim okul arkadaşımdı. Fakat hali birdenbire bende fena bir tesir bıraktı. Kalkıp elini tutamadım. Zoraki gülümsedim. Mısır gibi hiç olmazsa isimce Müslüman sayılan bir memlekette bir Türk'ün şapka giymesinde ne vardı? Hatta burada bazı ecnebiler bile fes giymiyorlar mıydı? Bozulduğumu anladı. Ve aradaki soğuk ve sıkıcı sessizliği yırttı:
:— Burada ne arıyorsunuz, gezmeye mi geldiniz?
Kısaca,
:— Hayır, geçiyordum, dedim.
Tekrar sordu:
:— Nereye?
:— Bingazi'ye...
:— Ooo, kahramanlık ha... Tebrik ederim. Fakat boşuna çalışıyorsunuz. Artık orası yandı.
Birden böyle söylemesi canımı daha ziyade sıktı. İstemeyerek biraz kaba cevap verdim:
:— Şapka giyen Türkler öyle sanırlar...
Daha çok gülümsedi. Ta gözlerimin içine bakıyordu. Biraz yavaşça:
:— Fakat azizim, ben Türk değilim, dedi.
Ben şaşaladım:
:— Türk değilseniz, Osmanlısınız ya?..
:— Hayır, Osmanlı da değilim.
:— Hiç olmazsa Müslümansınız ya?..
:— Hayır azizim, Müslüman da değilim.
Bütün bütün şaşaladım. Onun da gülümsemesi garipleşmişti...
:— O halde nesiniz? diye sordum.
Ve yüzüne baktım. Soğukkanlılıkla cevap verdi:
:— Katoliğim ve Fransız'ım...
Böyle söylemesi sinirlerime dokundu. Biraz acı ve ekşi, alay etmek istedim. Gülmüyor, yalnız dişlerimi gösteriyordum:
:— Tanıdığım Ahmet Nihat katolik olabilir. İnancını elbise gibi değiştirebilen, vicdanını adi bir eşya gibi satan insanlar bu dünyada az değildir. Lâkin İstanbul'da doğan, anası Türk, babası Türk olan, Türkçe konuşan bir aileden çıkan, damarlarında Türk kanı akan bir Ahmet Nihat milliyetini değiştiremez, Fransız olamaz, yalnız kendini aldatır...
:— Hayır, kendimi aldatmıyorum. Halis bir Fransız'ım.
:— Mümkün mü? Bu ilme, bu tabiata aykırı bir şey...
:— Bilseniz, doğru söylediğimi anlayacaksınız. Ama burada olmaz. Biraz uzundur. Haydi kalkınız. Bir yerde oturalım. Tamamıyla bir Fransız olduğumu anlayınız da, şapka giydiğime kızmayınız, olur mu?
Sanki alay ediyordu... Söyleyeceği saçmaları zaten biliyordum. Dinlerin, ananelerin, âdetlerin, ırk teorisinin hep efsane olduğunu, milliyetlerine güven, terbiye ve menfaate göre değiştiğini, hangi milletin terbiyesi görülürse, o milletin ruhuna sahip olunacağını ve nihayet medenilik isteyen bir adamın mutlaka Avrupalılaşması lazım geldiğini iddia edecekti. Fakat bu boş ve çirkin iddiayı bir kere de onun ağzından işitmek istedim. Garsona parasını verdim. Ve hemen kalktım. O, yanımda gidiyordu. Bu milliyetinden çıkmış herif, denizden çıkmış veya patlamış ölü bir köpek balığına benziyordu. Âdeta bir kokuşmuşluk duyuyor, iğreniyor, iğreniyordum.
Çok yürümedik, geniş bir gazinoya girdik. Göz kamaşacak kadar aydınlıktı. Kenarda bir masaya oturduk... Yanımızda büyük bir saksı vardı, içinde tanımadığım bir bitki büyük yapraklarını tavana kadar çıkarıyor, iri ve tuhaf gölgelerini üzerimize düşürüyordu. Dirseklerimi mermere dayadım. "Haydi bakalım, seni dinliyorum!" gibi bu Türk kaçığının, bu hissiz Sart<ref>Orta Asya'da şehirli halka verilen isim. Burada ''şehir züppesi'' olarak kullanılmıştır.</ref>'ın yüzüne baktım. Hiç heyecan falan göstermiyor, eski dininden, eski soyundan, eski memleketinden bir arkadaşla bulunmak onda herhangi bir yesir yapmıyordu.
"Hikâyem tıpkı hayali, hissi bir roman kadar gariptir" diye başladı, "ihtimal inanmayacaksınız. Fakat ben sizi sıkmamak için uzatmayarak anlatacağım. Dikkatle dinleyiniz. Gerçi okulda sizinle çok sıkı görüşmezdik. Ruhlarımız, meyillerimiz ayrı idi. Aramızda biraz, biraz değil... çok uzaklık vardı. Fakat yine beni tanırsınız. Hatırlayınız. Siz, Türkler, bana `Frenk Nihat´ derdiniz ve hakkınız da vardı. Ben son moda elbise giyer, tırnaklarımı uzatır, dinsizliğimi meydana vurur, Türklüğe dair ne varsa tahkir eder, Türkçe konuşmayacak kadar nefretimde taassup gösterirdim.
Hep Fransızca konuşur, tatil zamanlarımı Beyoğlu'nda geçirirdim. Türk ve Türklüğe benzer her şeyden tiksinir, iğrenirdim. Okuldan ziyade evde azap çekerdim. Babam, iri vücudu, geniş omuzları, kuvvetli kolları, ablak çehresi, kalın dudaklarıyla tıpkı budala bir Türk pehlivanını andırırdı. Bütün hareketleri adi, kaba ve bayağı idi. Gayet narin ve nazik bir Çerkez olan annem, ondan dehşetle nefret ederdi. Ben bunu anlardım. Akrabalarımın da hiçbirisini sevmezdim. İstanbul bana zindan gibi gelirdi. Levanten arkadaşlarım olmasaydı belki deli olurdum. Geceleri Avrupa ve Batı şehirleri rüyama girer, daima odama kapanır, bağırarak milli parçalar, operalar söyler, kalkar bazı da yapayalnız oynardım. Nihayet hukuk tahsili için Paris'e gittim. Orada kimse bana Türk diyemezdi. Tamamıyla Fransızlaşmıştım. Tatil zamanında İstanbul'a dönmedim. Boş yere annem, babam beni çağırıyordu. Ben okulu bahane ediyordum. İstanbul'da iken rüyalarımı süsleyen batı hayatı o kadar, o kadar hoşuma gidiyordu ki, memleketimi ve Türk olduğumu hatırlayınca mahzunlaşır ve titrerdim. Bir iştiyakım, bir hicranım vardı. Bu hicran dudaklarıma ezelî bir nakarat yapıştırmıştı. Bu nakaratı kalabalıkta içimden, yalnızken yüksek sesle tekrar eder dururdum:
Ah, ben niçin bir Fransız doğmadım...
Ve Türk olduğumu düşünmek, kendimi öldürmek arzuları verirdi. Tahsilimin ikinci senesini bitirdim. Yine tatil zamanında İstanbul'a dönmedim.
İstanbul'a gitsem nefret ve hiddetimden öleceğimi sanıyordum. Bir gece tabiiyet<ref>uyruk</ref> ve dinimi değiştirmek aklıma geldi. Mahkemeye lüzum görmedim. Hemen karar verdim. Bir sene sonra avukat olacaktım. Paris'te ufak bir mevki bulur, rahatça yaşayabilirdim. Artık hep kararımı dalga geçiyor , İstanbul'a, Türk muhitine hiç dönmeyeceğim için tarif olunmaz bir sevinç duyuyordum. Bu esnada İstanbul'dan bir telgraf aldım: `Annenize ameliyat yapıldı. Ölümü muhakkaktır. Yetişiniz. Size bir vasiyeti var.´ Aldırmadım. Yirmi dört saat geçmedi. İkinci bir telgraf aldım: `Anneniz ruhunu teslim ediyor. Size bir vasiyeti var. Gelmezseniz mirasından mahrum kalacaksınız.´ Yine aldırmayacaktım; fakat miras meselesi midemi bulandırdı. En nazik damarımı bulmuşlardı. Küçükten beri son derece menfaatimi bilir, menfaatimi her şeye tercih ederdim. Çaresiz kalktım. Bavulumu bile almayarak şimendifere<ref>tren</ref> atladım. Yine o iğrenç ciğer gibi fesi giyecek, yine budala bir Türk'e kırmızı başlı duygusuz bir şampanya şişesine benzeyecektim. Gardan arabaya atladım. Etrafımı görmemek için pencerenin perdelerini indirmiştim. Doğru eve geldim. Ayak üzerinde bana anlattılar. Annemin memesinde seratan<ref>kanser</ref> çıkmış. İki defa ameliyat yapmışlar. Doktorlar her gün, `Yarına çıkmaz´ diyorlarmış. Beklemedim. Hemen yanına girdim. Zavallı annem sanki ölmüştü. Yalnız gözleri yaşıyordu. Beni görünce güldü, yanına çağırdı. Ellerimi tutmak istedi. Fakat kolunu kaldıramıyordu.
:— Herkes dışarı çıksın, herkes... diye inledi.
Yatağının başucunda bir inek gibi böğürerek ağlayan gecelik entarili babam, ihtiyar halam, halamın şişman ve dul kızı, hizmetçiler, hepsi kapıdan dışarı çıktılar. İkimiz kaldık. Annem zayıf bir sesle:
:— Kapıyı sürmele... dedi.
Bu tedbiri garip buluyordum. Gittim, sürgüyü sürdüm; tekrar yatağın yanına geldim.
:— Söyleyeceğim şey biraz uzuh Nihat dedi. Altına bir sandalye al.
Cevap vermeden itaat ettim. Yüzüne bakıyordum. Sarı ölüm rengi yavaş yavaş soğuk ve korkunç bir menekşe rengine dönüyordu. Ağlamaya başladı. Gözlerinden iri yaşlar dökülüyor, saçlarının etrafına asılıp kalıyordu.
:— Niçin ağlıyorsun anneciğim? İnşallah iyi olacaksın! diye elimle başını okşadım.
Gözyaşları içinde gülerek:
:— Teselli istemem Nihat, dedi. Ölüyorum; bir saat sonra öleceğim. Bırak ağlayayım. Sevincimden ağlıyorum. Gelmeseydin, yetişmeseydin, mukaddes bir sır da benimle beraber mezara gidecekti. Senin haberin olmayacaktı.
Bir şey anlamıyor dalgın dalgın yüzüne bakıyordum. O, zorla kaldırdığı elleriyle gözlerini kapayarak devam etti:
:— Sakın hiddetlenme, kızma... Düşün ki, işittiklerin bir ölünün ağzından çıkıyor. Ölüler sırlarını saklamazlar. Ölmezden evvel bütün hayatımızca gizlediğimiz şeyleri söylemek insanların en mukaddes vazifeleridir.
Ben yine bir şey anlamıyordum:
:— Anneciğim, dedim, niçin hiddetleneceğim. Ne söylersen seve seve dinleyeceğim. Vasiyetini noktası noktasına yapacağım. İşte vaat ediyorum.
:— Hayır, biliyorum, darılacaksın, diye cevap verdi. Sağ olsam, ölüm döşeğinde yatmasam, ihtimal beni ayaklarının altına alacaksın, ezeceksin. Ama şimdi eminim, hiçbir şey, hiçbir şey... elini bile kaldıramayacaksın. İşte söyleyeyim: Baban, senin asıl baban değildir...
Gözlerimi açtım. Ve şaşırdım. Zayıf kolunu tutarak:
:— Benim babam değil mi? Öyleyse babam kim? diye haykırdım.
Aptallaşmıştım. O, bir elini dudaklarına götürerek rica eder gibi bana baktı:
:— Yavaş Nihat'çığım, dışarıdan işitecekler. Halbuki ben yalnız sana söylemek isterim. Ben pek gençken kocaya vardım. Ölürken bile başımdan ayrılmayan, beni son nefesimde rahat bırakmayan herif bana o vakitler akla gelmez cefalar çektirmişti. Çocuğu olmuyordu. Her akşam, `Niçin gebe kalmıyorsun?´ diye beni azarlar, tahkir eder, hırpalardı. Üç sene bu hayata dayanamadım. Hasta oldum. Yatağa düştüm. Birçok doktorlar geldi. Beni iyi edemiyorlardı. Nihayet Dubois baktı. Bu bir Fransız'dı. Kırk yaşında kadar vardı. Saçlarına kır düşmüştü. Gayet tatlı ve yanlış bir Türkçe konuşuyor, beni gülmekten katıltıyordu. Uzatmayayım. Ben bu Dubois'yi sevdim. Yataktan kalktıktan sonra bile her hafta beni görmeye geliyor, doktor olduğu için kimse bir şeyden şüphelenmiyordu. Beyoğlu'ndaki evine de gitmeye başladım. Aşkımız bir seneden ziyade sürdü. Ben sana gebe kalmıştım. Evet, ondan sana gebe kalmıştım. Fakat bu talih, bu mutluluk devam etmedi. Mösyö Dubois, memleketine gidiyordu. Orada babası ölmüş, bütün ailesi, evi, küçük çiftliği kendisine kalmıştı. Gayet tenhalığı sever bir adamdı. İstanbul'daki mevkiini bıraktı. Anasının yanına, doğduğu köye çekilmek istiyordu. Beraber kaçmak için beni o kadar zorladı ki... tarif edemem... Ah keşke kaçsaydım... Nihayet beni kandıramayacağını anlayınca meyus oldu. Veda için son defa evine gittiğim gün tam beş saat odasında kapandık. Ve yatağının içinde ağladık, ağladık. Ben gençtim. Ama o yaşlı başlı idi... Ayrılacağımıza yakın eliyle okşayarak:
:— Ah sevgilim, bu benim çocuğum, fakat yazık ki göremeyeceğim dedi, hayat mutlaka üzüntü ve gözyaşı için yapılmıştır. Bari vaat et, büyüdüğü vakit, hiç olmazsa görmek için bana gönderecek misin?
Ağlayarak ve yemin ederek vaat ettim. Bana köyünün ve çiftliğinin adresini verdi. Ölünceye kadar oradan ayrılmayacağını söylüyordu. Eminim ki, hâlâ oradadır. Zira çok hisli ve şair tabiatlı idi. İstanbul'a bile bu tabiatın şevkiyle gelmişti. Bir de hatıra olmak üzere bir fotoğraf bıraktı.
Yine gözlerini kapadı. Ve ağlamaya başladı. Hikâyesi ve mazinin tekrarı zavallıyı çok yormuştu. Hıçkırıklar içinde devam etti:
:— O vakitten beri yirmi beş sene geçti. Ben her zaman gizli gizli bu fotoğrafa bakarım. Sen büyüdün, tamamıyla ona benzedin... İşte ben ölüyorum. Yastığımın altındaki anahtarları al, şu konsolu aç. Orada mavi bir zarfın içinde fotoğrafı bulacaksın. Arkasında babanın, sevgili Dubois'nin adresi yazılıdır. Git, onu bul. Eğer sağ ise söyle ki, son nefesinde onu hatırlayarak, onun adını söyleyerek, onunla geçirdiğimiz güzel ve tatlı saatleri düşünerek öldüm.
Ağlıyor ve tıkanıyordu. Elimi yastığın altına soktum. Mor bir kurdeleye bağlı dört anahtar vardı. En büyüğüyle yatağın başucundaki konsolu açtım. Mavi zarfı aldım. Ellerim titriyordu. Fotoğrafa baktım. Birden:
:— Oh... dedim.
Bu resim tamamıyla bana benziyordu. Sanki tamamıyla benim fotoğrafım idi. Yalnız saçların kırlığı başka idi. Adresi okudum. Paris'in civarında bir köy... Hatta geçen sene oraya gezmeye gitmiştim. Tekrar zarfı kapadım. Anneme döndüm. Hıçkırması falan kesilmişti. Eline dokundum. Düştü. Bayılmıştı. Akşama kadar ayılmadı. Gece de kendine gelmedi. Sabahleyin uyuduğum kanepede gözlerimi açınca, bütün evi bir feryat kaplamış gördüm. Annem ölmüştü. Cenazeden evvel ben evden çıktım. Babama yüreğimin dayanamayacağından bahsetmiş ve kandırmıştım. İlk trene atladım. Paris'e indim. Miras işini babama, pardon... annemin Türk kocasına bırakıyordum. Vakit geçirmeden Mösyö Dubois'yi buldum. Anneme bıraktığı adreste oturuyordu. Küçük ve temiz bir köy evi... İlk görüşmemiz biraz tiyatromsu oldu. O gençlik fotoğrafını görünce her şeyi hatırladı. Annemin son dakikalarını anlattım.
:— Ne sadakat! Ne sadakat, diyor ve titriyordu.
Bu bunamış, ak saçlı ve ak sakallı bir ihtiyardı. Beni iyi buldu. Sevdi. Meğerse o da hiç evlenmemiş. Bana ismini vermeyi teklif etti. Memnuniyetle kabul ettim. Hâsılı uzatmayayım, dinimi de değiştirdim. İsmim bugün Pierre Dubois... Babamın Paris'te çok ahbapları vardı. Hukuktan diplomamı alınca bir ticaret bankasında bana mühim bir memuriyet buldu. Şimdi Mısır'a memuru olduğum bankanın bir işi için geldim. Ey azizim, şimdi halis bir Fransız olduğumu anladın mı?"
Gülüyor ve muzaffer bir tavırla yüzüme bakıyordu. Mermere dayalı dirseklerim uyuşmuş, acıyordu. Geri çekildim:
:— Anladım, lakin zaten Türk değilmişsiniz ki... Piçmişsiniz!.. diyerek ayağa kalktım.
O, galiba benden takdir ve hayret bekliyordu. Sordu:
:— Ne o? Gidiyor musunuz? Bari bir şey içseydiniz. Konuşurduk.
Artık asabiliğim, Türk kafamı tutmuş, Türk hareminin erişilmez namusu hakkında beslediğim iman, bu masum ve mukaddes hayal artık kırılmış, artık perişan olmuştu.
:— Mösyö Pierre Dubois ile konuşacak bir şeyim yok! dedim.
Selam vermeden ayrıldım. Sokağa kendimi dar attım.
<center>🙝🙟</center>
Otelde, yatağımda o gece sabaha kadar hemen hiç uyumadım. Hep Ahmet Nihat'ın mektepteki tatsız, biçimsiz hallerini ve soğuk reveranslarını, garip vaziyetlerini düşünüyor ve sonra İstanbul'da Türklüğünü inkâr eden, Türklükten nefret eden, Türklüğü hakir görüp bütün varlıklarıyla Avrupalılaşmaya çalışan uzun tırnaklı, son moda giysili, tek gözlüklü züppeleri hatırlıyor, içimden: "Acaba bunların da hepsi piç mi? Hepsinin anneleri Beyoğlu'nda mı gebe kaldı?" diyor; korkunç kâbuslar arasında yırtılmış al ve harap hilaller içinde yükselen tunç ve ateş renginde büyük; siyah ve kanlı haçlar görüyordum.
==Dipnotlar==
{{sayfa başı}}
{{dipnot|2}}
[[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]]
4vy33wof2jwqxn1n7nzhbopjhw0zkec
Büyücü
0
8645
151660
140860
2022-08-11T13:19:38Z
Kwamikagami
19579
wikitext
text/x-wiki
{{eser başlığı
| önceki =
| sonraki =
| başlık = Büyücü
| bölüm =
| eser sahibi = Ömer Seyfettin
| notlar =
}}
Büyük Selahaddin, kendisinden aman dileyen Kudüs'ü aldıktan sonra hiç durmamıştı. Şam'da "Biraz dinlenelim!" istirhamında bulunan askerine,
:— Ömür kısadır. Ecelden emin değiliz! cevabını verdi.
Yayından çıkmış bir alev ok şiddetiyle yabancı Avrupalıların haksız yere sahiplendikleri kasabalar üzerine atılıyor, müthiş nekkaplarıyla deldiği kaleleri hemen zaptediyordu. Kurtularak Sur kalesine kapağı atan halk düşmanı mutaassıpların adedi Avrupa'dan gelen imdatlarla çoğalıyor, milyonlara varıyordu. Ama artık İslamın yüzü gülmüştü. Yıllarca süren zulümlerin intikamı alınacaktı. Şam, her gün yeni bir fetih haberiyle seviniyor, camiler şenleniyor, Allah'a şükretmeye koşan halkı mâbedler almıyordu. O vakit bu şehir, fasılalı fakat mütarekesiz din muharebeleri yüzünden âdeta bir Türk ordugâhına dönmüştü. Sıkışan halifelerin, ürkmüş emîrlerin seyrek saflarını doldurmak için Turan'dan taşan "bahadırlar tufanı" sanki burada birikmiş, karar kılmıştı. Doğu tarafında kocaman bir Türk mahallesi vardı. Kılıçla, kalkanla, tolgayla, eyersiz atlar üzerinde gelenlerin çocukları Arapça öğrenip medreselerde âlim oluyorlar, medeni bir zevk içinde, şiir, edebiyat, ticaret sahasında yaşıyorlardı. Doğan Bey de bunlardan biriydi. Babası, Alp Arslan'ın en eski kumandanlarındandı. Üç küçük kardeşini yirmi senedir görmemişti. Biri Kızıl Arslan'ın, biri Pehlivanoğlu Özbek'in, biri de Harzemşah Döğüş'ün ordusunda idi. Kendisi hiçbir orduya girmemiş, gençliğini medresede geçirmiş, Dımışk'tan hiç ayrılmamıştı. Etrafı yüksek duvarlarla çevrili büyük bir bahçenin ortasındaki harap evinde yalnız oturuyordu. Çoluk çocuğa karışmamış, kitaplarının üstünde ihtiyarlamıştı. İhtiyar bir hizmetçisi vardı. Yiyeceğini, içeceğini çarşıdan o taşırdı. Kendi dışarıya hiç çıkmaz, kimseyle görüşmez, kimseyle tanışmazdı. Ama, bütün mahalle, hatta bütün şehir halkı yine onunla meşguldü:
:— Ne yapıyor?
:— Herhalde ibadet değil!
:— Gemilerde görünmez.
:— Niçin dışarı çıkmaz?
:— Evine kimseyi sokmuyor. Niçin?
:— Yapayalnız ne yapıyor?
:— .. Ne yapacak acaba? diyorlardı.
Meraklarında biraz haklıydılar. Çok defa sakin, beyaz duvarların arkasından yerleri sarsan patlamalar duyulurdu. Çocuklar, kadınlar, gençler sokakta küme küme dururlar, sık fıstık ağaçlarının tepelerinden havaya tüten kırmızı, sincabî, mor, yeşil dumanları korka korka seyrederlerdi. Halkın telkininden kurtulamayan ulemalar da hiç yüzünü görmedikleri bu münzeviye fahri bir garez bağlamışlardı. "Katlinin vacip olduğundan" dem vuruyorlardı. Şehirde her felaketi onun uğursuzluğuna yormak âdetti. Kuraklığı, fırtınaları, yangınları, kavgaları, cinayetleri hep o... "Büyücü Doğan" yapıyordu. Ahalisiyle ülfet<ref>sohbet,ahbaplık</ref> etmediği Dımışk'ın ruhunda, yıllar geçtikçe, Doğan, dayanılmaz bir elem olmuştu. Büyük küçük herkes ona levmediyor<ref>kınamak</ref>, lanetler yağdırıyordu. Yanılıp da bir gün dışarı çıksa, ihtimal üzerine atılıp parçalayacaklardı. En umulmaz zafer haberinin verdiği neşe bile, halka Büyücü Doğan'ı unutturamadı. Selahaddin geldiği zaman, Emeviye Camiinin önünde bütün Dımışk toplandı. o namazdan çıkarken,
:— Ey Sultan! Bizi bu Büyücü Doğan'dan kurtar! diye bağrıştılar.
Selahaddin, hayatını cihatta geçirirdi. Yolu düştükçe uğradığı Şam'ın ahvalini iyice bilmezdi. Sarayına gelir gelmez yeğeni olan kaymakam Ferruhşah'ı huzuruna çağırdı:
:— Halkın istemediği bu Doğan kim? diye sordu.
Baalbek Emîri Ferruhşah, vâkıa amcası kadar müthiş bir kahraman değildi. Ama, amcasından daha adildi. Şairlere birçok kasideler yazdıracak derecede şeci, cömert, kerim bir zattı. Mefkuresi hakla adaletti.
:— Halka hiç ziyanı dokunmayan bir mûtekif<ref>münzevi</ref>! cevabını verdi.
:— Sana şimdiye kadar şikâyet ettiler mi?
:— Çok defa...
:— Niçin adaleti yerine getirmedin?
:— Getirdim.
:— Ne ceza verdin?
:— Ceza vermedim. Tahkikat yaptım. Anladım ki, bu Doğan'ın hiçbir zararı dokunmamış... Aradım, halk içinde "Bana şunu yaptı" diyen bir davacı çıkmadı.
:— Öyleyse niçin yolumda "Bizi ondan kurtar!" diye bağırırlar?
Ferruhşah gülümsedi. Kaleler almasını, krallar esir etmesini, ordular dağıtmasını pek iyi bilen kahraman amcası halkın ruhuna yabancıydı.
:— Sultanım, dedi, "Bizi ondan kurtar" diye bağırmaları, gördükleri bir zulümden, bir şerden değildir.
:— Ya nedendir?
:— Meraktandır.
:— ..?
:— Maksatları "Bizi meraktan kurtar!" demektir.
:— Neyi merak ederler?
:— ...
Ferruhşah, Doğan'ın yıllarca süren sessiz itikâfını, asaletini, gençken medresede kimya ilmiyle hendese<ref>geometri</ref> ilmine çalıştığını, gayet derin bir âlim olduğunu, şimdi madde ile yanar cisimlerle uğraşıp bilinmeyen şeyler keşfine savaştığını amcasına uzun uzadıya anlattı. Halkın mahiyetini bilmediği şeye kin bağlaması tabii idi. Bu zavallı adam, kırk senedir, merak ettiği bir noktaya ömrünü hasretmişti. İşte onu anlamaya çabalıyordu. Başka bir kabahati yoktu. Fakat Selahaddin,
:— Canına dokunmayalım. Buradan çekilip gitsin... kararını verdi.
Vâkıa o da büyüye, sihire inanmazdı. Ama, halkın istemediği bir adamı şehirde bırakmayı, siyasete muhalif görüyordu. En vâhi<ref>önemsiz</ref> bir şayia<ref>söylenti</ref> dan kan, kavga, nizâ çıkabilirdi. Ferruhşah, o gün adamlarını ihtiyar Doğan'a gönderdi. Sultanın emrini tebliğ etti. Ertesi sabah, evinin önüne toplanan halk, büyük kapının açıldığını, yedeklerinde birer deve çeken iki ihtiyarın çıktığını gördü. Öndeki beyaz sakallı, kısa boylu, mavi gözlü adam Büyücü Doğan'dı. Birçok kişi ilk defa olarak görüyordu. Arkadaki, kambur hizmetçisi... Onu zaten tanıyorlardı. Savrulan küfürleri, lanetleri duymuyor gibi ikisi de yere bakarak yürüyorlardı. Çöle çıkan caddeden gittiler. Açık kapıdan halk bahçeye üşüştü. Bağırarak evin her tarafını aradılar. Fıçı fıçı neftlerden, şişe şişe renkli sulardan, türlü türlü tozlardan, ne olduğunu anlayamadıkları birtakım cetvellerden, pergellerden, hendese aletlerinden başka bir şey bulamadılar. Hepsini kırdılar, kopardılar, döktüler, dağıttılar, yıktılar. Bir hafta geçmeden Büyücü Doğan unutuldu. Yıllarca onunla korkunç bir kabus, meşum bir birsâm<ref>sanrı</ref> gibi uğraşan Dımışk'ın mustarip ruhu sanki birdenbire rahatladı!
<center>🙝🙟</center>
Ramazanda, ordusu ile Şam'dan çıkan Selahaddin, birkaç hafta sonra Safad'la Kevkeb'i de aman vererek aldı. Oranın ahalisini de Sur'a gönderdi. Beş altı sene içinde Irak'ta, Suriye'de hükmü altına girmeyen bir kale yoktu. Ötede beride kalan mutaassıp güruhu aman istiyor, teslim oluyorlardı. İslamın bu parlak galebelerinden kederlenen Papa'nın yüreğine inmişti. Mukaddes Roma-Cermen İmparatoru ile, Fransız kralı Filip, İngiliz Kralı Rişar... sonra Avrupa'nın bütün namdâr şövalyeleri haç alametleri taktılar. Filip'le Rişar, deniz yolu ile geleceklerdi. Sur, Avrupa'dan hıncahınç gelen imdatlarla o kadar doldu ki... kale bu kalabalığı almadı. Siyah bayraklı hadsiz hesapsız bir ordu Akkâ'ya doğru taştı, fışkırdı. Selahaddin, bu kara tufanın önüne yıkılmaz bir çelik kaya gibi çıktı. Bu kudurmuş canlı dalgaları kırdı. Sahrayı kırmızı, sakin bir denize çevirdi. Evet, birkaç saat içinde düşmanın on bin tanesini öldürdü. Geri kalanları esir etti. Ölüleri nehre attılar. Zira gömmek imkanı yoktu. Her taraf ceset dolmuştu. Nihayetsiz leş yığınlarının kötü kokusu havayı bozdu. Şanlı galip hastalandı. Kulunç illeti onu kımıldanamaz bir ıstırap yumağı haline soktu. Hekimler ölüm nehriyle kaplanmış bu er meydanının hemen terkine lüzum gösterdiler. Selahaddin, Akkâ'daki askerine: "Ben hastalandım, iyi olmak için buradan uzaklaşmaya mecburum. Siz sebat ediniz. Korkmayınız. Yine geleceğim." haberini gönderdi. Dünyayı titreten bu kahraman, sedye içinde kıvrana kıvrana Harube'ye gitti. Meydanı boş bulan mutaassıp Haçlılar, Akkâ'yı bütün kuvvetleriyle karadan, denizden sardılar.
Bütün kış muharebe ile geçti...
Mukaddes Roma-Cermen İmparatorunun, ordusu ile Suriye'ye yaklaştığı söyleniyordu. Yaz gelince kulunçları geçen Selahaddin, yatağından kalktı. Atına bindi. Bir dakika durmadı. Cihada koştu. Yine eskisi gibi ordusunu "Tel Kisan" da kurdu. Akk'acirc;'yı saran hesapsız kuvvete her gün hücuma başladı. Haçlılar fütur getirmiyorlardı<ref>bezmiyorlardı</ref>. Her tarafa istihkâmlar kazmışlar, muhasara ordusundan başka, arkalarını vuran Selahaddin'e karşı da iki büyük ordu kurmuşlardı.
Artık Akkâ'yı kurtarabilmek ümidi sönüyor gibiydi.
Frenkler, deniz yolu ile birçok kavi<ref>sağlam</ref> keresteler getirmişler; kalenin üç köşesine altmış arşın yüksekliğinde, beşer tabakalı üç büyük burç kurmuşlardı. Burçların her tabakasında asker vardı. Gece gündüz kalenin siperlerine ok, ateş yağdırıyorlar, büyük hendekleri dolduruyorlardı. Selahaddin, atıyla muharip saflarının arkasındaki küçük tepeciklerde geziniyor, kalenin etrafında yükselen bu büyük burçlara bakarak dişlerini gıcırdatıyor,
:— Ah gitti, ah gitti... diyordu.
Vaâkıa içeriden bu burçların üstüne neft, paçavra filan atıyorlardı. Fakat, hiçbirisi tutuşmuyordu. Selahaddin, şahin gözleriyle kalenin müdafaadaki hareketini görüyor. "Acaba bu tahtalar niçin yanmıyor?" diye düşünüyordu. Bu merakını, o gün tutulan bir esir halletti: "Frenk mühendisleri kulelerin ahşap kısımlarını derilerle kaplamışlar, üstüne sirke, çamur, sonra birtakım yanmaz eczalar sıvamışlardı." Küçük, büyük, harple, amanla şimdiye kadar elli kale alan bu kahraman, sevgili Akkâ'sının can çekişmesine dayanamıyor, geceli gündüzlü, az kuvvetleriyle bu çok düşmana saldırıyordu. Artık iki taraf da fütur getirmek üzereydi. Hırsından kıvranan Selahaddin, bir sabah burçların birisinin tutuştuğunu gördü. Gözlerine inanamadı. Atının üstünde doğruldu. Sağ elini gözlerine siper yaptı. Dikkatle baktı. Arkasındaki muhariplere sordu:
:— Tutuşuyor, değil mi?
:— Evet...
:— Birdenbire?
Alev içinde kalan burçtan müthiş bir vâveyla yükseliyordu. Her tarafı birden ateş sarmıştı. Dördüncü, beşinci tabakadan siyah noktalar yerlere atlıyordu. Diğer iki burçtaki askerler de bağırarak kaçışıyorlardı. Yarım saat geçmedi, bunlar da ateş aldı. Selahaddin hemen kat'î hücum emrini verdi. Ansızın iki ateş arasında ürken düşmanlar, mücahitlerin keskin kılıçları altında kırıla kırıla kaçtılar.
<center>🙝🙟</center>
Selahaddin, kıymetli kalesine girmedi. Altındaki kemikleri görünen naaşlarla hâlâ cızırdayarak, fena bir koku çıkararak yanan yıkık burçların kömürleşmiş direkleri önünde atının dizginini kastı. Ordunun bir kısmı kaçıp kurtulanların arkasından gitmişti. Yaralılar toplanıyor, esirler bağlanıyordu. Huzurunda bugünkü muzafferiyetten sevinen yorgun kale kumandanına,
:— Bu kuleleri biz yanmaz biliyorduk. Nasıl yaktınız? Diye sordu.
:— Evvela yakamadık sultanım! Melunlar sirkeyle, çamurla her tarafını sıvamışlardı. Kale içinde bir ihtiyar garip çıktı: "Bana istediğimi veriniz, bu burçları yakayım" dedi. Ne istedi ise verdim; neft, kireç, pamuk, kil... Bir ay içinde üç bin tane humbara döktü. On beş gün de çalıştı, yedi oluklu, hiç görülmemiş bir mancınık yaptı. Bu sabah "Artık işim bitti. İsterseniz yakayım" dedi. "Haydi yak" dedim. Yaktı.
Selahaddin merakla,
:— Nasıl yaktı? diye tekrar sordu.
:— Burcun en dolusuna, bir anda, yaptığı tuhaf mancınıkla humbaralar yağdırmaya başladı. Her tarafı evvela mor bir alev kapladı. İçindekiler de tutuştu. Öbür burçlardaki düşman, korkusundan kaçmaya başladı. Biz de kapıları açtık. Arkalarına düştük.
:— Şimdi bu ihtiyar nerede?
:— İçerde.
:— Ne yapıyor?
:— Kendine minnettar kalan ahalinin elleri üzerinde geziyor.
:— Sen ne mükafat verdin?
:— Mükafat kabul etmiyor. Ne verdimse reddetti.
:— Çabuk buraya getirt. Ben onu memnun etmek isterim.
:— Baş üstüne sultanım...
. . . . . .
Al maşlah<ref>Bazı varlıklı Arapların giydiği ipekten pelerin</ref> lı genç kumandan hızla uzaklaştı. Adamlarını kaleye koşturdu. Selahaddin evvelki kanlı boğuşmalara saha olan meydana bakıyor, direklerin arasında yanan cesetlerin keskin kokularından tiksiniyor, vücudunun her tarafında yine müthiş kulunç ağrıları duyar gibi oluyordu. Yarın, şüphesiz hava yine bozulacak, orduda hastalık başlayacaktı. Askerlerine, bütün ölüleri arabalarla denize taşıyıp atmalarını emretti. Liman da mutaassıpların elinden alınmış, Mısır'dan donanma tam vaktinde yetişmişti. Kalenin kapısından zafer, sevinç, şevk naraları savuran bir kalabalık çıktı. Selahaddin başını çevirdi. Elleri üstünde beyaz sakallı, küçük bir ihtiyar gördü. Akkâ'nın minnettar ahalisi, kendilerini ölümden, esirlikten kurtaran muhterem vücudu başlarında taşıyorlardı.
:— Ya Sultan! İşte bizi kurtaran! diye bağrışarak yaklaştılar.
Üstü başı perişan, siyah başlıklı, beli bükük bir ihtiyar... Yere ayaklarını basınca biraz doğruldu. Çok sıkılmış olduğu yüzünden belliydi. Sultanın arkasından, atlılar arasındaki Şamlılar bir ağızdan,
:— Büyücü!
:— Büyücü Doğan!
:— Büyücü Doğan bu! diye haykırıştılar.
Sonra, ansızın çöken derin bir sessizlik, bu hayreti daha beter ağırlaştırdı. Selahaddin, atından atladı, ihtiyara doğru birkaç adım attı.
:— Doğan! Sana bir deve, yüzbin dinar, hem de bütün Kerk malikânelerini ihsan ettim. Daha ne istersen söyle... Emirlik, hâkimlik, ne istersen...dedi.
:— Ben bir şey istemem.
. . . . . . .
Sultan kalın kaşlarını çattı, başını salladı:
:— Hizmetin büyüktür! Sen burçları yakmasaydın Akkâ mutaassıpların eline düşecekti. Akkâ düşünce, biz İslamlar Suriye'de tutunamayacaktık. Kudüs'ü bile bırakıp çöle çekilmeye mecbur olacaktık. Sen hepimizi bu felaketten kurtardın. Yalnız bizi değil belki bütün İslamı kurtardın. Bu mükafata layıksın. Kabul et.
İhtiyar kafasını yukarı kaldırdı:
:— Ben bu hizmeti Allah rızası için yaptım. Ödülümü ancak Allah'tan isterim! dedi.
Sonra sultanın cevabına meydan vermeden döndü. Yüksek sesle hükümdarlarından, kaleye hemen kendisinin emir nasbolunmasını yalvarmaya başlayan Akkâlıları göstererek ilave etti:
:— Yalnız beni bunların elinden kurtar!
. . . . . . .
==Dipnotlar==
{{sayfa başı}}
{{dipnot|4}}
[[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]]
2yeg5898c81tk6hrcjw71avk0ap8c9g
Çirkinliğin Esrarı
0
9475
151659
140866
2022-08-11T13:19:23Z
Kwamikagami
19579
wikitext
text/x-wiki
{{eser başlığı
| önceki =
| sonraki =
| başlık = Çirkinliğin Esrarı
| bölüm =
| eser sahibi = Ömer Seyfettin
| notlar =
}}
<div style=" text-align:right;"><small>''Bilmiyorlar da sevmediklerini,<br />Ediyorlar büyük büyük yemini;<br />Bana gösterme, sen de nefretini,<br />Ne şifalar veren yalanlar var!''</small></div>
Genç kızlarla bir odada yalnız kalmak ne tehlikelidir! Bahusus<ref>özellikle</ref> bizim gibi başı yorgun adamlar için... İşte geçen sene, bu vakit, ben böyle bir tehlike atlattım. Sonbaharda Büyükada'yı çok severim. Tenha çamların altında tek başıma gezmek, uzak sislerden savrulan rutubetli rüzgârın ölümü hatırlatan feryadını dinlemek pek hoşuma gider. Hava, penceresiz bir türbe kubbesi gibi karanlık, gamlı, meyus<ref>üzgün</ref> tur. Her tarafta solan yazın naaşından kopmuş yapraklar sürünür. Gölgesiz dalların arasında sanki zavallı aldatanlarla aldananların görünmez hayalleri dolaşır... Fakat o gün, bu gamlı kubbe, birdenbire yıkıldı. Bir tufan boşandı. Sırsıklam oldum. Yağmurun altında Sermet'in halasının oturduğu köşke kendimi dar attım. Kapıdan girince halime gülen hizmetçi kız, evde küçük hanımdan başka kimse olmadığım söyledi.
:— Ey, büyük hanımefendi?
:— Bu sabah erkenden gitti.
:— Nihat Bey?
:— Galiba kulüpte.
:— Şu yağmur geçinceye kadar oturacağım. Küçük hanıma haber verme. Rahatsız olmasın, dedim.
Pardösümü çıkardım. Mendilimle üstümü başımı sildim. Soldaki salona girdim. Çılgın yağmur, pancurları, camları tokatlıyor, fasılalı ıslıklarla acı bir fırtına gürültüsü koparıyordu. Ben tabiatın bu münasebetsiz hiddetini dinlerken kapı açıldı. Başımı çevirdim. Sütûde'nin girdiğini gördüm. Bence İstanbul'un en güzel kızı odur! Siyah, iri, parlak gözler...Gür siyah saçlar... Sonra inanılmaz derecede saf bir beyazlık! Mukaddes bir rüya beyazlığı! Acaba on altı yaşında var mıydı? Zannetmiyorum. Fakat yirmi yaşında sanılacak kadar olgun bir vücut... Bir göğüs ki... Bir boyun ki...
:— Neye benden kaçıyorsunuz? Dedi.
Kalktım. Uzattığı bembeyaz elini sıktım. Sıcacıktı. Ta gözlerimin içine bakıyordu. Arkasında beyaz bir bluz vardı. Kısa, siyah etekliğinin altından gözüken bacaklarının, o insanı heyecandan titreten bedii<ref>eşsiz güzellikte olan</ref> şekline baktım. Kurşuni podösüet iskarpinleri, ince ipek çoraplarıyla öyle muharrik<ref>''(mecaz)''kışkırtıcı</ref> öyle füsunlu bir ahenk hâsıl ediyordu ki... Sanki "şiir" mefhumunun mücessem<ref>cisimlenmiş</ref> bir manasıydı.
:— ... Geldiğinizi niye ben duymayayım?
:— Rahatsız etmek istemedim.
:— Beni mi?
:— Sizi.
Diye nazik bir cümleye başlayacaktım. Birdenbire tavrımdan sıkıldım. Elimde büyüyen, birkaç sene evvel denizde kucağıma alarak yüzme öğrettiğim çocuğun karşısında küçülüyor muydum? Vâkıâ işte o büyümüş, koca bir kız olmuştu. Fakat ben, ağabeysinin ağabeyisi... Belki kendimi sıksam, babası da olabilirdim. Teklifsizce güldüm:
:— Kızımı rahatsız etmek ister miyim ya...
:— Kızınız kim?
:— Sen...
Çılgın bir kahkaha attı:
:— Ben mi?
:— .....
:— Ben ha...
:— .....
Sol elini kalçasına koymuş, şuh bir şımarıklıkla gülüyordu. Koltuğun birisine oturdu. Sade esvabı onu daha ziyade güzelleştirmişti. Gülümsüyor, ne diyeceğimi kestiremiyordum.
:— Siz hakikaten tuhaf bir adamsınız! dedi. Beğendiğiniz kadınlara mı, yoksa beğenmediklerinize mi, böyle büyükbaba tavrı takınırsınız?
:— .....
Cevap vermediğimi görünce birdenbire ciddileşti. Yüzünü bir heykel sükûtu kapladı. Büyük gözlerini yumdu. Keskin bir bakışla beni bir süzdü. İçimden: "Rol, rol, isterik rolleri!" diyordum.
:— Kaç yaşındasınız?
:— Herhalde Sütûde'ciğim, senden yirmi yaş büyük.
:— Onun için mi bana "kızım!" diyorsunuz?
:— Hakkım yok mu?
...Karşısına oturdum. Onu küçükken nasıl sinemaya götürdüğümü, orada nasıl dizime başını koyarak uyuduğunu hatırlattım. İşitmiyor gibi dinliyordu.
Yavaş yavaş renginin solduğunu, dudaklarının titrediğini görüyordum. Acaba hasta mıydı?
Gevezeliğime, şakalarıma devam edemedim.
:— Ne var Sütûde?
:— Hiç! Dedi.
Sonra gözlerini önüne indirdi:
:— Ben sizi ne vakitten beridir yalnız görmek isterdim.
Niye beni yalnız görmek istediğini bilmem niçin soramadım. Şaşaladım. Hafifleyen yağmurun camlardaki sızışlarına bakmaya başladım. Ne kadar böyle durduk, hatırlayamıyorum. Birdenbire onun hıçkırdığını işittim. Kolunu oturduğu koltuğun yanına dayamış, başını ellerinin içine almış, ağlıyordu. Dolgun omuzları, siyah parlak saçları, bir zambak gibi beyaz, nefis elleri hıçkırdıkça sarsılıyordu. Bir sinir buhranı mıydı? Dört beş ay vardı evlerine gelmemiştim. Bu esnada, Sermet'in spor arkadaşı Tevfik Çesban tarafından Sütûde'nin, istenildiğini, sonra reddolunduğunu duymuştum. Gizli bir aşk faciası mı vardı? Çesban çok güzel, çok yakışıklı, çok zengin bir gençti. Sütûde'yi alamadığı için Ada'dan kaçmış, Beykoz'un halî<ref>tenha</ref> tepelerinde bir eve kapanmıştı. İstanbul'a hiç inmiyor, memleketi bütün bütün terketmek için yolların açılmasını beklediği söyleniyordu. Ayağa kalktım. Elimle omuzunu okşadım:
:— Ne var Sütûde, niye ağlıyorsun?
Hıçkırarak, yaşlı gözlerini kaldırdı. Bakışında sanki bir alev, siyah bir alev vardı.
:— Ben, seni seviyorum! Dedi.
:— Beni mi?
:— Seni.
Birdenbire yüreğim hop etti. Ben, bu yeni kızlardan bir ejderhadan ziyade ürkerim. Korktuğumu belli etmemek için güldüm:
:— Sen deli olmuşsun! Dedim.
Gayri ihtiyarî geri çekildim. Kanepenin ucuna büzüldüm. Kapıya baktım.
:— Vallahi, billahi seni seviyorum. Hem üç seneden beri. Eğer beni almazsan, vallahi, billahi kendimi öldürürüm.
:— Sen deli olmuşsun, sen deli olmuşsun...
Diye gülüyordum. Kalkıp kaçmak aklıma geldi. Zavallı kızın zihninde bir bozukluk mu vardı? Gözlerini bana dikmiş, garip bir ısrarla bakıyordu. Doğruldu. O bakışla beni bir tesir altına almak istiyor gibi yürüdü. Ta yanıma geldi. Oturdu. Kucağımda büyüyen bu kızın ağzından benim vaziyetimdeki, benim yaşımdaki bir adama karşı –bir romanda okusam hayal olduğuna bile inanmayacağım– tuhaf şeyler çıkıyordu. Dizlerime kapandı. Ellerimi tuttu. Çektim, eğildi, ayaklarımı öpmeye çalışıyordu. Kaldırmaya uğraştım. Ağlıyor, hıçkırıyor, "Allah aşkına, beni reddetme, beni kovma, senin esirin olacağım!" diyordu. Fakat niçin? Fakat niçin? Ne genç, ne güzel, ne zengindim. İsterik bir çocuğun elinde oyuncak olmak hiç işime gelmezdi. Gülmeyi bıraktım. Gayet ağır bir sesle:
:— Ciddi olalım, Sütûde, dedim, seni kendine hürmete davet ederim.
Kollarından tuttum. Kaldırdım. Yanıma oturttum. Gözlerinden hâlâ yaşlar akıyordu. Sordum:
:— Çesban'a niye varmadın?
:— Ondan nefret ederim.
:— O genç!
:— Evet.
:— O zengin!
:— Evet.
:— O güzel!
:— Evet.
:— O çok güzel. Tam sana lâyık! Senin kadar güzel. Yüzünü ekşitti. Tekrar:
:— Ben ondan nefret ederim, dedi.
:— Niçin?
:— Evvela güzel olduğu için.
:— Sonra?
:—Genç olduğu için.
. . . . . .
Çesban'ın hayali gözümün önüne geldi. Kuvvetli, yakışıklı, âdeta eski Yunan heykellerinin canlı bir numunesiydi. İnce, kumral kaşlarının altında iri elâ gözleri necip bir sükût ile bakar, çehresinde herkesi hürmete mecbur eden asil bir vakar parlardı. Eğer birleşselerdi, Sütûde'yle ne bedii bir ahenk teşkil edeceklerdi. Halbuki İstanbul'un bu en güzel kızı gençlik gibi güzellikten de tiksiniyordu. "Güzellik kadınlar içindir. Güzellik erkeklerde iğrenç bir çirkinliktir" diyordu. Münakaşamız epeyce uzun sürdü. Ben arada, beklenmedik izdivaç tekliflerine maruz kaldıkça, tekrarladığım ezelî yalanıma, onu da inandırdım. Sıhhatim, rengim, afiyetim ciddi değildi. Âdeta hepsi bendeki hastalığın zahirî maskeleriydi. Asabım bozuktu. Dimağımdan mustariptim. Sözde doktorlar bana alkolle, yorgunlukla, meşguliyetle beraber aşkı da katiyyen menediyorlar, "kadın senin için zehirli bir hançerdir!" diyorlardı. Bu yalanları o kadar sahih<ref>doğru</ref> gibi söylüyor, o kadar ciddi tafsilat<ref>ayrıntı</ref> veriyordum ki, Sütûde bana acımaya başladı. Aşkı birdenbire merhamet oldu.
:— Evet, her şeyden mahrum. Tıpkı bir mefluç<ref>felçli</ref> gibi.
:— Ne yazık, ne yazık... Diyordu.
Ben tehlikeyi kolayca savdığım için seviniyor, bu sevinçle beyaz, nefis ellerini tutuyor, öpüyordum. Bu eller, Yarabbi... Bu vücut, bu taşan, bu galeyan eden güzellik... Kimbilir buna sahip olan ne kadar mesut olacaktı. Çesban'ın meyus olmakta çok hakkı vardı. Bu kız sevildikten sonra mümkün değil unutulamazdı.
Yağmur iyice dindiği için müsaadesini istedim.
:— Gece kalsanıza... Ağabeyim şimdi gelir. Annem de gelecek.
:— Bir işim var. Bu akşam mutlaka İstanbul'da bulunmalıyım.
:— Ne vakit sizi bekleyeyim?
:— Mademki burada bana acıyan müşfik bir kalp buldum. Her vakit sizi ziyaret edeceğim. Sütûde'ciğim. Her vakit...
Eflatunî denemeyecek bir derâguş<ref>kucaklaşma</ref> içinde kalktık... O an bilmem, nasıl münasebetsiz, nasıl uğursuz, nasıl şenî<ref>kötü</ref> bir fikir dimağımı doldurdu.
:— Hakikaten güzellik, çirkinlik hakkındaki düşüncen doğru mu Sütûde? Diye sordum.
:— Evet, dedi.
:— Yalan.
:— Vallahi sahih.
:— O halde hakikaten fikrinde samimî isen, senin için ideal bir âşık var, dedim.
:— Kim?
:— Son derece çirkin!
:— Oh.
:— Hatta topal!
:— Oh.
:— Hem yaşlı, Benden çok büyük.
:— Oh kim?.. Kim?..
:— Çirkinler kralı!
İri, siyah gözleri birdenbire bulutlandı. Öyle durdu. Çirkinler kralı şüphesiz gözünün önüne gelmişti. Ada'da her sene en güzel kadına "kraliçe" unvanı vermek âdetti. Kraliçe, her sene değişir, eskisi unutulmazsa bile ikinci derecede kalırdı. Buna mukabil erkeklerin arasında da bir "çirkinlik kralı" intihap<ref>seçme</ref> olunur. Ali Bey, on senedir bu unvanı muhafaza etmişti. On sene içinde Ada'ya kendinden çirkin bir adam gelmedi. Onun için meşhurdu. Uzvî çirkinliği, ahlâkının berbatlığı yanında mücessem bir kutsiyet gibi pak kalırdı. Son derece sarhoş, politikacı, kavgacı, mütecaviz, dedikoducu, pis bir herifti. Mütemadiyen karı alıp boşuyordu. Bütün hayatı hizmetçi kızlarla, balıkçı kızlanrıyla geçiyordu. Yüzü... Kılları tıraş edilmiş bir orangutan surat! Anlatamam, anlatamam. Çürük dişlerinin, kocaman korkunç ağzında öyle çirkin bir sırıtışı vardı ki... Bana soğuk ürpermeler verirdi. Küçükken çektiği kemik hastalığından sağ bacağı beş santimetre kadar kısa kalmıştı. Uzun, zayıf kollarını sallayarak otuz beş derecelik bir zaviye ile dört tarafa yalpa vurarak yürürken, onu gören çocuklar, korkularından bağırırlardı. Hâsılı bu bir insan değil, bir alâmet, bir rezaletti. Tabiatın bir rezaleti, tabiatın bir küfrüydü. Sütûde, derin bir hülyaya dalmış gibi birdenbire sustu. Veda ettim. Onu öyle bıraktım, çıktım. Çamurlu sokaklardan inerken o kadar hafiflemiştim ki... Kollarımı kanat gibi oynatsam, doğru iskelenin üzerine uçabileceğim sanıyordum.
<center>🙝🙟</center>
Geçen yaz...
..... Sütûde'nin çirkinler kralıyle muaşakası<ref>aşk yaşaması</ref> herkesi şaşırttı. Kimse inanamıyordu. Fakat iş birdenbire ciddileşti. Bu güzel, bu emsalsiz kız, o gudubet,<ref>Yüzüne bakılmayacak kadar çirkin</ref> o bitkin, o iğrenç herifin, kovulmuş yedi karıdan arta kalmış, pis yatağına kaçtı. Ne akrabalarının mümanaat<ref>engelleme</ref> ini ne ailesinin reddini dinledi. Zavallı güzel Çesban da ümitsiz kalınca yaşayamadı. Bu şenî izdivacın ertesi günü, kendini öldürdü. Bana gelince... Tuhaf bir ıstırap içinde üzülüyordum. Çirkinler kralıyle Sütûde'nin birbirlerine sarılmış, dudak dudağa hayalleri zihnimi dolduruyor. İğrenç çirkinliğinin ilâhi güzellikle kaynaşması, ruhumda bir gazap isyan ettiriyor. Şair Fâzıl, "aş"ı, hodgâm<ref>bencil</ref> tabiat tarafından –cinsimizin temadi<ref>sürüp gitme</ref> si için– bize insafsızca oynanılmış bir "dek"<ref>hile</ref> telâkki eder. Der ki:
:''Bu vücudun heves-i Leylâsı,''
:''O vücudun sebeb-i eşfası...''
Acaba şuh gençlerin hasta ihtiyarları, en güzellerin en çirkinleri böyle delice sevmelerinde de bu ahlâksız, bu menfaatperest tabiatın gizli bir hilesi, gizli bir kârı mı var?
İşte, şimdi ben bunu düşünüyorum...
==Dipnotlar==
{{sayfa başı}}
{{dipnot|5}}
[[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]]
mbydwyhyqma8n8vzgcu6kmvdrb6banu
Tos
0
9719
151658
140875
2022-08-11T13:19:13Z
Kwamikagami
19579
wikitext
text/x-wiki
{{eser başlığı
| önceki =
| sonraki =
| başlık = Tos
| bölüm =
| eser sahibi = Ömer Seyfettin
| notlar =
}}
İki saattir eski geyik postu seccadesinin üstünde "Salâtüselam" çeken Fatma Hanım, tüneğinden inecek bir anaç tavuk edasıyla ayağa kalkınca, birdenbire hiddetlendi. Pencereden gözü nasılsa bahçeye kaçmıştı.
:— Lahavle velâ kuvvete illâ billâh... Dedi.
Başını salladı. "Estağfirullah, estağfirullah" diye geğirdi. İşte yine kocası onun kurbanlığıyla uğraşıyor, bu mübarek hayvanı kızdırıyor, zavallıya '''tos''' vurduruyordu.
<center>🙝🙟</center>
Fatma Hanım'ın yedi ceddi de hacı-hocaydı. Sarıklılar içinde doğmuş, sarıklılar içinde büyümüştü. Çok sofuydu. Çok zengindi. Bir kassam<ref>Mirası mirasçılar arasında bölüştüren ve yetimlerin mirasını saklayan, idare eden memur.</ref> kızı olan anasıyla bir şeyhülislam oğlu olan babasından kendisine, Erenköy ahalisinin "hesapsız..." dedikleri bir miras kalmıştı. On dönümlük koca bir bahçenin ortasında süslü beyaz bir türbeye benzeyen küçük köşkünde sessiz sedasız oturuyor, gece gündüz ibadet ediyor, paralarını tekkelere, dervişlere, fakirlere, mollalara, öksüzlere dağıtıyordu. Hiç dışarı çıkmıyor:
:— Gâvurlukları görüp günaha girmekten korkarım, diyordu.
Onun nazarında yüzlerini açan, yeldirme giyen, sinemaya, çarşıya, tiyatroya giden her kadın gâvurdu.
Evine yalnız sofu ahbapları, ana dostu ihtiyar kadınlar gelirler; Ramazan, Kandil, Kadir geceleri ölülerinin canı için verdiği ziyafetlerde bulunurlar, meşhur güzel sesli Hafız Saime'ye tanesini beşer liraya okuttuğu mevlûtleri dinlerlerdi. Kırk yaşına yaklaştığı halde henüz Allah ona evlat ihsan etmemişti. Daima kocasını hatırlar:
:— Elbet bunda bir hikmet var!
Der, asla meyus<ref>üzgün</ref> olmazdı. Dualarında hep hayırlı, dindar evlat isterdi. Fakat, fakat kocası... Ah bu, işte onun yegâne derdi idi. Aynı zamanda dayısının oğlu olan bu adam, çekilir şeylerden değildi. Ama "ehline itaat ibadetin en büyüğü" idi. Ne yapacaktı?.. Her münasebetsizliğine tahammül ediyordu. İşte ona varalı hemen hemen yirmi sene oluyordu, daha hiçbir işin ucunu tutmamıştı. Dur bugün, dur yarın... Hep hazırdan yiyor, içiyor, her gün Fatma Hanım'ın bin türlü bahanelerle parasını çekiyor, zavallının irat<ref>gelir getiren mülk</ref> larında oturan kiracılarla uğraşarak kırmadığı koz, çevirmediği dolap kalmıyordu. Fatma Hanım onun yaptıklarının hep farkında idi.
Fakat renk vermiyor, sabrın, tahammülün de bir ibadet olduğunu bildiği için, büyük bir sevap işliyormuş gibi, sevine sevine susuyordu. Kalbi o kadar temiz, o kadar hayırsever, o kadar sofu idi ki, uzaktan yakından kendini tanıyanlar: "Bu insan değil, bir melâike!" derlerdi. Evinin içinde bile namaz bezini çıkarmaz, kocasını abdestsiz yatağa almaz, "besmele"siz bir şey yapmaz, "Yarabbi şükür!" süz hiçbir işi bitirmezdi. Hatta Erenköy'ün ihtiyar, eski kibar takımından kadınları Balkan bozgunluğunda ona müracaat etmişlerdi. Biliyorlardı ki, o ne isterse Allah hemen verir...
:— Fatma Hanım, dua et de, bizim asker gâvuru bozsun! Dediler.
Lâkin o korktu. Allah'ın işine karışılır mıydı? Çünkü Allah ne yaparsa iyi yapardı. Artık kadınlar sokaklara açık saçık çıkıyorlardı. Camiler cemaatsizlikten çın çın ötüyordu. Küçük çocuklara şapka giydiriliyordu. Yarın ihtimal ki bu zavallı yavrucakları sünnet de ettirmeyeceklerdi. İşte bütün bu fenalıklara kızan Allah, gâvurlarıyla bizim terbiyemizi veriyordu. Zelzele, yangın, kıtlık, zulüm, muharebe, kolera, veba, Allah'ın en meşhur cezalarıydı.
Bize gönderdiği Dört Kitap'ta, kendine isyan eden, emirlerini dinlemeyen milletleri hep bu cezalarla tedip<ref>terbiye</ref> ettiğini söylemiyor muydu? Mütenekkiren<ref>kıyafet değiştirerek</ref> -yani tebdil olarak- memleketlerinden geçen melâikelere karşı yaptıkları o rezilce tecavüz için "Lut" kavmini yerlere geçirmemiş miydi? Çok şükür artık melâikeler, evvel zamandaki gibi, yeryüzüne inmiyorlardı. Yoksa şimdi İstanbul'un yerinde yeller eser; öyle ufacık göller değil, nihayetsiz ummanlar dalgalanırdı.
Fatma Hanım kocasının bile "başına, kendisini imtihan için Allah tarafından gönderilmiş" hususi bir bela olduğuna inanırdı. Bu ilahî imtihanda tam numara almak hırsıyla onun her şeyine tahammül ediyordu. Amma iki hali vardı ki... bunları hatırlayınca göğsü daralır: "Estağfirullah, estağfirullah, estağfirullah!" diye tespihinin imamesini çenesine dayar, gözlerini kapar, ateşsiz bir cehennemin, tutuşturup da yakmayan azaplarını duyardı. Evinde anadan ve babadan kalma ihtiyar, emektar bir Arap aşçısından başka, on yedi yaşında, tombul, beyaz, oynak bir ahretliği vardı. Her gün beş vakitte abdest aldırıp dizinin dibinden ayırmadığı, durmadan namaz kıldırdığı, Kur'an okutturduğu bu kıza, kocası iyi bir gözle bakmıyordu. Bunu görüyor, bunu anlıyordu. Kız ne vakit onunla yalnız kalsa hemen alı al, moru mor kesilirdi. Bir gün de ihtiyar aşçısı Nuruşeb:
:— Size bir şey söyleyeceğim hanımefendi. Bu sabah bahçenin nihayetindeki çam ağaçlarının altında efendinin Makbule'yi sıkıp sıkıp limona çevirdiğini görünce...
Diye bir hikâyeye başlarken:
:— Sus, sus...
Diye haykırmıştı. Onun ömründe kulakları böyle fena bir şey işitmemişti. Aşçıyı susturdu. Fakat Makbule'yi de bir daha limon haline geçmemesi için gözünün önünden ayırmaz oldu. Geceleyin yatarken onu üzerinden kilitliyor, sabah namazına kalktığı vakit açıyor, her işi gözünün önünde gördürüyordu.
Kocası dışarıda ne halt ederse etsin, o kadar gücüne gitmeyecekti. Amma evin içinde bu ne korkunç bir rezaletti! Aklına geldikçe yüreği atmağa başlar; "Allah'ım, beni ne dehşetli imtihan ediyorsun!" diye dişlerini sıkar, dudaklarını büzer, yine göz yaşlarını akıtmazdı. Kocası, kızdan sonra kurbanlığa da musallat olmuştu. Buna da canı çok sıkılıyordu. Dört beş sene evvel bir camide vaaz dinlerken, kurban edilecek koyunun daha kuzu iken alınarak evde beslenmesinin sevaplarını duymuş, hemen en iyi cinsten bir kuzu aldırmıştı. Bunu üç sene, bahçede eliyle besledi. Fındık, üzüm, kestane yedirdi. Gün aşırı mis sabunlarıyla yıkadı. Boynuna aynalı tasmalar taktı. Âdeta kurbanlık koyun onun evladı yerine geçti. Büyüdü, semirdi, koca bir koç haline girdi.
Her kurban bayramında onu kesmeye kıyamıyor: "İnşallah gelecek seneye..." diye çarşıdan başka kurbanlar aldırıyordu. Fakat bir gün nasılsa kesecekti. Çünkü bu Allah'a hediye olacaktı. İbrahim aleyhisselam kendi gözbebeği evladını bile Allah'ından esirgememişti. Evvelden her sabah gider, kurbanlığı okşar, koklar, öper, onun yumuşak, kar gibi temiz ve beyaz sırtında Sırat köprüsünü nasıl rahat rahat geçeceğini tahayyül ederdi. Ama şimdi artık bu saadetten mahrumdu. Çünkü kurbanlığın yanına kimse yaklaşamıyordu. Huysuz, münasebetsiz kocası, bu melek gibi uslu hayvanın ahlakını bozmuş, tosa alıştırmıştı. Bahçeye birisi çıktı mı hemen kurbanlık üzerine atılıyor, karnına, kafasına, neresine rasgelirse gerilip gerilip tos vurmaya başlıyor, yere düşürünce bile hırsını alamıyor, düşenin köpek gibi eteklerini, saçlarını ısırıyordu. Artık onu gündüzleri zincirle bahçenin bir köşesine bağlıyorlar, yalnız geceleri el ayak çekildikten sonra bahçeye salıverebiliyorlardı.
İşte ikindi tespihinden sonra seccadesinden kalkan Fatma Hanım, pencereden kocasının yine kurbanlığa tos yaptırdığını görmüştü. Münasebetsiz adam, gecelik entarisinin eteklerini toplamış, koçun başına dokunarak geri geri sıçrıyordu:
:— Tos, tos, haydi tos...
Diye hayvancığı delirtiyordu. Ne vakit kocasını böyle kurbanlıkla uğraşırken görse, aklına zehirli, pis cehennem meyveleri halinde sarı sarı, sıkılmış, mıncığı çıkarılmış birçok limon yığınları gelir, ne vakit sofrada, mutfakta, manavda, gezdiricide limon görse, yüreği çarpmaya başlar, kocasının arsız arsız, "tos, tos, haydi tos..." dediğini işitir gibi olurdu.
Onun Makbule'yle kurbanlığa karşı yaptığını hiçbir türlü hazmedemiyordu. İnkisar<ref>''(mecaz)''beddua</ref> da bulunsa Allah'ın hemen kabul edeceğinden emindi. Amma kalbi o kadar iyiydi ki, kimseye kendinden bir fenalık geldiğini istemez:
:— Estağfirullah; estağfirullah...
Diye mırıldanır dururdu. Amma işte bugün... Nasıl oldu bilinmez, birdenbire fena halde hiddetlendi. O kadar ki, söylenmedi bile. Kırk beş yaşında kelli felli bir efendiye şu mübarek hayvanı azdırmak yakışır mıydı? Sonra...
Yine hayaline küfe küfe sıkılmış, çürük limon kabukları döküldü: Ah evet, hele bu hiç dayanılacak bir şey değildi. Bu ne müşkül bir imtihandı? Fatma Hanım bir dakika evvel kalktığı geyik postu seccadesinin üstüne tekrar çöktü. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Ellerini kaldırdı. Gözlerini yukarı dikti. Hiddet onu o kadar şaşırtmıştı ki, artık Allah'ın işine karışmış olacağını bile düşünmemişti.
:— Büyük Allah'ım, şu adamı yaptığı şeylerden fena utandır. Başka bir şey dilemem! Dedi.
Kalkmadı, ta güneş batıncaya kadar, akşam namazı vakti gelinceye kadar "Salâtüselam"larına devam etti.
Aradan bir hafta geçmedi...
Yine bir Kandil gecesiydi. Fatma Hanım sofu ahbaplarına mevlit ziyafeti veriyordu. Yemekler yenmiş, kahveler içilmiş, akşam namazı kılınmıştı. Mor bir gündüz gibi parlak, mehtaplı bir yaz gecesiydi. Uzaklardan bülbül sesleri geliyordu. Köşkün alt kattaki geniş sofasına yumuşak şal örneği minderler serilmiş, bahçeye çıkan büyük camekânlı kapının ta karşısına Hafız Saime Molla'nın sedefli ceviz rahlesi kurulmuştu. Davetliler, hizmet eden başörtülü sofu komşu kızlarından maada<ref>başka</ref> yirmi yedi hanım idi. Hepsi hacı, hoca, ulema karılarıydı. Hepsinin yemenili başlarında yeşil başörtüleri vardı. Alafrangaya benzer hiçbir şey, hiçbir tuvalet göze çarpmıyordu. Camekânın önüne de beyaz keten örtülü büyücek bir masa konulmuştu. Bu masanın üstünde sürahi sürahi şerbetler, irili ufaklı bardaklar, tabak tabak şekerlemeler, şekerler duruyordu. Saime Molla rahlesine geçti. Kitabını açtı, gözünü ovuşturdu. Öksürdü. Bütün davetliler ruhanî bir fısıltı içinde toplandılar. Duvarlardaki yaldızlı büyük harflerle yazılmış "Garîk-i bahri isyanım/Dahîlek ya Resûlallah" "Tevekkeltü alâllah" ve ilâh... gibi levhalar alev alev yanan lambaların aydınlığıyla sanki daha ziyade büyüyor, daha ziyade parlıyor, bu sade sofaya muhteşem bir mabet şeklini veriyordu. Tam mevlit okunmaya başlanacaktı. Fatma Hanım, hemen bir göz gezdirdi. Makbule meydanda yoktu... Kapının yanında divan duran Nuruşeb'e doğru yürüdü, yavaşça:
:— Kız nerede? Diye sordu.
:— Dışarda.
:— Niçin içeri girmiyor?
:— Bilmem...
Fakat Fatma Hanım biliyordu. Burnuna keskin bir limon kokusu geldi. Hemen dışarı fırladı. Makbule'yi orada ayakta duruyor gördü:
:— Kız niçin içeri girmiyorsun? Dedi. Makbule ezildi, büzüldü, boynunu büktü:
:— Hiç...
:— Haydi gir içeri diyorum.
:— Giremem ki...
:— Niçin?
:— .....
:— Söyle, niçin diyorum?
Kız daha ezildi, büzüldü boynunu büktü. Ağlar gibi ıslak bir sesle, kolu ile yüzünü kapayarak, utancından hanıma arkasına dönerek:
:— Kirliyim! Dedi.
:— Hay Allah müstahakkını versin!
Şimdi Fatma Hanım ne yapacaktı? Mevlit okunan yere bu pis kız sokulamazdı. Günahtı. Yukarıya gönderse efendi var... Sonra Nuruşeb'i de nöbetçi gibi kızın yanına bıraksa... Buna da emniyet edemiyordu. İhtiyar Arap hemen uyuyuverirdi
:— Haydi buradan çabuk bahçeye çık. Sofanın camekân kapısına gel. Kapıyı aralık et. Başını sok. Mevlidi dinle. Vücudun dışarıda kalsın. Gözlerini bana dik. Hiç ayırma. Sakın savuşayım deme. Tövbe olsun seni çok fena ederim, dedi.
Tekrar sofaya girdi. Yavaş yavaş rahlenin yanındaki minderine gitti. "Estağfirullah, estağfirullah" diye diz çöktü. Bir dakika sonra karşıki camekândaki bahçe kapısı usulca açıldı. Aralığından Makbule'nin başı göründü.
Mevlit başladı:
:''Allah adın zikredelim evvela''
:''Vacib oldur cümle işte her kula''
Saime Molla'nın sesi o kadar yanık, o kadar müessirdi ki, herkes hüngür hüngür ağlıyordu. Fatma Hanım da hıçkırıyordu. Fakat gözünü kapının aralığında asılı bir maske gibi duran Makbule'nin suratından da ayırmıyordu.
Yukardaki, aşağıdaki odaların hepsini arayan efendi, Makbule'yi bulamayınca, bahçeye çıktı. Mevlit okunurken dışarda kalabilmek için bu "aybaşı" planını kendisi kurmuştu:
:— Demek bizimki yutmadı... Dedi.
Canı sıkıldı. Ayın on dördü her tarafı beyaz, mor sislerle dolduruyordu. Durdu. Açık başını uzun uzadıya kaşıdı. Bol gecelik entarisinin içine pembe, görünmez bir el gibi ılık bir serinlik giriyor, her tarafını kaşıyor, kaşındırıyordu. Yürüdü. Önünde, gölgesi de siyah, yuvarlak bir halı gibi yürüyordu. Haberi olmadan, gölgesine basa basa, yine kurbanlık koçun yanına gitti. Can sıkıntısından patlayacak gibiydi. Bir haftadan beri hep bu mevlidi düşünmüş, hep bu fırsatı beklemişti. Nihaî bir hareketle koçun zincirini çözdü. Elini göstererek:
:— Tos, tos, haydi tos...
Diye hayvancığı kızdırmaya başladı. Parlak ay, sıcak gece, koça da pek fena tesir etmişti. Gündüzdekinden ziyade hiddetleniyor, şaha kalkıyor, üç dört arşın geri giderek dehşetli toslar vuruyordu. Efendinin elleri acıdı: "Ulan, bu akşam sen de azmışsın galiba!" diye güç bela boynuzlarından yakaladı. Tekrar kazığına zincirledi. Geri döndü. Gerindi. Havaya baktı. Ay katılacak gibi gülüyor, arsız bir mahalle çocuğu yılışıklığıyla sanki ona: "Aldın mı gümüşü..." diyordu. Sıkıntıdan patlayacaktı. Bütün vücudunu bir ateş kapladı. Köşke doğru döndü. Camlı kapıda birisinin durduğunu gördü. "Bu acaba kim, bir misafir mi?" diye düşündü. Fakat misafirin dışarda ne işi olabilirdi? Yavaş yavaş yürüdü. Dalgınlıkla koçun zincirini kazığına iyice takamamıştı. Koç da arkasından gelmeye başladı. Bundan haberi yoktu. Kafasız bir vücut gördü.
:— Tuhaf şey! Tuhaf şey! diyordu.
Daha yaklaştı. Makbule'nin tombul vücudunu, kısa etekli beyaz entarisinden tanıdı. İlerledi. Kalbi çarpıyor, camlı kapının aralığından ruhları ürpertecek derecede latif, mukaddes bir ahenk fışkırıyordu:
:''Geldi bir ak kuş kanadıyla...........''
Elini uzattı. Bu "Kesikbaş" değil, başı kesik, canlı bir vücuttu. Dokundu. Makbule'nin birdenbire ödü kopacaktı. Bağırmak istedi. Fakat hanımın gözü ta gözünün içindeydi. Cesaret edemedi. Nefesi durdu. Titremeye başladı. Efendinin yavaşça:
:— Sus, sus, haydi sus...
Dediğini duyunca bir anda korkusu geçti. Ferahladı.
Fakat efendinin arkasındaki azgın koç, iyi Türkçe bilmediğinden, Makbule'yi ferahlatan bu sözleri:
:— Tos, tos, haydi tos...
Anlamıştı. Birdenbire fena halde gazaplandı. Geriledi, geriledi. Dört arşından şaha kalkarak, efendinin kaba etlerine öyle müthiş bir tos indirdi ki... şangur, şungur, kapının allı yeşilli bütün camları kırıldı. Paldır, küldür devrilen içerdeki şerbet, şeker masasının üstüne evvela ödü kopan zavallı Makbule, onun üstüne de ne olduğunu anlamayan, gözleri çerçevesinden fırlamış biçare efendi, cansız bir ceset gibi yığıldı. Mevlidin ruhanî tesiriyle ruhları gayri nasutî yüksekliklere uçmuş bulunan davetliler, bu nagehanî<ref>ani</ref> gürültüden, korkunç manzaradan birdenbire abdestleri bozulmuş, şaşkın, perişan, avazları çıktığı kadar haykırışmaya başlamışlardı. Duasının bu kadar dehşetle kabul olunduğunu gören Fatma Hanım, hemen şak diye bayılmıştı. Camekânın, camların kırılmasından, kadınların bağrışmalarından daha beter hiddetlenen kurbanlık koç ise hâlâ hızını alamıyor, yere serdiği efendiyle Makbule'nin üzerine çıkmış, birinin eteklerini bırakıp, ötekinin saçlarını yakalıyor, ikisini de didik didik ediyordu.
==Dipnotlar==
{{sayfa başı}}
{{dipnot|3}}
[[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]]
m3q4x0ou67kia6l4kszlsomfa29wf8f
Aşk-ı Memnu/Bölüm 1
0
18592
151656
110851
2022-08-11T13:18:20Z
Kwamikagami
19579
wikitext
text/x-wiki
{{eser
| önceki = [[Aşk-ı Memnu]]
| sonraki = [[../Bölüm 2|Bölüm 2]]
| başlık = [[Aşk-ı Memnu]]
| bölüm = Birinci Bölüm
| esersahibi = Halid Ziya Uşaklıgil
| notlar =
}}
[[wikt:Maun|Maun]] sandalla [[wikt:müsademe|müsademeyi]] andıran bu tesadüflere artık o kadar alışmıştılar ki, bugün Kalender'den<ref>İstanbul Boğaziçi'nde bir semt.</ref> dönerken gene onun âdeta çarparcasına yakından sıyırıp geçişini fark etmemiş göründüler. Beyaz sandalın şık, zarif süvarilerinde küçük bir telâş eseri, bir ufak [[wikt:haşyet|haşyet]] [[wikt:sayha|sayhası]] bile uyandıramayarak geçen maun sandala - her iki tarafı görebilmek üzere biraz yan oturan - Peyker başını bile çevirmedi, arkasını sahile vererek Anadolu kıyısına dumanlarını serpen bir vapura dalmış gözleriyle Bihter'in beyaz örtüsünün içinde [[wikt:vakar|vakar]] ve endişe dolu çehresi tamamiyle kayıtsız kaldı; yalnız, valideleri, sarıya boyanmış saçlarının altında gözlerinin mânasına derin bir [[wikt:mübhem|mübhemlik]] veren geniş bir sürme çemberiyle çevrilmiş gözlerini çevirdi, ucunda gizli teşekkür mânası titreyen bir [[wikt:serzeniş|serzeniş]] bakışıyla maun sandala büsbütün yabancı kalmadı.
Aralarında mesafe biraz uzanır uzanmaz, bu üç kadının kayıtsız vakarına birden [[wikt:halel|halel]] geldi, en evvel valide - kırk beş senenin henüz [[wikt:izale|izalesine]] [[wikt:muvaffak|muvaffak]] olmadığı bir [[wikt:şebâb|şebâb]] [[wikt:vehim|vehmiyle]] mesirelerde etrafa dağılan [[wikt:tebessüm|tebessümleri]] kendi lehine [[wikt:isnat|isnat]] etmek [[wikt:itiyat|itiyadını]] takip ederek - dedi ki :
- Bu Adnan Bey de!... Artık âdet oldu, mutlaka her çıkışta tesadüf edeceğiz; bugün Kalender'de yoktu, değil mi Bihter?...
Validesinin şikâyet şekli altında gizli bir memnuniyeti kâfi derecede saklayamayan sözlerini Bihter cevapsız bıraktı. Peyker validesine doğrudan doğruya cevap vermeyerek:
- Bugün çocukları da yanında değil... dedi, ne güzel çocuklar, değil mi anne? Hele oğlan! Yumuk yumuk gözleriyle bir bakışı var ki...
Bihter, eğilmeyerek, dudaklarının ucuyla sordu :
- Validelerini tanır mıydınız, anne? Kız annesine çekmiş olmalı...
Firdevs Hanım Bihter'in sualini anlamamışçasına donuk gözlerle bir saniye baktı, sonra başını çevirerek artık gözden kaybolan sandalı araştırdı; tekrar Bihter'e bakarak ve bu defa kendi zihninde cereyan eden efkâr silsilesini takip ederek :
- Ne tuhaf bir bakışı var! dedi. Israr eden bir bakış! Ne zaman gözlerim tesadüf etse...
Firdevs Hanım ikmal etmeden evvel biraz tevakkuf etti. Galiba «bana» diyecekti, fakat kızlarına karşı bu kadarcık bir lisan ihtiyatına tamamıyla sönmesi kabil olamayan bir annelik vakarı lüzum gördü, ve : «Buraya bakarken görüyorum...» dedi.
Validelerinin bu küçük lisan ihtiyatı ikisinin de dikkat nazarından kaçamadı. Peyker'le Bihter manalıca bakışarak gülümsediler, hattâ Peyker bu gülümsemenin ifadesini açıklamaktan çekinmeyerek:
- Evet, gözlerini Bihter'den ayırmıyor, dedi.
Bu cümlenin tesirini görmek için validelerine baktılar, o, cevap vermemek için uzaklara baktı.
Firdevs Hanım Melih Bey takımının hususî şöhretinden en ziyade hissesi olan bir çehredir ki, işte otuz senedenberi - on beş yaşından kırk beş yaşına kadar - bütün mesirelerin en mâruf hayat temasilinden biridir. İstanbul'un seyranları takviminden ismi silinemeyen, hattâ silinemeyecek görünen, hayatından her sene geçtikçe gençliğe daha ziyade asılan bu kadın, beyazlığını saklamak için sarıya boyadığı saçlarıyla, taravetinin izmihâlini örtmek için düzgünlere sıvadığı simasıyla kendisini o kadar aldatmış, henüz tazeliği vehminin içine öyle bir fikir delâletiyle nefsini tevdi etmiş idi ki, Peyker'le Bihter'in yaşlarını - birinin yirmi beş, ötekinin yirmi iki senesini - unutarak onları bütün bu tebessümlerden, bu takiblerden hisse alamayacak kadar çocuk zannederdi.
Bu, iki kızla valide arasında ebedî bir cenk ve istihza zemini idi ki, tamamen vuzuh ve serahat kesb edememekle beraber hemen her gün tekerrür eder; Peyker'in manalı bir kelimesi, Bihter'in insafsız bir tebessümü güya bu iki genç vücudun gençlik muzafferiyetini hâlâ genç kalmak isteyen bu validenin harap ve fersude kırk beş senesine çarpardı.
O, böyle hâin bir kelime, merhametsiz bir tebessüm, kulaklarına müthiş bir istihza ıslığı ile kırk beş yaşını bağırırken dudaklarında acı bir irtisam ile dalgın dalgın Peyker'le Bihter'e bakar, sonra ufak bir titreyişle gözlerini bu hakikatten ayırarak tekrar şebap vehminin, iğfal hazzına avdet ederdi.
Şimdi, dört aydan beri müzic bir fikir beynini tırmalıyordu. Peyker biraz sonra onu büyük valide edecekti. Buna vukuf hâsıl ettikten sonra büyük validelik bir kâbus ağırlığıyla onu bunaltmağa başladı. Kendi kendisine güya bu fikri silkip atmak istiyerek: «Mümkün değil!» derdi.
Büyük valide!...
Melih Bey takımının içinde kadınlar hattâ zor valide olurken büyük valide olmak onun için bir zül, bir ayıp hükmünde idi. Şimdiden buna bir çâre düşünüyor, saçlarının beyazlarıyla çehresinin harabisine bir tamir tedbiri bulduktan sonra büyük valideliğe de bir şey icad etmek istiyordu, öyle bir şey ki ona şebap vehminin mestliğinde gizlenebilmek için imkân bıraksın: Çocuk annesine abla, ona da anne, diyecekti.
Melih Bey takımının içinde böyle garip bir istisna teşkil etmek zilletini tali onun için mi alıkoymuş idi? Bu vak'a hayatını telvis edecek bir leke kadar onu korkutuyor ve artık Peyker'e onu büyük valide edecek olan bu mahlûka, açıkça husumet ediyordu.
Peyker'in son cümlesinden sonra sandalda hep sükût ettiler. Adnan Bey artık unutulmuş göründü.
<center>🙝🙟</center>
Melih Bey takımı!... Bu takımın İstanbul hayatında mertebesinin tâyini metin bir kaideye müstenid olamaz. Tamamiyle kibar âlemine mensubiyet iddia edecek kadar sağlam bir asalet sahibi olmayan bu ailenin yarım asır evveline kadar mevcudiyeti meşkûk ve mübhemdir, aile efradı içinde kibar hayat sicilinde tanınmış isimler bırakanlara uzaktan yakından - biraz karışık olmakla beraber - tesadüf etmek nesiller şecereleri müteveggilerine belki mümkün olur. Asıl takımın hususî hayat tarihi işte bu aileye namını terk eden Melih Beyden ibtida eder. «Melih Bey takımı» unvanı ailenin bütün ruhî tarihini rumuz ve şümuluyla telhis ve icmal eder bir ifade vüsatine maliktir.
Melih Bey kimdir?
Bu suale sarih bir cevap vermek külfetine lüzum görülmemiştir. Melih Bey vefatından sonra devam edebilecek hiç bir hâtıra bırakmamıştır: Yalnız Anadolu kıyısında bir yalı ile bu yalıdan İstanbulun hemen her tarafına yayılarak bugün «Melih Bey takımı» ünvanıyla bir temayüz noktasında birleşen kadınlar...
Melih beyin yalısı yarım asrın inkılâp silsilesinden geçmiştir. Bugün kimbilir kimindir? Fakat ne zaman önünden geçilse Boğaziçinin hususî hayatına vâkıf olanların kalblerinde gizli bir parmak uzanarak orasını gösterir ve mübhem fakat zengin mânalar vererek:
- Melih Bey'in yalısı, der...
Bir vakitler yalının pencerelerinden taşan tarab ahengi hâlâ rıhtımın taşlarını yalayan suların zemzemelerinde muhtefi, geceleri Boğazın suları bir zamanlar buradan topladıkları neşve şaşaasının hâlâ iltima-ı bakiyesiyle furuzan zan olunur, onun için yalının o hayat devresini bilmeyenler bile yalnız onun mânasını his ederek buradan geçerken bir âlemin meçhul bir sergüzeştine ait zevkleri duyarlar ve kendi kendilerine:
- Evet, Melih Bey'in yalısı, derler.
Bu yalı şehrin tarihinde mümtaz bir nevi çiçek yetiştiren bir camekân hükmüne hizmet etmiş ve İstanbul'un kibar hayatına bu mümtaz mahsulden numuneler serpmiştir. Bunlar yarım asırdan beri bu küçük şehrin muhtelif noktalarına dağılmışlardır; fakat onları dağılmakla beraber birbirinden ayırmayan, bütün muhtelif çiçekleri bir rabıta ile toplu bir demet şeklinde bağlayan bir şey vardır ki, ailenin unvanıdır. Bu, aileyi cereyanının dalgaları içinde sürükleyip götüren inkılâp nehrinin üstünde, batmaz bir tahta parçası şeklinde yüzmekte devam etmiştir.
Melih Bey takımında garip bir isticnas hassası vardır: hangi aile ile nisbet peyda eylerse o aile için Melih Bey takımından olmak muhakkaktır. Melih Bey takımından bir kız - galiba bu ailenin temayüz eshabının vikayesi, kadınlara müvekkel olduğundan kaderin hususî bir müsaadesiyle takımdan hemen bütün kız evlâd çıkmıştır. - bir diğer aileye intisap etmekle manevî hüviyetinin bu yeni ailenin hamiresinde mas olmamasını o isticnas hassası emniyet altına alır. Hattâ bu camekânın en -güzide çiçeklerini Firdevs Hanım - aile tarihi içinde bir hârika nev'inden - henüz on sekiz yaşında iken Rumeli sahilinin mini mini zarif bir yalısına - bugün Kalender seyranından sonra beyaz sandalın rıhtımına yanaşmak üzere olduğu açık sarı boyalı yalıya - gelin gider gitmez izdivaç hediyesi olarak oraya derhal aile unvanını götürmüş oldu; o günden başlayarak kocasının ismi silindi ve yerine:
- Firdevs Hanım'ın beyi, denildi.
Firdevs Hanım bir çok akraba kızları gibi kocasız kalmamak lüzumunu düşünmekte acele etmiş idi. Bütün mizacının hoppalığıyla ve dünyada güzel giyinmekten ve mümkün olduğu kadar eğlenmekten başka bir şeye ehemmiyet vermeyen dimağının muhakemesiyle her ne olursa olsun bir koca - elbiseleriyle akrabalarının masarifini temin edecek bir kese - bulmağa karar vermiş idi. Ailenin etrafında yavaş yavaş kuvvet kesbeden bir uzak kalma hissi evlenecek kızları için yalnız bir izdivaç zemini bırakmış idi: Mesireler... Bir gün Göksu'da - nasıl oldu bilinemez - Firdevs Hanım'ın izdivacından bahs olundu. Bu rivayet derenin sevda taşıyan sularının üstünden hafif bir hande ile uçdu; güzergâhında hayretler uyanıyordu, bütün Göksu güya bu rivayete karşı mebhüt ve mütehayyir, bir taaccüp nidasıyla titredi:
- Bu kadar erken!...
Henüz on sekiz yaşında, henüz bu çiçekten Göksu kendisine bir tesliyet yadigârı bırakacak bir koku almağa vakit bulmadan... Fakat ertesi hafta - iki hafta arasında bir izdivacın mühim inkılâbı vuku bulmamışçasına - Firdevs Hanım yine Göksu'da yine bir hafta evvel etraftan selâm toplayan gözleriyle görünüverince bütün dere bir inşirah nefesiyle şişti ve bu defa artık etrafında dolaşmakta izdivaç ihtimallerinin girdabları açılan on sekiz yaşında şiir ve şebap dolu bir tehlike değil, izdivacının vukuu akabînde seyran hayatına sadakat isbatı için Göksu'yu selâmlamağa gelen Firdevs Hanım'ın sandalına bütün derenin sevda arkasında gezginci sandalları tam bir teslimiyet ile takıldı, sürüklendi gitti.
Göksu'da bundan evvel Firdevs Hanım'ın izdivacı rivayeti - ucunda ağır bir kurşun parçası sallanan olta iğnesi gibi - düştüğü noktanın etrafında gittikçe genişleye genişleye açılan dâireler tersim etmiş idi; herkes bu dâirelerin haricinde kalmak, yalnız ufak mühteriz bir temasla iğnenin ucundan biraz yem koparmış olduktan sonra kaçmak isterdi, bir safderunun avlanmasını bekleyerek yalnız temaşa halinde kalmak tercih olunurdu.
Safderunun kim olduğu taayyün ettikten sonra merak zail olmuş, hattâ bu biçare kurbanın mevcudiyeti bile unutulmuş idi; artık ortada iğnesinin ucu kırılmış bir sayyad, avlamaktan ziyade avlanmağa müntazır ve müheyya bir Firdevs Hanım kalmış idi.
Daha doğrusu bu izdivaçda Firdevs Hanım aldanmış idi: izdivaç ona beklediği şeylerden hiç birini getirmiyordu, yahud hunlardan o kadar az bir hisse getiriyordu ki birden kendisini hülyalarında aldatmış olan bu adama husumet etti. Bu izdivaç ona saf bir genç kız emelini tatmin etmiş olmak tesliyetini bile vermiyordu. O izdivacında şebabının hiç bir sevda temayülüne tebaiyet etmemiş idi, bütün aşk ve garam emellerini feda ettikten sonra bu fedakârlığa mukabil elinde hemen bir hiç görünce acı bir nedamet duydu, kendi kendisine: «O halde, mademki böyle olacaktı, niçin...» der, bu sualin arasında hep kendisine zengin bir izdivaç yaptıramayacaklarından dolayı ihmal edilen çehreleri görür, ve «evet, o halde ne için onlardan biri olmadı?» sualiyle cümlesini ikmal ederdi.
Firdevs Hanım tamamiyle serbest idi, hattâ denebilirdi ki bu kadın izdivaç münasebetlerinde vazifeleri değiştirmiş, kocalık sıfatını kendisine alıkoymuş idi. Bir hafta içinde zevcini Melih Bey takımından yapmış idi.
Bir gün kocasının gözleri önünde Göksu'da Firdevs Hanım'ın sandalına - içinde bir penbe zarfın yazısı saklanmış - bir demet atıldı. O akşam birinci defa olarak bir kıskançlık kavgasına girişmek kasdiyle kocası demeti, mektubu sordu, Firdevs Hanım her türlü kavga mukaddemelerini birden kesen bir nazarla doğruldu:
- Evet, dedi... Bir demet, içinde de bir mektup! İstersen okuyabilirsin. Daha yırtmadım. Fakat sonra? Ne olacak sanki? Halkı çiçek atmaktan, mektup yazmaktan men edecek ben değilim. Bence yapılacak bir şey varsa cevap vermemektir.
Sonra kocasına eğilmiş ve parmağını sallayarak işaret etmiş idi:
- Hem baksanız a, size tavsiye ederim bana kıskançlık meseleleri icat etmeyiniz, belki beni cevap yazmağa mecbur edersiniz...
İki sene sonra Peyker, üç sene fasıla ile Bihter doğuyordu. Firdevs Hanım için bu iki vaka iki mühim musibet darbesi hükmünde idi. Kendisini böyle biri biri üstüne valide eden bu adamla artık her gün cenkleşiyor; ona, çocuklarına, kendisini gençliğinden ayırmak isteyen bu şeylere her şeyi cidal vesilesi ittihaz eder bir düşman kesiliyordu.
«Ömrüm sana çocuk yetiştirmekle mi geçecek?» cümlesi en beklenmeyen zamanlarda kocasının yüzüne vurulacak bir kamçı idi. O, bu kamçı darbelerine yüzünü uzatır, gülerek bu müthiş kavgaların neticesini beklerdi. Karşısında bu erkeği o kadar zelil, o kadar miskin görmekten husumetine bir de teneffür rengi karışırdı. Bu, ikisinin arasında senelerce süren bir cehennem hayatı oldu...
Bir gün Firdevs Hanım İstanbul'dan eve avdet ederek odasına çıkınca birden garip bir manzara karşısında dondu: Çekmesinin gözleri kırılarak açılmış, öteye beriye çamaşırları, kordelaları, mendilleri dağıtılarak atılmış idi. Birden bunların arasında buruşturulmuş, yırtılmış, etrafa serpilmiş kâğıt parçaları gördü ve hepsini anladı.
Nihayet, kocası, senelerden sonra damarlarında birdenbire bir kocalık kıvılcımının tutuştuğunu hissederek gelmiş, bu kadının hususî hayatına aid sırlar mahfazasını parçalamış idi.
Mütehevvir bir isyan ile bir dakika beklemeyerek, odasından fırladı önüne Peyker - o zaman ancak sekiz yaşında olan büyük kızı - geçti:
- Anne!... dedi, bey babam bayıldı, hasta yatıyor...
Çocuğu kollarından tutarak fırlattı, kocasının odasına koştu; bütün hayatının saklanmış kinlerini bu adamın başına çarparak artık her şeyi kırmak, rabıtaları parçalamak istiyordu; lâkin odaya girince, sedire yığılmış yatan bu yıldırımla vurulmuş vücudun karşısında dondu. O, gözlerini çevirerek karısına baktı, bütün telvis olunan hayatının serzenişleriyle memlû bir nazar... Birinci defa olarak kocasına cevap vermedi; mebhut, dudakları titriyerek, gözlerini ayıramayarak, durdu; kocasının gözlerinden iki sakit yaşın yuvarlandığını gördü.
Bir hafta sonra dul kalıyordu. Dul kaldıktan sonra birden kocası hakkında bir merhamet, hattâ bir muhabbet duydu, onun ölümüne bir parça da kendisini müsebbip addediyordu. Fakat bu, bir ay sonra mesirelerde tekrar görünmeden onu menedemedi. Bu defa onun hülyasında on sene evvelki emel gayesi tekrar can bularak parlamağa başlamış idi: Bir kese bulmak, fakat öyle bir kese ki içinden avuç avuç, saymaksızın, alabilmek mümkün olsun.
İşte seneler insafdan mahrum bir seri cereyan ile hep geçiyor ve Firdevs Hanım'ın hülya dolu gözlerine karşı altın iltima ile parlayan o kesenin şaşaası hep taliin kıskanç elinde sönüyordu.
Peyker Adnan Bey için: «Evet gözlerini Bihter'den ayırmıyor » cümlesiyle onun kalbini burmuş idi. Demek bunu da elinden Bihter alacaktı? Peyker'den sonra Bihter?... Bu iki kız onun nazarında bi-| rer rakibe, onu böyle elinden ümidlerini ala ala öldürecek birer düşman idi.
Peyker'in izdivacı onun için müthiş bir darbe olmuş idi. Mesele çıkar çıkmaz kızının izdivaç fikrine karşı isyan etti, husususyla Peyker'in yapmak istediği gibi bir aşk izdivacı affolunmaz bir kabahat nazarıyla bakıyordu. Muvafakat etmemek için bir müddet uğraştı, sonra Peyker'in firar etmek tehdidine mukabil bütün kuvvetleri düşerek mağlûp bir teslimiyetle rıza gösterdi. İlk önce evde kendisine resmiyet dâiresinde bir eda ile «Valide Hanım efendi» diyen bir damat görünce birinci defa olarak ihtiyarlamış olmak acısını duymuş idi, sonra yavaş yavaş zaman bu acının üzerine ince bir kül tabakası çekmiş idi; fakat şimdi büyük valide olmak tehlikesi o külleri savuruyordu.
Çevik bir hareketle Bihter rıhtıma atladıktan sonra elini Peyker'e uzattı. Gebeliğinden beri kendisinin böyle küçük dikkatlere mazhar edilmesinden Peyker haz alıyor ve henüz hamli mahsûs bir yük olacak derecede ilerilememiş olmakla beraber yürüyüşünde, gezinişinde yardıma muhtaç görünen bir mecalden mahrum vaz'ı süs ittihaz ediniyordu, iki kız kardeş rıhtımda annelerine intizar ederek durdular. O, bilâkis kimsenin muavenetine ihtiyaç göstermek istemezdi. Kendisinden beklenemeyecek bir hiffetle sandalda ayağa kalktı, rıhtıma atladı.
O zaman bu üç kadın giyiniş tarzlarının nadir zarafetiyle meydana çıktılar.
Giyinmek... Eğlenmekten sonra Melih Bey takımının başlıca hassası giyinmekte bütün zevk erbabına her vakit mukalled olan fakat hiç bir zaman tamamiyle taklidine - anlaşılamaz bir sebeble muvaffakiyet hasıl olamayan zarafetleriydi.
Eğlenmekte bu aile efradının, hele bugün en ziyade tanılan Firdevs Hanım'la kızlarının ne dereceye kadar ilerlediklerini herkes tamamıyla tâyin edemezdi. Onları İstanbul'un zevk hayatında tefavvuk mertebesine çıkaran hususî bir şöhret vardı ki sebebleri pek araştırılmaksızın herkesçe kabul olunmuş idi. Bütün Göksu, Kâğıthane, Kalender, Bendler müdavimleri onları tanırlar; Boğaziçi'nin mehtap âlemlerinde en ziyade onların sandalı takip olunur; en ziyade onların yalısının önünde tevakkuf olunarak pencerelerin saklı şeyler ifşa etmesine intizar edilir; bir piyano sesine, perdelerin arkasından fark edilen bir iki zarif gölgeye dikkat olunur; Büyükdere çayırında onların arabası halkın nazarlarını arkasına takıp sürükler, nerede görülse onlar hemen farkedilir. «Melih Bey takımı» fısıltısı mesirenin havasında uçar, herkesde bir tecessüs hareketi uyanır, ve güya bu fısıltının ihtizazlarından bir sırlarla dolu mâna serpilir. Bu nedir? Hiç kimse sarih tafsilât ile bunu tâyin edebilecek emarelere malik değildir. Bir takım rivayetler vardır ki başkalarının aleyhine hizmet edecek şeylere halkın kolaylıkla itimadı neticesiyle tedkik olunmak zahmeti Jhtiyar edilmeksizin revaç bulur, hattâ ihtimal tedkik olunursa hakikati sabit olamayacağı ve o halde bunlara inanmak lezzetinden mahrum kalmak icap edeceği için bu rivayetlerin neşr edildikleri suretle kabul olunması mukarrerdir.
Onlar bu rivayetlere ne kadar ehemmiyet vermezlerse rivayetler o kadar kuvvet almış bulunurdu. Bütün gezişleri, bakışları birer mânaya mahmul olurdu; fakat onlarda bu rivayetlerden pek de memnun olmuyor değil gibiydiler, hattâ Pirdevs Hanım'ın bir omuz silkintisile: «Oh! Halka bakarsanız hiç bir şey yapmamak lâzım gelir; bence insan halk için değil, nefsi için yaşamalıdır!...» deyişi vardı ki bütün ailenin felsefesini icmal ederdi.
Fakat, ne denilirse denilsin, işte onlar yarım asırdan beri bütün mesirelerin zarafet ruhu idiler. Bu, aile efradına miras olarak intikal etmiş bir hassa idi ki onları daima İstanbul'un en iyi giyinen kadınları mertebesinde tutmuş idi. Hayatları tarzının tabiî icablarıyla yavaş yavaş bütün aile efradında tevessü ve teessüs eden bir zarafet ihtiyacıyla giyinmek sanatının ruhundaki sırları keşf etmişler, o bir hussuî kaideye itba olunamayarak yalnız zevkin müşkülpesent miyarıyla tevzin olunabilen giyinmek sanatında bir icad hârikası bulmuşlardı. En harim giyecek şeylerden yüzlerinin peçesine, eldivenlerinin rengine, mendillerinin işlemesine varıncaya kadar öyle bir nefis ve müstesna zevk hükm ederdi ki sadelikleriyle beraber en özenilmiş, en ihtimam görmüş ziynetleri bayağılığa indirirdi. Onlar görülünce bu igtizellik fark edilmemek mümkün olmazdı, yalnız bu neticenin husul esbabı dikkatten kaçardı. İşte Pygmalyon'dan alınmış siyah işlemelerle açık kül rengi eldivenler, işte Au Lion D'or'dan çıkma keçi derisinden potinler, işte siyah saten de Lyon'dan herkesinkine benzer çarşaflar... Fakat herkesinkine benzeyen bu ufak tefek şeylerde zarafetlerinin ruhundan tayaran eden bir nefaset havası bu mânâsız şeyleri öyle mümtaziyet aguşu içinde sarardı ki bunları adilikten çıkarır ve başka bir dünyanın müstesna metaı hükmüne getirirdi. Onlarda taklid edilemeyen şey giydikleri değil giyinişleriydi, peçelerini bir ilişdirişleri vardı ki onu herkesin peçesinden başka bir şey yapardı. Meselâ onlardan biri bir gün eldivenlerinden birini iliklemeği unutmuş olurdu: Eldivenin tersine devrilen kapağının arasından türlü türlü ince gümüş tellerle, yahut altın zincirler arasında sıra ile inci ve minimini yakut parçaları sıralanmış zarif bileziklerle dolu beyaz bir bilek öyle lâtif bir ihmal ile açık kalırdı ki bir saniye görülebilen bu bilek artık unutulamazdı. Çarşaflarının kıvrımları, omuzları, kalçalarını sıkarak dökülüşü onları görenlere, tanıyanlara hemen kim olduklarını ifşa ederdi.
Gördüklerinden fikirler çkarırlar; ötede beride tesadüf olunmuş numuneleri birbirine karıştırarak birinden alınmış bir şeyi diğerine ilâve ederek bir başka şey vücude getirirler, ve bu, başkali-ğile, hepsine tefevvuk ederdi. Onlar, iki kızla anne, saatlerce müzakereler, mücadeleler yaparlar, nihayet yeni bir âlet icad eden bir müşteri zaferiyle bu celselere yeni bir keşfin sevinçleriyle hitam verirlerdi.
Bazan, dururken, onları bir görmek ihtiyacı alırdı. Sanihalarına sahralanan ilhamından taze bir şevk bekleyen bir ressam ihtiyarıyla Beyoğlu'na inerek yeni gelmiş kumaşları, Tünelden Taksim'e kadar giyilen yeni elbiseleri görmeğe çıkarlardı. O zaman alınacak ufak bir şey sebep teşkil ederek mağazalara girilir, saatlerle yığın yığın kumaşların karşısında müzakereler edilirdi. Beğenilmeyen kumaşları ellerinin tersiyle iterek yahut gözlerinin bir ucuyla red ederek, asla aldatmayan âni br zevk ile mahkûm ederler, sonra dikkat ve muayeneye lâyık olmak üzere ayrılan parçaları ellerinin bir iki. Üstad darbesiyle peykenin üstünde kabartırlar, bunların tesirini uzun uzun keşfe çalışırlardı. Onların itiraz kabul etmeyen bir isabetle kat'î hükümleri vardı ki, dükkânlarda her vakit bir şakirt hürmetle dinlenirdi. Bu ufak şeyleri telebbüs zevki için bir hüküm ehemmiyetiyle telâkki olunur ve ekseriyet üzere asıl dükkân sahibleri satmak hevesinden ziyade onların fikirlerini almak lezzeti için saatlerce üşenmeyerek önlerine kumaş yığarlardı. Onlar bir müşteri sıfatıyla değil alınacak şeyi binlerce şeylerin arasından seçip ayıran birer sanat üstadı ehemmiyetiyle telâkki olunur, aldıkları, beğendikleri şeylere hususî bir imtiyaz verilirdi. Müşterilere karşı «Bunu beğenmediniz mi? Geçen gün Melih Bey'inkiler bunu pek beğenmişlerdi!...» demek kumaşın kıymetini derhal tezyid edecek kavî bir tavsiye idi.
En ziyade sanatlarının sihri, bu zarafeti inanılmayacak bir ucuzlukla vücude getirmekte idi. "Zaten ailenin malî kudreti bunu tebdil edilemeyecek bir esas kaide hükmüne getirmiş idi. En ziyade tekellüfe, lüzum gördükleri, mesirelere mahsus kıyafetleriydi. Zarafet zevkinin bu basit ve dar zemini onlar için gayet geniş bir cevelân sahası olurdu. Hattâ bugün Kalender'de yeni bir kıyafetin resmi teşhiri icra olunmuş, birinci defa olarak ancak bir sandalda giyilebilecek bir şey icat edilmiş idi. Bu, omuzlarından düşerek dirseklerinden bir kaç parmak aşağısına kadar ancak inebilen beyazla eflâtun tülden karıştırılmış ve yine beyaz ve eflatun kurdelelerle yer yer tutturulmuş bir harmaniden ibaretti. Başlarında gayet dar fakat uzun ince bir Japon ipeğinden yapılmış, uçlarına eski işlemeleri takliden beyaz ipekten hafif bir su işlenmiş bir örtü vardı ki boyunlarından dolanarak uçlarının uzun beyaz ipekten püskülleri harmanilerin ifrata hamlolunabilecek tantanası muaheze nazırından gizlemek isteyerek kısmen saklıyordu. Daha sonra eflatun canfesten bir eteklik ki harmaninin mütemmim bir zeyli olmak üzere telakki edilebilirdi, fakat bu, evde giyilecek bir eteklikten başka bir şey değildi... Valide kızlarına benzemiyordu. O, bir müddetten beri kızlarının giyiniş tarzını beğenmeyerek onlardan ayrılmaya başlamıştı, aralarında elbiselerden görünen bir iftirak hasıl oluyordu. Sinlerin ihtilafından hâsıl olan bu iftiraka o, kızlarının zevkini ifrat ile itham ederek bir sebep göstermek isterdi; fakat gayet hafi ve samimi bir his onu haberdar etmiş idi ki hâlâ kızları gibi giyinmekte devam ederse gülünç olacaktır. Onun için bugün o da başka bir şey icat ederek harmanileri taklit edememenin intikamını almış idi. Beline kadar ince ince kıvrımlarla sıkı sıkıya inip belinden sonra bol dalgalarla aşağıya dökülen yensiz gayet açık kahve bir yeldirme yapmış ve bunu her yeldirmeden tefrik edecek bir icat eseri olarak arkasına ucu zarif bir ipek püskülle sallanan bir başlık koymuş idi.
Bu başlık Peyler'le Bihter için bir şaka silsilesi husule getirmiş idi. Anneleri kendileriyle bir örnek giyinirken inceden inceye bu bitmek tükenmek bilmeyen gençlikle eğlenirlerdi; anneleri giyinmekte onlardan ayrıldıktan sonra latifeler başka bir zemin üserine intikal etmiş oldu. Onda bu başlık fikri doğunca evvelâ ciddi sormuşlardı: «O ne için anne? Örtü almayacaksınız da başlık mı koyacaksınız?» O, fikrini müdafaa için cevap vermişti: «Hayır, yalnız arkada duracak, düşün Peyker!.. Gayet bol bir başlık, kenarları katlanarak gene o renkten dantelalarla örtülmüş... Haniya, çocuklara mahsus başlıklara benzer gürültülü kalabalık bir şey.» Onlar bu izah ile kanaat etmeyerek, ciddi başlıkları suallere doğrudan doğruya istihza karıştırarak devam etmişlerdi:
- Evet, fakat mademki giyilmeyecek, o halde bir yeldirmede bir başlığa ne lüzum var?
- Ne için lüzum olmasın? Gece havada rutubet olursa pekâlâ giyilebilir.
- O halde gece giyilebilecek bir başlığı gündüze mahsus bir yeldirmeye koymak ne için lazım gelsin! Gece zaten başlık görünmez ki...
Bu mübahese böyle uzanıp gitmiş, nihayet anneleriyle her bahsin neticesi gibi bunun neticesi de altı saat imtidat eden bir dargınlığa ve kadının ağlamasına sebep olmuştu. Yavaş yavaş süslenmek hakkının kendisinden firarını yine kendisine en ziyade dost olmaları lazım gelen kızlarından işiten bu anne böyle ara sıra tekerrür eden mücadelelerden aciz bir çocuk zaafıyla ağlayarak çıkardı. Bir vakitler onu en hırçın kadınlardan biri yapan sinirlerine şimdi bir yumuşaklık bir gevşeklik geliyor, onu en umulmaz vesilelerle ağlatıyordu. Yanı başında gittikçe gençleşen, güzelleşen bu kızlar onun için mücessem bir itiraz, müşahhas bir istihza hükmüne giriyor, zaten hiçbir zaman aralarında valideliği çocuklarına rapteden duygularla küşayiş bulamayan bu üç kadının münasebeti bir rekabet münasebetinden harice çıkmıyordu.
Bugün o artık taravetini kaybettikten sonra ağır bir semenle dolgunlaşmaya başlayan vücudunu yeni yeldirmesinin içinde genç tutmaya çalışarak önden ilerledikçe iki hemşire arkasından gözlerinin ucuyla başlığı göstererek gülümsüyorlardı. Peyker, kendisinin de ilave ettiği bir fazla mecalsizlikle sanki yükünü taşımaktan yorgun bir vaziyetle ince sarılmış düz beyaz şemsiyesine bir baston gibi dayanarak ilerlerken, Bihter, beli son derece sıkılmış, vücudu daradar sararak ta arkasında iki tarafa dalga vuran etekliğiyle, belinin inceliğine nispetle geniş duran omuzlarından biri ipek ihtizazı ile titreyerek akan harmanisi beline kadar büsbütün düşemeyerek beyaz pike gömleğini etekliğine rapteden siyah meşin kemerinden iki parmak yukarıda kalmış, sağ elinden çıkardığı eldiveniyle beraber kavranılarak tutulan şemsiyesiyle, alçak ökçeli sarı potinlerinin üstünde, yere basmıyormuşçasına bir sekişle, yürüyordu. Bu iki hemşire aynı süratle yürüdükleri halde birinin dinleniyor, diğerinin koşuyor denecek bir hali vardı.
Rıhtımın köşesini döndüler. Yukarıdan inen bir vapur düdüğünü çalarak ileride iskeleye yanaşıyor, uzaktan Paşabahçe'nin çıplak toprakları üstünde akşamın gölgeleri solgun bir çimenlik koyuluğuyla titriyor, önlerinde koy, şu son geçecek vapuru bekleyerek uyumaya hazırlanıyordu. Her vakit onlar sandaldan biraz beride inerek böyle eve girmeden evvel yürürlerdi.
Birden, Bihter, şemsiyesini ileriye, mini mini açık sarı boyalı yalıya uzatarak Peyker'e dedi ki:
- Baksanıza, enişte değil mi?
Peyker durarak baktı:
- Evet, bugün galiba çıkmamış olmalı. Uzaktan iki kadınla şehnişinde duran genç adam arasında bir tebessüm teati oldundu.
Onlar taarrüp ederken Nihat Bay, şehnişinin parmaklığına dayanmış, şimdi bütün çehresini kaplayan geniş bir tebessümle, onları bir an evvel eve çekiyor gibiydi. Bihter Peyker'e «Eniştemde bir şey var, bakınız nasıl gülüyor!..» diyordu.
Meraklarından, içeriye girmeden evvel şehnişinin altında durdular. Hep istifsar eden bir sükut ile ona bakıyorlardı, o bir kelime söylemek istemeyerek ve daima gülerek duruyordu. Peyker sabırsızlandı:
- A, sıkıldım, dedi; ne için öyle gülüyorsunuz sanki?... Ne var? Rica ederim...
O, vaziyetini tebdil etmeyerek omuzlarını silkiyordu: «Hiç!» dedi, sonra ilâve etti:
- İçeriye giriniz de anlatayım. Büyük bir haber.
O vakit iki hemşire içeri atıldılar. Firdevs Hanım biraz daha ağır davranarak girdi. Şimdi Nihat Bey başı açık, arkasında bol beyaz ketenden bir ceketle, ayaklarında altı yumuşak beyaz keten iskarpinlerle merdivenleri inerek onları istikbal ediyordu. Bihter örtüsünü attı, harmanisinin kopçasını çözmeye çalışıyordu. Peyker eldivenlerini çekiyordu, Firdevs Hanım'ın saklanmış bir «of!...» la bir sandalyeye oturdu ve Nihat Bey şehnişinde başlayan cümlesini tekrar ederek:
«Büyük haber!» dedi, sonra üç kadın bu büyük haberi istifsar eden gozleriyle yüzüne bakarken onu ortalarına, gökten düşmüş gibi, aldı:
- Bihter gelin oluyor!...
Hep hayretten dondular. En evvel Bihter ancak beş saniye süren bu hayret vakfesini bozarak ve harmanisinin kopçasını çözmekte devam ederek bir kahkaha içinde eniştesine:
- Alay ediyorsunuz! dedi.
Validesiyle Peyker havadisin bakiyesini bekliyorlardı. Nihat Bey vereceği haberin ehemmiyetinden, onların üzerinde hasıl olacak tesirinden emin olan bir natuk tavrıyla sözünün ciddiyetine evzaının şehadetini ilâve ederek elini uzattı:
- Şimdi, dedi; şimdi henüz on dakika evvel burada resmen Bihter'in dest-i izdivacı talep olundu. Ben de işte hepinize, hususuyla Bihter'e resmen tebliğ ediyorum.
Bu haber o kadar katiyet ve ciddiyetle veriliyordu ki, ötede Bihter bu musahabeye bigâne bir kayıtsızlıkla eldivenlerini, örtüsünü harmanisinin üstüne atarken Firdevs Hanım'la Peyker, ikisi birden, sordular:
- Kim?..
- Adnan Bey!
Bihter başını çevirdi, bu isim bir şimşek darbesiyle onu birden sarmış idi. Firdevs Hanım, ağzı yarı açık bir hayret heykeli şeklinde duruyor, bunun bir lâtife olup olmadığını anlamak istiyordu. Dudaklarına kadar bir sual geldi:
- Bihter'i mi istiyor? Emin misiniz? diyecekti, eğer Peyker'in gülümseyen bir nazarla yüzüne bakışı onu menetmeseydi.
Birden zihninde Adnan beyin aleyhine bağıran takım takım sualler ayaklandı: Utanmıyor mu? ellisini geçkin herif! Henüz bir çocukla izdivaca talip olsun? Hiç olmazsa yaşlarda mutedil bir nisbet gözetmek lâzım değil miydi?
Bütün bu sualleri icmal eedn bir istihfaf edasıyla Firdevs Hanım mevcut olanlardan hiç birinin yüzüne bakmağa cesaret etmeyerek:
- Adnan Bey, şu demin gördüğümüz! dedi.
Sonra birden ayağa kalkarak bu lâtife o kadarcıkla terk olunacak bir şeymiş hükmünü veren kat'î bir sesle: - Ben de ciddî bir şey haber vereceksiniz zannediyordum, dedi; ve ilerleyerek artık basamakları gıcırdatmağa başlayan vücuduyla merdivenlerden çıkmağa başladı.
Peyker gülerek diyordu ki:
- Annemin hiç hoşuna gitmedi. Benden sonra Bihter! Yeni bir münazaa esası daha...
Bihter gülümsedi, yüzünde şimdi penbe bir tabaka dalgalanıyordu; nazarında bir istifsar tebessümüyle eniştesine baktı. Bu nazar: «Sahih! Verdiğiniz haber doğru mu? Eğer öyle ise anneme bakmayınız, bilirsiniz a, bu bana ait bir mesele...» demek istiyordu. Peyker kardeşlere mahsus anlaşma kolaylığüe bu nazarın mânasını tefsir ederek sarih bir sual irad etti:
- Doğru mu söylüyorsunuz, bey? Bakınız Bihter merakından çatlayacak. Siz anneme ne ehemmiyc veriyorsunuz?
Bihter atıldı:
- A, ne için merakımdan çatlayayım? Siz de tuhaf söylüyorsunuz!...
Nihat Bey vakayı iki hemşireye anlattı:
İki saat evvel, tam kendisi dışarıya çıkmak için giyinmeğe hazırlanırken Adnan beyin maun sandalı yalının önüne yanaşmış, «Sizi bugün gezmekten menedeceğim!» mukaddemesiyle Adnan Bey içeriye girerek işte şurada, küçük odada ufak bir mukaddemeden, biraz müteferrik bahislerden sonra «Size bugün belki garip görünecek bir mesele için müracaat ediyorum.» sözleriyle başlamış idi. Ondan sonra biricik müracaat yeri olarak kendisini bulabildiğinden, valide Hanım efendinin nezdinde tavassutunu rica ederek, Bihter Hanım efendinin desti izdivacı talep olunmuş idi.
Nihat Bey devam ederken Bihter'in tebessümüne bir endişe mânası ka'im oluyor ve Peyker kızarıyordu. Hikâye bitince Peyker birden itiraz etti:
- Lâkin çocuklar! Bihter bu yaşta üvey analık mı edecek?
Bihter bu tesahubun altında gizlenen haset hissini bekliyor, muşçasına gözlerini indirerek sükût etti.
Nihat Bey cevap verdi:
- Oh, çocuklar!...
Adnan Bey onların da lâkırdısını etti. Küçük, oğlan, bu seneden itibaren mektebte kalacak. Kız, şimdi on ikisini geçiyor, bir kaç sene sonra o da elbette evlenmiş olacak. O halde?...
Nihat Bey baldızının bütün ruhunu delerek orasını görmek için güya bir pencere açmak istiyen bir nazarla Bihter'e baktı ve ikmal etti:
- O halde o koca mutantan yalı yalnız Bihter'e kalacak.
Bihter'in yüzünde penbe tabaka daha ziyade kuvvet kesp etti. Peyker'in itiraz silâhı düşerek duruyordu. Onun da kalbinde şimdi ufak bir his, mahiyeti pek belli olmayarak bu izdivaç tasavvurunu soğuk bulduruyordu. Bihter' bir kelime söylemeyerek, eniştesinin son sözüne cevap vermemeği tercih ederek eldivenlerini, örtüsünü, harmanisini toplayarak çıktı.
Bir his ona derhal bahsin hemşiresinin yanında devam etmesinden çekinmek lüzumunu ihtar etmiş, bu meselede Peyker'in validesiyle birleşeceğini haber vermiş idi. Ta odasına, tam bir serbesti ile düşünebilmek, itirazlara hedef olmadan evvel ya galip ya mağlûp olmak için bir karar vermek azmiyle mini mini odasına çıktı; kapısını kapadıktan sonra elindekileri yatağın üstüne attı, pencereye koşarak elinin tersiyle pancuru itti, Yakup - uşakları - bahçeyi sulamıştı, son kovanın bakiyesini Bihter'in penceresine kadar tırmanan hanımelinin topraklarına boşaltıyordu. Henüz sulanmış bahçeden toprak kokusuyla karışık çiçek rayihaları odanın beyaz leylâk kokularıyla meşbu havasını serinlendirdi. Şimdi odaya bahçenin yeşil-, liklerine bürünerek koyulaşan esmer bir ziya girmiş, sanki buraya sönmeğe âmâde bir zaafla yanan yeşil bir fanusun renklerini serpmiş idi. Bihter penceresinin yanında, sedirin koluna oturarak, birden muhakemesinin önünde dikilen sualin hallini bu kelimenin âhenginden bekliyormuşçasına kendi kendisine:
- Adnan! Adnan bey!... dedi.
Bu haberin Bihter üzerinde sihirli bir tesiri olmuş idi. Eniştesinin son sözü hissiyatını uyuşturan bir zemzeme ile kulaklarında ihtizaz ediyordu. O büyük yalının yegâne hâkimesi olmak!...
Ümitlerini geçen bir hülya gibi onu düşünmekte çok ısrar ederse silineceğinden korkarak düşünmemek istiyordu, fakat odanın içinden ısıtan ve uyuşturan bir ses, bütün hülyalarının sesi, gizli bir terennümle gelip kulaklarına fısıldıyor ve hülyaların kâffesini birden ihya edecek bir kelime şeklinde ona:
- Adnan! Adnan Bey!... diyordu.
Bu isim gözlerinin önüne şık, zarif, en güzide bir âleme mensup, bir çok ikbal ihtimallerine namzed, uzaktan kır mı, kumral mı fark olunamayan sakalları çenesinden hafif hatla ayrılarak iki tarafına taranmış, daima güzel giyinen, daima güzel yaşayan, ince eldivenlere mahbus parmakları altın telli gözlüğünü seri bir hareketle beyaz zarif keten bir mendilin ucuyla sildikten sonra her tesadüfte kendisine bir rica nazarıyla bakan, güzel, o kadar meharetle saklanan elli yaşına rağmen hâlâ güzel bir koca koyuyordu.
O yaş ile iki çocuğun mevcudiyeti bu isimle şu yirmi iki yaşında kızın tantana ve servet emelleri arasında bir fazla açıklık teşkil edecek derecede mesafe bırakmıyordu. Zaten Adnan Bey o adamlardan biri idi ki, onlar için yaş en âdi bir ehemmiyet derecesinde kalır. Çocuklar?... Bilâkis Bihter'in hoşuna gidiyordu. Hattâ şu dakikada düşünürken bir tuhaflık bile buldu: «Bana anne! diyecekler, öyle mi? Mini mini bir anne! Yirmi iki yaşında iken bir genç kızın annesi olmak!... Şu halde onu on yaşında doğurmuş olacağım. Hele oğlan!... Oh! Sahih ablamın hakkı var; Yumuk yumuk gözleriyle bir bakıyor ki...»
Onlara giydirilecek elbiseleri bile düşünüyordu, sonra acelesine kendisi de güldü.
Bu izdivaçta onu ne çocuklar, ne de Adnan Bey'in elli senesi korkutuyordu, bunlar öyle küçük şeyler kabilinden, idi ki asıl meselenin şaşkınlığı hemen örtülüveriyordu. Eğer Adnan Bey herkese benzer bir adam olsaydı, eğer çocuklar her vakit babalarının yanında görülen güzel g.'yinmiş o güzel bebekler olmasaydı, bu mesele çıkar çıkmaz omuzlarım silkecek, eniştesinin yüzüne bir kahkaha savurarak kaçacaktı. Lâkin Adnan Bey'le izdivaç demek Boğaziçi'nin en büyük yalılarından biri, o önünden geçilirken pencerelerinden avizeleri, ağır perdeleri, oyma Louis XV ceviz sandalyeleri, iri kalpaklı lâmbaları, yaldızlı iskemleleriyle masaları, kayıkhanesinde üzerlerine temiz örtüleri çekilmiş beyaz kikle maun sandalı fark olunan yalı demekti. Sonra Bihter'in gözlerinin önünde bu yalı bütün hayalinin tantanasıyla yükselirken üzerine kumaşlar, dahtelâlar, renkler, mücevherler, inciler serpiliyor, bütün o çılgıncasına sevilip de almamayarak mütehassir kalınmış şeylerden mürekkep bir yağmur yağıyor, gözlerini dolduruyordu.
Bihter pek iyi biliyordu ki validesinin unutulmayacak derecede süren eğlence hayatı kendisine parlak, ve asıl kibar hayatını açacak bir izdivacı men eden kavi bir sebep idi. Firdevs Hanım'ın kızlarına, Melih Bey takımının artık sönmeğe yaklaşmış hâtıra şaşaasının bu son çiçeklerine nihayet eniştesine, şu Nihat Bey'e benzer bir talip çıkabilirdi.
Eniştesine fikrini irca ederken dudaklarında bir istihfaf handesi teressüm ediyordu. Kendi kendine: «Ahmak! diyordu; Selanik rıhtımının birahanelerinde öğrenilmiş Fransızcasıyla kendisine, meslek yapmak için İstanbul'a gelip de...» Bihter eniştesinin Peyker'e, sade geçici bir meftuniyetin hükmüne tebaiyet ederek değil, biraz da belki asıl ailenin münasebetlerinden istifade etmek, İstanbul'un kibar hayatına karışmak hevesiyle koca olduğunu bilirdi.
Kelimenin olanca kuvvetini veren bir telâffuzla ve bu defa açık sesle «Ahmak!» diyordu.
Evet, nihayet işte böyle bir koca!... Bir kaç yüz kuruş maaş, hısımından, akrabasından, bilinemez nereden ufak tefek yardımlar, daha sonra bir çocuk, daha sonra?... Bihter ellerini biribirine sürterek: «Daha sonra hiç!...» diyordu.
Birden aklına bir şey geldi, Peyker'in muhalefetine rağmen eniştesinin bu izdivaca taraftar olacağına hüküm verdi. Bu izdivaç ona müfid olabilir. Adnan beyin nüfuzundan, haysiyetinden bir fayl da bekleyebilirdi. Eniştesinin her türlü hissiyatı iskât edecek derecede menfaat gözettiğine kanaati vardı.
Onun bu meselede kendisine bir müttefik olabileceğine karar verdikten sonra kardeşini düşündü. «Zavallı Peyker! Adnan Bey ismini işittikten sonra ne tuhaf oldu. İşte bu işe mani olmak isteyeceklerden biri daha... Bu defa anneme âlâ bir muavin var, fakat...»
Cümlesinin aşağısını Bihter zihninde ikmale lüzum görmedi, ayağa kalkarak tekrar pencereden mini mini bahçeye baktı. Şimdi böyle yukarıdan şu özenilerek muntazam tutulmağa çalışılan bahçeciğe bakarken gözlerinde hülyasının yüksekliklerinden alçaklara düşen bir istihkar nazarı vardı.
Bu köşecikte, şu fakir evceğizde, her zaman bir gidişle gelen gidene benzeyen saatleri sürükleyerek geçen günleri, yirmi iki senelik hayatını bir an içinde gördü. Bütün eğlenceler, seyranlar, hattâ o zamana kadar sevile sevile yapılıp giyilmiş elbiseler, yirmi iki senelik hayatının en güzel hâtıraları bile birden nazarında âdi ve hakir hiçler derecesine indi.
Sonra kendisini düşündü. Gözlerinin önünde kendi çehresini, kendi endamını, saçlarını, yolda geçerken görenlerin nazarlarından sevgiler, ihtiramlar toplayan o zarif, güzide heyeti gördü; bu hayale gözlerini süzerek gülümsedi. Bu güzelliğe refakat eden ufak tefekleri birer birer kendi kendisine saydı.
Firdevs Hanım'ın, hiç bir zaman bir valide tekayyüdlerini his etmeyen bu kadının ihmallerine, tesamühlerine rağmen - bu aileye mahsus fıtrî bir bilgiçlikle - Bihter de, hemen her şeyden bir parça bilirdi: Mecmuaları karıştırarak, hikâyeler okuyacak derecede Türkçe, Beyoğlu dükkânlarında sarf olunacak kadar Fransızca, hattâ her vakit Tarabya'dan tedarik olunan hizmetçi kızlardan öğrenilmiş Rumca bilir; piyanoda valsler, kadriller, romanslar çalar; icab ederse gayet vakar ile, his ile okuduğu şarkılara hemen kendi kendine öğrenilmiş uduyla pek güzel refakat ederdi.
Bunlar öyle bir meziyet yekûnu teşkil ediyordu ki onun emellerini her halde bir Nihat Bey derecesinin fevkine kadar sevk etmek için kâfiydi; fakat annesinin hayat tarzı, bütün ailenin şöhreti o emelleri kapayan birer sed şeklinde yükseliyordu. Böyle kendisini emellerinin husulü imkânını ümid edebilmekten menettikleri için ailesine kalbinde derin bir husumet vardı! Oh! Şimdi onlardan ne güzel bir intikam alma vesilesi bulmuş olacaktı!...
Artık tamamiyla karar vermiş idi. Bu kararından döndürebilecek hiç bir kuvvete mağlûp olmayacaktı.
Odasında gezindi, geçerken aynada kendisine tebessüm etti, orada artık kocasız kalmak tehlikesine mâruz biçare Bihter'i değil, Adnan beyin zevcesini güya selâmlamış, tebrik etmiş idi. Tekrar penceresine geldi, bir sarmaşık pancurun arasından girerek ona gülüyor gibiydi, bundan inoe bir filiz kopardı, düşüncelerinin humması arasında inci gibi küçük ve beyaz dişlerine götürdü; onu ısırarak, artık odaya çöken karanlığın içinde, dalgın dalgın, gözleri süzüldü; bahçenin çiçeklerine, çimenlerine baktı, bahçe şimdi değişmiş, hülyalarının türlü renklerle bir meşheri olmuş idi.
Artık bahçeyi değil, gözlerinin önünde küme küme yığılmış kumaşları, bunların üzerine dökülen mücevherleri görüyordu. Burada bir kavsi kuzah parçalanmış, ondan yeşil, mai, sarı ve al ipek tufanları serpilmiş idi ve bu renk fevvaresinin üstüne zümrütlerden, yakutlardan, elmaslardan, firuzelerden mürekkep güneş parçaları dökülüyor gibiydi.
İşte, işte, bütün o çılgıncasına sevilip de alınamamış şeyler, işte onlar ihtiyarının kabzası önünde en küçük bir emeline münkad ve amade bekliyor, mülevven gözleriyle onu çağırıyordu.
Ah! O zarafeti sadelikle araştırmağa mecbur edip de bu alınamayan şeylerin acısını, gizli hüsranını saklamak için sahte bir teneffür talim eden fakir hayat... Artık o hayattan, bunları görmemek için gözlerini kapamaktan usanmış idi.
Onlar çarşıya çıktıkça kıymettar bir mücevheri, ağır bir kumaşı kabalıkla itham ederek ellerinin anif bir hareketiyle iterlerdi: Evet, iterlerdi, fakat Bihter'in kalbinde bir şey kopardı. İşte şimdi hayal mahşerinin nefais tufanı gözlerini doldururken bütün çarşılarda camekânların önünde annesiyle kardeşiyle uzun uzun tevakkuflarını tahattur ediyordu. Hemen her geçişlerinde şurada burada dururlar; mebhut bir sükût ile, biribirlerine göstermeyerek, bir mütalaa teati etmeyerek bunlarla kendilerine bir göz ziyafeti keşide ederlerdi.
Bihter şu gerdanlığı boynuna takar, öteden bir pırlanta bileziği koluna geçirir, bir mini mini serçenin gagasında nohut kadar incisiyle saçlarının arasında mevkiini tâyin eder, beş dakikalık bir istiğrak içinde böyle hayalinde süslenir, sonra buradan ayrılırken kolunda şıngırdayan gümüş halkaları, ince altın zinciri koparıp atmak isterdi.
Bugün bunların hepsinin tahakkuk edebileceğini düşünürken hayatının meskeneti daha vuzuh ve sarahat ile taayyün ediyor, sanki bu hülya ona hayatının mahrumiyetlerini daha sıhhat ve şadakatle gösteriyordu. Bugünün hakikatini hülyasının tantanasına alışan gözleriyle seyrediyordu.
Üstündeki elbiselerden, etrafındaki eşyadan fakir bir şikâyet intişar ederek onu müziç bir hava içinde kucaklıyordu. O eskilikleri saklanmak için üzerlerine işlenmiş şeyler, atılan sandalyeleri, çatlamış eski ceviz dolapla yaldızlan silinmiş demir yataklığı, pencerelerden melûl ve mariz bir köhne eda ile sarkan perdeleri, artık hoş göstermek için meharetin kifayet edemediği bu şeyleri uzak bir meskenet âleminin bir daha görülmemek üzere terk olunan yadigârları kabilinden görüyordu. Sonra, birden, bu âlemin yanında ter ve taze, müzehhep, muşâşa bir konağın dehlizleri, odaları açılarak ziyalar içinde kaynıyordu.
Bunların içine kendisince geğelenip de alınamamış şeyleri atacaktı. Hep birer birer tahattur ettiği heykellerden, küplerden, resimlerden, saksılardan, o bin türlü şeylerden yığacak, duvarları, hücreleri, doymak bilmeyen bir heves mebzuliyetiyle örtecekti. Demek, Adnan beyle izdivaç bütün bu şeyleri yapabilmekti. İşte yemin ediyordu ki onu, ne annesi, ne kardeşi dünyada hiç bir kimse bu hülyalarına kavuşmaktan menedemeyecek...
<center>🙝🙟</center>
Kapısına vuruldu. Katina'nın sesi haber verdi:
- Sofra hazır!...
Bihter odasından çıkınca Katina'nın genç, şakrak çehresinde bir tebessümün sevinçle dolu ifadesini fark etti:
- Ne gülüyorsun? dedi.
Katina:
- Oh! Ben anlamadım mı? Bilseniz küçük hanımcığım, nasıl seviniyorum!...
Sonra ufak ufak parlak siyah gözleriyle Bihter'i süzerek:
- Beni beraber götürürsünüz, değil mi?
Bihter cevap vermedi, bu genç kızın ağzında şu vakanın bir sevinç medarı olarak tekrar edilmesinden kalbine bir fazla kuvvet geldi. Bu izdivacın, hariçte hasıl olacak tesirlerine şu saf sözler metin bir burhan hükmünü almış idi.
Sofrada Adnan Bey'den bahsolunmamak için Firdevs Hanım her şeyden bahsediyor ve bu bahislere gözlerini tabağının içinden ayırmayarak somurtan Bihter'i karıştırmak, güya onunla alenî bir kavganın önünü alacak bir barışıklık tesis etmek istiyordu. Kalender'de görülen kıyafetlerden, Yeniköy'e doğru geçen bir arabanın demir kırı hayvanlarından, muzıka çalınırken bastonunu sallayarak ıslıkla dem tutan ceketinin yan cebinden kırmızı ipek mendili taşmış bir beyden bahsetti. Bihter annesinin bu gevezelikten maksadını anlıyordu. Birinci defa olarak validesiyle mühim, ciddî bir cenk yapmak lâzım geleceğini hissetti.
Birden gözlerini cezbeden bir kuvvetle başını kaldırdı, eniştesiyle bakıştılar.Bu adamla beyinlerinde büsbütün silinemeyen bir yabancılık kalmış, onları iki kardeş hükmüne getirecek olan samimî bir münasebeti meneden irade haricindeki bir tevahhuş Bihter'i hemşiresinin kocasından uzak tutmuş idi. Bu uzaklıkta cismanî bir nefrete benzer bir şey de vardı. Ara sıra onun kendisiyle göz tesadümünden, mesirelerde yabancıların musir bakışlarına karşı titremeyen nazarı ufak bir eza lerzişiyle ayrılmağa lüzum görürdü. Bu gece gözleri tesadüf edince Bihter nazarını çevirmedi; eniştesine musir ve onunla bir ittifak muahedesi akd eden derin mâna ile baktı. Onun gözlerinde kendisine muti bir nazar, bir teslimiyet gördü: böyle, yalnız gözlerinin sade bir bakışıyla aralarında bir ittifakın imzası teati edilmiş oldu.
Nihat Bey iki gündenberi kuşakları çözülmemiş gezetelerini açi-ederek Firdevs Hanım'a sordu:
- Adnan Bey meselesine ehemmiyet vermediniz?
Firdevs Hanım evvelâ işitmemiş gibi:
- Katina! dedi, sürahiyi aiıversene...
Sonra damadına baktı:
- Ehemmiyet verilecek bir şey değil ki... Evvelâ yaşlarda bir nisbet yok, ondan sonra çocuklar...
Firdevs Hanım söylerken Peyker kocasını devamdan meneden bir gaazp nigâhıyla bakıyordu. Yemek ağır bir sükût ile bitti.
Firdevs Hanım'ın âdetiydi; sıcak gecelerde, yemekten sonra şehnişine çıkar ve burada uzun sandalyesine yatarak denizin bitmez tükenmez mırıltılarını dinlerdi.
Nihat Bey iki gündenberi kuşakları çözülmemiş gazetelerin açıyor: Peyker bahsi arzu edilmeyen zeminlere sevk etmekten ihtiraz ile sükûtu tercih ederek, san kalpaklı lâmbanın altında bir koltuğa gömülmüş, gözleri yarı kapaü, düşünüyordu. Bihter biraz dolaştı Dir şey bahane ederek bir aralık odasına gitmek için kayboldu, sonra yine geldi, bu gece onda bir duramamazlık vardı.
Aklına gelen şeyi tehir ve daha münasip bir zamana talik imkânım bırakmayan bir tez canlılıkla yapılması icab eden şeyleri hemen yapmak onun için bir ihtiyaç idi. Şehnişinin açık kapısından taze, müferrih bir b<ava tül perdeleri şişirerek içeriye giriyordu. Perdeler açıldıkça uzaktan annesinin beyaz bir gölge mübhemliğiyle sandalyeye uzanmış heyetini görüyor, hemen oraya gitmemek için şehnişinden gözlerini çeviriyordu. Ortada, masanın üstünde eski risaleleri karıştırmak, resimleri seyretmek istedi; fakat bunları bir karartı içinde görüyor, zihninde mütevali darbelerle vuran bir ses ona: «Ne için şimdi değil de sonra? Eğer bu gece meseleye bir karar verilemeyecek olursa sabaha kadar uyuyamayacaksın...» diyordu. Annesiyle görüşmekten gittikçe artan bir korku artık kalbine ufak çarpıntılar vermeğe başlamış idi. Pek iyi biliyordu ki bu gece şimdiye kadar abalarında söylenmekten çekinilmiş ağır şeyler söylenecekti. Birden kendi kendisini bu derece cebin olduğundan muaheze etti, ve Peyker gözlerini kapamış uyuklarken eniştesinin yüzüne bir duvar çeken gazetesinin önünden geçti, sofanın ta öbür ucuna, şehnişine kadar hafif adımlarla yürüdü; başını kapının tül perdelerinin arasından soktu, «Size refakate geliyorum, anne!» dedi.
Hafif bir rüzgâr önlerinden denizi okşayarak, koyu siyah kütleleri koyu karanlık sularında çalkalanan sandalların, gemilerin uzayan gölgelerini şikeste ve meftur hamlelerle sahile kadar uzatmağa çalışıyordu.
Bihter annesinin yanına, açılır kapanır küçük iskemleye oturdu; halinde bir sokulganlık, annesinin dizinden ayrılmayan çocuklara mahsus bir şey vardı, yayaşça kolunu annesinin dizine koydu, üstünde iri siyah bir yığın şeklinde duran saçlarıyla başını kolunun üzerine dayadı; gözleri bu karanlık gecede sönük sönük, dargın dargın süzülen, bir yetim mağmumiyetiyle ıslak kirpiklerini titreten bir kaç ziya parçasına dalarak bir müddet gökleri seyretti.
Bir gece kuşunun perişan, münkesir pervazı gözlerini bir aralık sürükleyip götürdü. Annesi uyuyormuş gibi ona bir kelime söylememiş, sanki orada vücudundan habersiz durmuş idi. Bir aralık Bihter başını kaldırdı, karanlıkta annesinin gözlerini görmek istiyerek uzandı.
Tül perdelerin arasından süzülerek yavaşça şehnişine dökülen sofanın ziyası altında anne kız biribirine baktılar. Bihter gülümsüyordu; sonra yavaş, hafif, saçlarının arasından kayıp firar eden rüzgâra benzer bir sesle:
- Anne!... dedi, niçin Adnan Bey meselesine ehemmiyet vermediniz?
Firdevs Hanım şüphesiz böyle bir suale intizar ediyordu, doğrulmayarak o da öyle yavaş sesle cevap verdi:
- Sebebim zannederim ki senin yanında söylemiştim.
Bihter gülerek omuzlarını silkti:
- Evet, fakat onlar, sizin itiraf ettiğiniz sebepler o kadar hafif şeylerdi ki, bu izdivaca muvafakat etmemeniz için bilmem, kifayet eder mi?
Firdevs Hanım yavaşça doğruldu, şimdi seslerinin gizli bir fırtına saklar gibi uyanmağa başlayan derunî heyecanını zabt etmek istiyerek ikisinin de dudaklarında bir kısıklık vardı. Bihter başını kaldırmıştı, annesinin dizinden kolunu çekti.
- Seni bu izdivaca pek heves ediyor görmüyorum, Bihter!...
Bihter muhakkak bir mücadeleyi mümkün mertebe geciktirmeğe çalışan bir sesle cevap verdi:
- Evet, çünkü daha iyi bir fırsat zuhur edebileceğine artık ümit kalmadı. Öteki kızınızın nihayet bir Nihat Bey'i zorla bulabildiğini pek iyi tahattur edersiniz. Şimdiye kadar benim hakkımda da size bir müracaat vukuuna vâkıf değilim..
Firdevs Hanım:
- Beni mütehayyir ediyorsun, Bihter! dedi; mutlaka gelin olmak için bu kadar acele ettiğini bana haber vermiş olsaydın...
Bahsi sükûn ile bitirmek için azm etmekle beraber Bihter birden, her vesile ile parlamağa müheyya olan tabiatına mağlûp oldu. Keskin bir sesle:
- Oh! Taaccüp edecek bir şey yok anne! dedi, yirmi iki yaşında bir kız, birinci defa olarak, kabul edilecek bir izdivaç talebi karşısında bulunur da nihayet rey beyan etmeğe lüzum görürse acele etmiş olmaz zannederim. İtiraf ediniz ki Adnan Bey'i red etmek için gösterdiğiniz sebepler belki başka bir kız için düşünülebilir. Fakat, kabahat kendisinin olmadığı halde kimbilir nasıl sebeplerle koca bulmaktan ümidini kesen bir kız..
Bihter'in sesine gittikçe asabı bir ihtizaz geliyordu. Boğazın sakin sularını yararak Karadenize doğru yol alan cesim bir yük vapurunun velvelesi Bihter'in son sözlerini boğmuştu. Firdevs Hanım şimdi büsbütün doğrulmuştu. Anne kız, karanlıkta yekdiğerini boğmak isteyen iki düşman gibi, yüz yüze, nefes nefese, gözleriyle birbirini araştırarak duruyorlardı.
Firdevs Hanım sordu:
- Ne vakitten beri kızlar annelerine karşı izdivaç hakkında serbest serbest lâkırdı söylemeğe başladılar?
Bihter, beş dakika evvel pamuk pençeleri altında tırnaklarını saklayan bir kedi sokulganlığiyle gelen bu kız, artık silâhlarım çıkarmıştı; derhal cevap verdi:
- Anneler anlaşılamayacak sebeplerle kızlarının izdivaçlarına mümanaat etmeğe başlayalıdanberi...
- Bihter!... Annene karşı idare edilecek lisanı tâyin edemiyorsun. Sana daha ziyade terbiye verdim, zannediyordum.
Artık mücadeleyi açık bir harp olmaktan menedecek bir kuvvet kalmamış idi. Sesleri yükseliyor, nihayet fırtına patlıyordu; sofradakiler, Nihat Bey'le Peyker, belki işidebilirlerdi. Bihter daha ziyade yaklaştı ve nefesi annesinin cildine dokunarak cevap verdi:
- Bunu terbiye noksanından ziyade kızlarınıza muhabbet, hürmet ihsas edememiş olmanıza hami etmek doğru olur. Teessüf ederim ki, size birinci defa olarak ihtimal bir daha unutulmayacak şeyleri söylemeğe mecbur oluyorum; fakat kabahat sizin... Kızınızı muahezeden evvel bir kere, sizi davet ederim, kendinizi düşününüz. Adnan Bey'i niçin red ettiğinizi tamamen biliyor musunuz? Yaşlarıyla çocukları için, diyeceksiniz. Nihat Bey'in de yaşı elli miydi? Onun da çocukları mı vardı? Halbuki bugün bana yapmak istediğiniz şeyi o zaman Peyker'e yapmış idiniz. Nihayet mağlûp oldunuz, bu defa yine mağlûp olacaksınız, fakat bu mağlûbiyet size daha acı geliyor, çünkü...
Firdevs Hanım hırsından boğularak sordu:
- Çünkü?...
Bihter, şimdi karşısındakinin ıztırabından haz alan, yaraladıktan sonra bıçağını yaranın içinde kanırtarak çeviren bir vahşet insaf sızlığiyle söylüyordu:
- Çünkü? İşitmek istiyorsunuz öyle mi?... Çünkü, ben de bu evde birisini bilirim ki eğer Adnan Bey onu istemiş olsaydı...
Firdevs Hanım'a artık zaptı mümkün olmayan bir hiddet feveran etti; elinin tersile, Bihter'in ağzından cümlesinin aşağısını tevkif etmek istiyerek, çarptı. Bihter, bir çılgın gibi iki ellerinin bir tekallüsüyle annesinin iki ellerini tuttu ve dişlerinin arasından ıslık çalan bir sesle:
- Evet, onu istemiş olsaydı, dedi; koşacaktı, sevincinden çıldırarak koşacaktı...
Firdevs Hanım kendisini sandalyesine salıverdi. Beş saniye evvel mariz asabından kalan bir kuvvet bakıyesiyle isyan ettikten sonra tekrar bir zaaf, onu bir müddettenberi her mubahasede artık mağlûp eden çocukça bir zaaf, cevap vermekten menetti; gözlerine yaşlar hücum etti; ve bütün hayatının cezası bu gece kışının ağzından dökülen bir kadın, orada, karanlık gecenin içine birer hazin katre ile ağlayarak dökülüyor zannolunan semanın sönük, dargır yıldızları altında uzun uzun ağladı.
Bihter, birden, onu ağlıyor görünce, istemeksizin, düşünmeks zin, belki iki buse arasında bitirebilmek ümidiyle başlanıp da göz yaşlarıyla bitirilen bir mücadelenin neticesine karşı donmuş, duruyor; karşıda kırmızı fenerin ateşin bir yılan gibi kıvranıp uzanan ziyasına dalarak başını çeviremiyordu.
Meselede galip çıktığından emin idi, bütün annesinin bu göz yaşları onun galibiyetine birer burhan demekti; lâkin şimdi bunlar ona da ağlamak hevesini veriyordu, bir kelime söyleyecek olursa kendini zapt edemeyeceğinden korktu. Dudaklarını ısırarak, sahili küçük küçük şamarlarla tokatlayan dalgaların çarpıntısı arasında annesinin iri iri nefeslerini işiterek durdu: kalblerinde valideyi çocuk larına rapt eder. hürmet ve muhabbet ilgisi teessüs edememiş bu iki vücut, iki düşmana benziyen bir anne ile kız, derin, ağır, soğuk, sanki aralarında yatan bir tabutun mateminden gelen bir sükûtla hareketsiz kaldılar.
İkisinin arasında kırılmış bir şey, lâkin yapılmış bir izdivaç vardı.
<center>🙝🙟</center>
Bu gece Bihter odasına bir zafer neşatıyla girdi. Şimdi artık tahakkuk edeceğinden emin olduğu hülyasıyla yalnız kalmak için acelj ediyordu. Üstündeki şeyleri koparıp atmak isteyen ellerinin seri hareketleriyle soyundu, omuzlarından kayan gömleğiyle pencereye kadar gitti, pancurları çekti, camı indirdi, kandiil yaktı, mumunu söndürdü, yatağının kenarına oturarak çoraplarını çekip attı; her şeyden uzak, her şeyden ayrı, yalnız hülyasıyla beraber kalmak için yatağına girdi, eliyle cibinliği çekti.
Ötede kandilin titrek ziyası odanın mahrem gölgeleriyle boğuşuyor gibiydi; masanın üzerinde şişelerin irileşen, nisbet haricinde şişen gölgeleri odanın döşemesine dökülüyordu. Şimdi Bihter yatağının içinde, hakikatle hülyanın arasına cibinliğinin tül duvarını çekerek yatıyor, odanın sükûnunda bir uyku nefesi uçmağa başlıyordu. Yalnız - ufuklardan bir parça güneş istemek için yuvasının kenarında bekleyen beyaz bir güvercin yavrusu gibi- yataktan, cibinliğin arasından küçük, tombul bir ayak sarkıyor, asabı bir hırçınlıkla sallanarak şuh, çapkın bir davet mânasıyla güya bu emel yatağına takım takım hülyalar çağırıyor; «Evet! diyordu. Buraya geliniz mutantan yalılar, beyaz kikler, maun sandallar, arabalar, kumaşlar, mücevherler, bütün o güzel şeyler, bütün o müzehhep emeller... Siz, hepiniz, buraya geliniz...»
==Not==
{{Kaynakça}}
opfr0kj74cig3ehy3zbo41uwm3nzrgt
Aşk-ı Memnu/Bölüm 2
0
18595
151657
83356
2022-08-11T13:18:44Z
Kwamikagami
19579
wikitext
text/x-wiki
{{eser
| önceki = [[../Bölüm 1|Bölüm 1]]
| sonraki = [[../Bölüm 3|Bölüm 3]]
| başlık = [[Aşk-ı Memnu]]
| bölüm = İkinci Bölüm
| esersahibi = Halid Ziya Uşaklıgil
| notlar =
}}
Bugün Adnan Bey açık sarı boyalı yalıdan çıktıktan sonra maun sandalına kalbinde büyük bir [[wikt:hiffet|hiffetle]] atlamıştı. Kendisini aylardan beri içinden çıkılmaz tereddütler arasında yoran bu müracaat işte nihayet yapılmış, onun kalbini ezen [[wikt:sıklet|sıkleti]] güya göğsünün üzerinden büyük bir taş gibi nihayet kalkmıştı; fakat sandalında kendisini yalnız bulduktan sonra bu hiffetin arasında ufak bir helecan hissetti. Bugün [[wikt:mutad|mûtadın]] [[wikt:hilaf|hilâfına]] olarak işte sandalda yalnızdı, Nihal ile Bülent babalarına refakat etmiyorlardı; lâkin onların boş kalan yerinde iki masum, [[wikt:mütehayyir|mütehayyir]] çehrenin gölgesi titriyor; mini mini iki ses, iki [[wikt:muhteriz|muhteriz]], [[wikt:mütereddit|mütereddit]] çocuk sesi:
— Beybaba! diyordu; nereden geliyorsunuz? Ne yaptınız?...
Evet, ne yapmıştı? Şimdi uzaktan, akşamın son ziyaları içinde yeşillikleri gülümseyen karşı tepelere bakarak o da kendi kendisine bu suali irad ediyordu. O zaman, bu müracaata karar vermeden evvel aylarca devam eden tereddütler, cenkler bir dakika içinde tekrar uyandı, zihnen bu mücadelenin bir tarihini, bütün o harp tafsilâtının bir fezlekesini çizdi. Kendisini vicdanına karşı muhik göstermek için her vakitten ziyade şu dakikada bir ihtiyaç duydu. O zaman, emeline vusulü temin için [[wikt:tehyie|tehyie]] olunan bütün sebeplerin ve burhanların yükselen, kendi sesini örten [[wikt:savlet|savlet]] [[wikt:velvele|velvelesini]] işitti.
Evet, böyle daha ne kadar devam edebilirdi? îşte dört seneden beri hayatını çocuklarına hasretmiş, evin içinde bir annenin kaybolduğundan onların mini mini ruhunu mümkün mertebe gafil tutabilmek için çocuklarına valide olmuştu, fakat şimdi artık bu fedakârlıkta devama mâkul bir sebep görmüyordu. Bülent zaten mektebe gidecekti, Nihal bir kaç sene sonra gelin olacaktı. Çocuklarının rabıtaları kendisinden yavaş yavaş çözülecek, nihayet bütün çocuklarla babaların arasında açılan uçurumlar onların arasında da — hattâ şimdiki rabıtaların samimiyetine nisbetle daha büyük bir boşluk bırakarak — açılacaktı. O zaman bu boşluğun yanında yalnız, ara sıra yalnızlığına tesliyet bahşetmek için uğraşan çocuklarının birkaç tebessüm sadakasıyla metruk kalb ısınamayarak, o yalnızlığın bütün kar parçaları hayatının semereden mahrum kalmış fedakârlıklarını kalın bir kefenle örterek, evet, yapyalnız kalacaktı.
Zaten bütün geçen hayatı bir fedakârlıktan ibaret değil miydi? Tereddütlerine karşı fazla bir galebe silâhı bulmak için izdivacının bütün şiir ve aşk hatıratını inkâr ediyor, bu ikinci sevdanın mutasavver beşiğini süslemek için biçare ölmüş aşkının mezarından çiçeklerini söküyor, koparıyordu.
O, otuz yaşına kadar nisbeten masum bir hayat geçirmişti, hayatının en büyük aşk vakası izdivacıydı. Şimdi düşünürken on altı senelik izdivaç devresi hâtıralarında bir zaif papatyanın bile neşvesinden mahrum uzun, çıplak bir çöl parçası şeklinde uzanıyordu. Bu on altı sene yalnız zevcesinin bitmez tükenmez hastalıklarından mürekkep hâtıralar bırakmıştı. O hastalıklarla cenk etmiş, çocuklarının annesini kurtarmak için senelerce uğraşmıştı; nihayet, zaten beklenen netice bütün gayretlerini hiçe indirerek işte çocuklarını öksüz bırakmıştı. O zaman sarfolunan emekler şimdi mükâfat bekleyen seslerle hâtıralarının arasında bağırıyordu. O vakit ifa edilen bir vazife şimdi bir hak hükmünü almıştı. Lâkin kalbinde ufak bir helecanın iskâtı kabil olamıyor, bu sebepleri Nihal ile Bülent'in fikirlerine nasıl kabul ettireceğine karar veremiyordu, istiyordu ki vicdanına karşı kendisini tebrie eden bu esbap onu çocuklarına da affettirsin...
Birden gözlerini karşı tepelerden ayırdı. Kalender'e tekarrüp ediyorlardı; onlara, Bihter'e, tesadüf edebileceğini düşündü. Dümene ufak bir darbe ile daha ziyade yanaştı; işte uzaktan beyaz sandalı fark etmişti; dümene yine bir küçük darbe ile ufak bir inhina daha tersim etti, iki sandal yekdiğerinden ancak birbirine çarpmayacak derecede açık kalmıştı.
Adnan Bey kendi kendisine: «Şimdi, on dakika sonra haber alacaklar...» diyordu. Bihter'in muvafakat cevabı vereceğinden emindi, bunu genç kızın zaten gözlerinde sarahaten okumuş, gözlerinin bakışında müracaatta teahhüründen şikâyete benzer bir şey bile fark etmişti.
Kendi kendisine bir nakarat gibi: «Evet, diyordu; şimdi on dakika sonra...» Tekrar birden aklına Nihal'le Bülent geldi. Eve gidince onun da yapılacak bir işi vardı. Bugün çocukları hazırlamak istiyor, saadetinin tam olmasına mâni olacak olan şu helecanı da hemen iskât için acele ediyordu.
Maun sandal artık yapılacak bir işi kalmamış gibi süratle suları yararak ilerlerken bu helecan büyüyordu. Hâlâ bir kolay tarik bulamamış, aklına gelen çarelerin hiç birine karar verememişti. Bir aralık Şakire Hanım'ı - zevcesinin gelin halayığı iken Nihalin doğmasını müteakip çırak edilen ve o zamandanberi evde aile efradından olmak ehemmiyetiyle kalan kadını - düşünüyor; ara sıra: «Hayır, mürebbiyesini tavsit etmek daha iyi olur...» diyordu. Sandal rıhtıma yanaşıp da kapının önünde muntazır olan küçük habeş Beşir koşunca Adnan Bey hemen sordu:
— Çocuklar gelmediler mi?
Gelmediklerini anladıktan sonra bir inşirah duydu; şimdi onları hem görmek istiyor, hem görmek zamanını tehire çalışıyordu. Bugün yalnız kalmak için çocukları mürebbiyeleriyle beraber Bebek bahçesine göndermişti.
Soyunup ev içinde giydiği ince şayaktan pantalonunu, beyaz saten gömleğini taktıktan sonra siyah alpağa ceketini aradı; asabi ellerle aynalı dolabın kapağını çekti, odanın köşesinde duran elbise askısına baktı, ceketini bulamıyordu. Eliyle zile bastı, Nesrin'e çıkıştı: «Her şey karma karışık, hiç bir işime bakılmıyor, işte bir saattir siyah ceketimi arıyorum...» diyordu.
Siyah ceketin bir kolu iskemlenin kenarından sarkıyordu. Adnan Bey arkasından çıkardığı elbiseleri onun üzerine atmıştı. Nesrin ilerleyerek ceketi elbiselerin altından çıkardı.
O, «Gördünüz mü? İskemlenin üstünde bırakmışsınız, hiç bir şeyi yerine koymak âdetiniz değil ki...» diyordu. Bir müddetten beri böyle hizmetinin noksan görüldüğünden, hiç bir şeye bakılmadığından, hanımsız evde ne kadar dikkat edilse hizmetçilere meram anlatmak mümkün olmadığından bahsetmeyi âdet etmişti.
Nesrin çıkarken sordu:
— Çocuklar gelmediler mi?
Yatak odasından aşağı indikten sonra bir aralık sofanın penceresinden denize baktı, artık sabırsızlanıyordu. Sonra odasına, iş odasına girdi; bir şeyle meşgul olmak istiyordu. Onun başlıca merakı tahta üzerine oymacılıktı; bütün boş saatlerini kâğıt bıçakları, hokkalar, kibrit kutuları, üzerinde kabartma resimlerle kâğıt baskıları oymakla geçirirdi. Birkaç gündenberi ortasında Nihal'in yandan çehresiyle bir küçük tabak çıkarmak için uğraşıyordu. Bunu eline almak, çalışmak istedi, çalışamadı. Tekrar zile bastı. Nesrin tekrar içeriye girdi:
— Nihal'le Bülent gelmediler mi?...
Nesrin bu defa gülümseyerek cevap verdi:
— Gelmediler efendim, fakat şimdi nerede ise gelirler.
Kız çıktıktan sonra Adnan Bey kalbinde vazıh bir korku hissi duydu. Evet, şimdi gelecekler; o zaman, o zaman ne yapacak?
En ziyade Nihal'i düşünüyordu. Tereddütlerine galebe çalmak için icat ettiği sebeplerin arasında hiç bir zaman susturmağa muvaffak olamadığı bir korku, bu vakanın Nihal üzerindeki tesirini düşünmekten mütevellit bir korku vardı. Babasıyla kendisinin arasında başka bir vücudun, başka bir muhabbetin hail olmasına bu nazik, rakik, suda yetişmiş bir çiçeğe benzeyen kızın lâkayd kalamayacağından emindi. Pek iyi hissediyordu ki henüz pek çocuk iken onu annesiz bırakan matemin o zaman tamamiyle duyulmayan acılarını sonradan, büyüyüp düşünmeğe başladıkça birer birer duymuş, onlar çehresine gittikçe derinleşen bir yetim mazlûmiyetinin hüzünlerini çekmişti. Babasına gülümseyerek bir bakışı vardı ki ta, gözlerinin içinde, tâ o tebessümün altında tamamiyle tanıyıp sevme ğe vakit bulunamamış, hattâ siması bile tahattur olunamayan annesi için bir matem giryesi saklıyor gibiydi. Şimdi bu babayı, bu ikinci anneyi bir parça onun elinden alacaklardı. O biçare yüreği bu ikinci iftiraktan nasıl elim bir ceriha ile yırtılacaktı! Bunu düşündükçe kalbinde Nihal için ağlayan bir damar sızlardı; fakat bu artık na zarında önüne geçilmek mümkün olmayan, hattâ vukuuna müsaade edilmek lâzım gelen bir zarar hükmünü almıştı.
Adnan Bey şimdi odasının kahve renginde uzun perdeler altında yarı bir zulmete boğulan derinliklerine dalarak iş masasının yanında meşin yarım koltuğa yaslanmış, ayaklarını uzatmış, düşünürken Nihal ile bütün refakat hayatı parça parça levhalarla koparak gözlerinin önünde yaşıyordu. İlk önce annesini kaybettikten sonra çocuğun huysuzluklarını, o bin türlü olmayacak sebepler icat olunarak saatlerce devam eden ağlayışlarını görüyordu. O vakitler babasından başka onu kimse susturamazdı. Onda bir de asabı maluliyet vardı ki, ıttıratsız fasılalarla mini mini nahif vücudunu saatlerce süren buhranlar içinde ezer, hırpalardı. Küçük yatağının yanında, o matem devresinde, o sinir buhranı saatlerinde, geçirdiği ıztırap gecelerini düşündü. İşte şimdi hatırına geliyor: Bir gece uykusunun arasında, çocuğun kim bilir nasıl bir rüyadan sonra, korkulu bir sesle onu uyandırmak için «Baba! Baba...» dediğini işitmiş, yatağından kalkmış, yanına giderek sormuştu : «Ne istiyorsun, kızım?» O zaman o, babasını yanında gördükten sonra müsterih olarak, gülümseyerek, annesinin vefatından sonra birinci defa olmak üzere istintak etmişti : «Yarın gelecek mi?» Böyle, ismini söylemeyerek, kim olduğunu tasrih etmeyerek annesinden bahsederdi. «Hayır, kızım!...» Her vakit yalnız bu cevapla kanaat ederken bu gece uykusunda galiba bir rüya ile başlayan bu bahsi takip etmişti : «Pek mi uzaklara gitti? Oradan gelmek zor mu, beybaba?...» O cevap vermeyerek başını sallamış, bu iki suali tasdik etmişti. Çocuklara mahsus bir inatla o mutlaka bir cevap istiyordu: «Öyleyse biz oraya gidelim, olmaz mı? Baksanıza o gelmiyor, hiç, hiç, bir gün olsun gelmiyor...» Sonra babasının sükût ettiğini görerek birden küçük çıplak kollarım yorgandan çıkarmış, onun başını çekerek, ağzını kulaklarına yapıştırarak, kandilin titrek ve zulmete benzeyen ziyası altında etraftan gizli bir şey söylüyormuşçasına hafif, bir kuş nefesine benzeyen sesiyle «Yoksa öldü mü?» demişti. Bu hakikat birinci defa olarak ağzından çıkıyordu. Sonra mini mini parmağını uzatarak ve babasının gözlerinden akan birer katre muhteriz yaşı silerek ilâve etmişti: «Lâkin siz ölmeyiniz, babacığım, siz ölmezsiniz değil mi?»
O, çocuğu teskin etmiş, yatağına zorla yatırarak örtüsünü üstüne çekmiş, fakat yanından ayçılamayarak saatlerle, sakit, uyumasını beklemişti. Çocuk o gece bütün içini çekerek nefes almıştı.
Geceleri onu bir müddet yanından ayıramaz, beraber yatardı. Şimdi bile Nihal'le Bülent aralık kapısı daima açık duran yanında bir odada yatarlardı; daha ötede mürebbiyelerinin — ihtiyar Mile de Courton'un — odası vardı. Yalnızlık bu baba ile kızı o kadar sıkı rabıtalarla bağlamıştı ki, ancak biribirinin havası muhitinde yaşamaktan haz alabiliyorlardı; mürebbiye Nihal'den ziyade Bülent'in bir refikasıydı. Gece Nihal Bülent'in uykusunu bekler, kadınla beraber çıktıktan sonra babasiyle yalnız kalmakta garip bir lezzet bulur güya hayatının bir türlü dolmayan boşluğu içinde babasiyle böyle başbaşa kalış kalbinin bütün ıssız köşelerini saadetle dolduracak bir samimiyet kesbederdi.
Adnan Bey kızıyla bu refafet hayatının tafsilâtını görürken etrafına, odasına; hâtıralarının, kızıyla beraber geçen saatlerin sakit şahitlerine bakıyordu. İşte tâ odanın karşı duvarını boydan boya kaphyan yüksek, geniş, oyma cevizden, yekpare camlı kapaklarıyla kütüphane, bütün vakur, iri kitaplarla memlu; ötede, kapıya karşı, yan tarafta bir vakitler merak edilerek toplanmış güzel yazılardan mürekkep zengin bir levhalar mecmuası ki karma karışık, fakat perişanlığında gözleri okşayan lâtif bir zevk ile tertip edilerek duvarı kaplamış; sonra diğer duvarlarda, son merakının yadigârı: Oyulmuş tahtadan mini mini hücreler, resim çerçeveleri, mendil kutuları), aralarından kurdeleler geçirilerek tutturulmuş yelpazeler, ta ortada büyük bir parça kök üstüne kabartma çıkarılmış bir ihtiyar başı... Bugün, bu şeyler ona tuhaf bir nazarla bakıyorlar gibiydi.
Duvarda oymaları uzun uzun temaşa ediyordu. Bu ufak tefek şeyler bütün Nihalin yanında, işte şurada yeşil kalpaklı lâmbanın altında geçirilen muhabbet ve rikkatle dolu saatlerin mahsulleriydi.
Adnan Bey elini uzattı, masanın üstünden daha ikmal edilemeyen Nihalin çehresini aldı. Bu henüz bitirilmemişti; henüz ne saçlarının simasını ipekten bir çerçeve içine alan dalgaları, ne de nahif çehresinin mariz süzgünlüğü belliydi, fakat o, yüzüne baktıkça kendisine ağlamak arzusunu veren hasta simayı şu müphem çizgileri arasından tam bir vuzuh ile görüyordu.
Ah! Nihal'in o yaşamaktan şikâyet ediyor zannolunan sarı, sarılığında uçucu bir pembeliğin aldatıcı neşveleri hemen solacak bir gül rikkatıyla titreyen hazin çehresi! O hasta iken sizi yalancı handelerile aldatmaya, etrafındakileri sahte bir saadet içinde iğfal etmeye çalışan, derinliklerinde mariz ruhu ağlarken, gülen gözleri. Bunları bütün mânalariyle görüyordu. O vakit kızının hastalıklarını, sinir buhranlarını, o ta ensesinden başlayarak haftalarca devam eden baş ağrılarını tahattur ediyordu..
Birden, karşısında Nihalin bu hazin simasını ağrayarak kendisine bakıyor zannetti. Bir dakika içinde hayatında bu günün silinmiş olmasını arzu etti. Evet, bugün silinmiş olmalıydı, bugün de diğer bütün günler gibi netice vermeyen mücadelelerle geçmeliydi, mağlûp olmamalıydı, fakat şimdi yapılmış olan müracaat geri alınmayacak bir adım gibi görünüyordu; onu tebdile geçilmiş olan mesafeden ricate imkân bulmak hatırına gelmiyordu. O ağlayan mariz çehrenin arkasında diğer bir çehre, siyah saçlariyle, uzun kaşlarıyla; iri mahmur gözleriyle, şiir ve şebab dolu bir çehre ona çıldırtıcı tebessümlerle gülümsüyordu.
<center>🙝🙟</center>
Nesrin kapıdan görünerek haber verdi:
— Geldiler efendim!...
Nesrin'in arkasında Nihal'in sesi işitildi:
— Baba! diyordu, siz bizden evvel mi geldiniz?
Kuşaksız açık mai elbisesinin içinde yaşma nisbetle uzun duran ince vücuduyla, zarif bir keçi yavrusu çehresinin rikkatini ihtar eden süzgün simasıyla, Nihal koşarak içeri girdi, iki elleriyle babasının iki ellerini tuttu ve potinlerinin ucuna basıp yükselerek alnını babasının dudaklarına uzattı.
— Siz bizi başınızdan savar, kaçarsınız öyle mi? diyordu. Nereye gittiniz, bakayım... Niçin bize çıkacağınızı söylemek istemediniz?... Şimdi Beşirden haber aldık. Oh! benim mini mini Beşir'ciğim, bana hepsini haber verir...
Babası gülerek dinliyor; o durmaz dinlenmez çocuklara mahsus bir kıpırdaklıkla kâh masanın üstünde bir şeye dokunarak, kâh elleriyle eteklerine vurarak, ağzından çıkan her kelimeye bir hareket terfik ederek söylüyordu:
— Biz de ne iyi eğlendik. Bilseniz, bugün madmazelin bütün tuhaflığı üstündeydi. Bülent'e kendi çocukluğunda tanıdığı bir dilencinin hikâyesini naklediyordu. Ne tuhaf? Bu bir ihtiyarmış ki bir büyük parça ekmeği...
Nihal naklederken ince, arasından güneş geçebilecek zannolunan nahif ellerini birbirine birleştiriyor, ağzına götürerek güya koca bir parça ekmeği küçük ağzının renksiz dudaklariyle yutuyordu:
— İşte böyle! Madmazel yaparken görmelisiniz ki... Bülent'i bilirsiniz ya? Çıngırak gibi kahkahasıyla gülerken bütün bahçe halkı bize bakıyordu. Madmazele söyleyelim de sofrada size de yapsın babacığım...
Şimdi babasının dizlerine dayanarak halının üstüne diz çökmüş, Bebek Bahçesindeki seyranlarını, en küçük tafsilâta kadar, fikri oynak bir kelebek gibi oradan oraya sıçrayarak naklediyordu. Sonra birden lâkırdısının arasında ciddî bir çehre ile sordu:
— Siz nereye gittiniz? söyleyiniz bakayım, siz bizden gizli nereye gittiniz?
Düşünmeksizin:
— Hiç! dedi; sonra bu cevap, bu yalan ağzından çıkar çıkmaz zaptedilemeyen bir hicap ile kızardı, tashihe lüzum gördü:
— Kalender'e!...
O, birden, sinirleri mariz çocuklara mahsus garip bir hads ile bu yalanı keşfetti:
— Değil babacığım, işte, işte, kızarıyorsunuz, demek bizden saklamak istiyorsunuz.
Ayağa kalktı, sahte bir küskünlük vaziyetiyle, başını eğerek, dudaklarını kabartarak, gözlerinin eğri bir nigâhiyle babasına bakıyordu. Şimdi, hemen şu dakikada, hiçbir şey hazırlamaksızın, hiçbir ihtiyata teşebbüs etmeksizin bu masum çocuğun karşısında, semavî bir mahlûk huzurunda tenzihi vicdan edercesine, hepsini söylemek, göğsünün üzerinde bir taş ağırlığile duran hakikati bu zaif kızcağızın önüne atmak için mübrem bir ihtiyaç duydu. Elini uzatarak Nihalin bileğinden tuttu; bu ince, içinden bir kadın vücudu çıkabileceğine ihtimal verilmeyen nazik bir dala benzer nahif çocuğu ker dişine çekti; parmaklarını küçük başının üstünde ipekten bir bulutu andıran saçlarına soktu. Bir saniye evvel neşeli öterken, birden asabının hassasiyetiyle, âşiyanının sükûnundan bir kış nefesinin geçeceğini duyan kuş gibi şimdi çehresinde bir endişe mânasıyla bekliyordu. O vakit kendisini zaptedemedi, sordu:
— Nihal! Beni seviyorsun, değil mi? Çok pek çok seviyorsun değil mi?...
Çocuklara mahsus bir hilekârlıkla bu sualin künhünü anlamadan evvel cevap vermek istemedi.
Babası devam etti:
— Nihal, senin için bir şey düşünüyorum...
Bu yalanı söylerken kalbini bir pençe sıkıyordu:
— Fakat bana vâd et, bakayım, yemin et ki itiraz etmeyeceksin, kabul edeceksin, beni sevdiğin için, evet, beni sevdiğin için...
İkmal edemiyordu, kendi sesinde öyle bir şey fark etmişti ki soğuk bir râşe ile vücudunu titretiyordu. Cinayetini itirafa kuvvet bulamayan bir müttehün cebanetiyle bu çocuğun karşısında susdu Nihal yavaşça elini çekmişti, babasından bir hatve uzaklaştı; sukit, sapsarı, dudaklarında bir sualin ihtiraz nefesi titreyerek babasına bakdı. Bu suali irad etmedi. Niçin? Bilinemez. Hiç bir şey farketmeyerek, babasının sözlerinde hiç bir fikir keşfetmeğe çahşmayarak birden his etmişti ki şu dakikada dünyada her şeyden ziyade sevdiği bu adam, bu baba, birinci defa olarak, her vakitkine benzer bir hiç için ufak bir yalanla değil, hayatını hemen orada kırıvereoek müthiş bir yalanla kendisini aldatmak istiyor.
Şimdi oda karanlıktı, yekdiğerini bir gölge arasından görüyorlardı, beynilerinde bir gecenin sinirleri üşüten soğuk rüzgârı uçuyor gibiydi. Baba kız, bir kelime söylemeyerek, sinirlice bir ihtiraz hissiyle hareket etmeyerek, bakışıyorlardı. Başlandıktan sonra mutlak devam etmesi lâzım gelen bu muhavere birden bir sekte ile kopmuş, kesilmiş oldu; fakat bu sükûtten çıkmalıydı. Adnan Bey şimdi kendisini muaheze ediyordu; evet, hemen bugün, henüz bir şey yapılmadan, henüz bir cevap bile alınmadan, niçin söylemeğe lüzum görmüştü?
Birden sofada Bülent'in bir çıngırağa benzeyen kahkahalarıyla koştuğunu işittiler, arkasından birisi kovalıyordu. Bülent kaçıyor, kâh kahkahalarıyla mini mini ayaklarının gürültüleri bu sakit facianın kenarına kadar gelip yuvarlanıyor, kâh sofanın uzak köşelerinde kayboluyordu. Adnan Bey bir şey söylemiş olmak için:
— Yine Bülent'i Behlül kovalıyor, galiba... dedi.
Nihal:
— Zannederim, dedi; söyleyeyim de bıraksın. Çocuk yorgun, bugün bütün gün yürüdük...
Nihal, şüphesiz, kaçmak için bir sebep arıyordu. Fakat bu muhavere orada bırakılamazdı, şimdi o noktada tevakkufu daha fena bularak Adnan Bey mutlak söylemek ve Nihale söyleyemezse başka birisine söylemek için o anda karar verdi:
— Nihal! dedi, mürebbiyene söyler misin? Kendisini görmek istiyorum.
Nihal, karanlıkda beyaz bir gölge gibi hafifçe silinerek çıkdı. Sofada gürültü devam ediyor; Bülent kendisini sanki tutamayarak kovalayan Behlül'den kaçmak için, artık yorulmuş nefesi kahkahalarına kifayet edemeyerek, koltukların arkasına, köşelere sokuluyor muakkibin hamlesine muntazır, heyecanla bekliyor; hamle vuku bulunca bir çığlıkla tekrar sofada cevelân başlıyordu.
Nihal çıkar çıkmaz ciddî bir sesle Bülent'e bağırdı:
— Bülent!... yeter artık, yine terleyeceksin, seni böyle azdıranlarda kabahat!...
Bu, Behlül'e karşı sarih bir itirazdı. Nihal Behlül'ün yüzüne bakmıyordu. Onlar — bu iki kardeş çocukları - evin içinde iki düşmandılar. Yine üç gündenberi Nihal olmayacak bir sebepten, mürebbiyenin şapkasına dair Behlül'ün bir itirazından doğan müthiş bir kavgadan sonra onunla lâkırdı etmiyordu.
Behlül onu görünce durdu, dişlerinin arasından çıkardığı diliyle ince sarı bıyıklarını ıslatarak müstehzi gözlerle yandan bakıyordu. Nihal Bülent'i elinden yakalayarak yukarıya götürürken Behlül burnunun ucunu kaşıyarak arkasından bağırdı:
— Mile de Courton'a arzı hulûs ederim.
Heceleri çekerek ilâve etti:
— Ve o güzel şapkasının lâtif çiçeklerine...
Nihal mukabele etmedi, her zaman bu kadar bir istihza saatlerle kavga için kifayet ederken bu defa şüphesiz derunî bir mukabeleye tercüman olan lâtif bir dudak burmasıyla kanaat etti. Hâlâ salıvermemek için bileğinden tuttuğu Bülent'le koşarak çıkıyordu. Bülent artık zaptolunamayan tutuşmuş taze kaniyle, şimdi ablasının elinde, sıçrıyor, basamaklardan hopluyordu. Yukarıya sofaya çıkınca bileğini kurtardı ve birden serbest kalmış bir tay sevinciyle koşmaya başladı. Nesrin avizenin iki mumunu yakıyordu, yetişebilmek için bir iskemlenin üstüne çıkmıştı, «Aman paşam, bana çarparsan düşerim...» diyordu. Bülent ona cevap vermiyordu. Arkalarından, takip ederek yukarıya çıkan Beşiri görmüş, ona koşarak ancak beline yetişen mini mini kollariyle, kızlığa yakışan zarafeti henüz on dört senelik tazeliğiyle daha ziyade teeyyüt eden bu zarif, ince habeşinin vücuduna sarılmıştı. Ona yalvararak Peyker'in hoşuna giden yumuk yumuk gözleriyle Beşirin insana öpmek hevesini veren süzgün rakik çehresinden bir muvafakat cevabı bekleyerek: «Haydi! diyordu, yine arabaya binelim, hani, biliyorsun a, geçen gün nasıl koşmuştuk! Haydi, Beşir'ciğim, haydi!...» Ona tırmanarak, artık biraz muvafakata razı görünen bu çehreyi buselerle örtmek için yükselmeye çalışarak yalvarıyordu. Beşir, şimdi gözleri Nesrin'in yaktığı avizenin fanuslarına merkûz zihninin dağınıklığı içinde yukarıya ne yapmak için çıktığını ariyan Nihal'e bakıyor, ondan bir emir, bir küçük işaret bekliyordu.
Onun böyle, nefes almak için muvafakatini bekleyen bir teslimiyet nazariyle, itaat etmekten, emir almaktan, hayatına tasarruf edilmekten bahtiyar olan gözlerle Nihale bakışları vardı ki bu biçare mahlûkun ruhunu genç kızın ayaklarının altına sererdi.
Birden Nihal tahattur etti, kendi kendisine: «Madmazel!...» dedi. Nesrin şimdi elinde şema ile yukarı katın işini bitirmiş aşağıya inmek için gecikiyor, artık serbest kalan iskemleyi Beşir'in önüne getiren Bülent'e: «Aman, paşam, o iskemle bana lâzım, daha aşağıki sofanın avizesini yakacağım.» diyerek, fakat asıl araba oyununu seyretmek için sırıtıyordu. Nihal geçti, sofanın bir kapısından yatak odalarına giden bir dehlize girilirdi. Üçüncü odanın kapısını vurdu.
Mürebbiye her seyrandan avdette çocukların elbiselerini değiştirdikten sonra odasına kapanır, soyunmak, yıkanmak, tekrar giyinmek için saatlerle orada kalırdı. Bu esnada ihtiyar kızın mahrem hücresi çocuklara, herkese karşı mesdudtu.
Nihal bağırdı: «Madmazel! Babamın yanına gider misiniz? Sizi görmek istiyor...» Sonra, cevabı işitmeden kaçtı, tekrar sofaya çıktı.
Sofada şimdi araba cevelânı başlamıştı. Seyirciler bile çoğalmıştı: Nesrin hâlâ elinde şemasıyla iskemlenin serbest kalmasına muntazırdı; Şakire Hanım'ın kızı Cemile — henüz on yaşında bir çocuk — oyuna iştirak etmek için yukarı çıkan Şayeste — Şakire Hanım'ın izdivacından sonra baş kalfa olan — ara sıra: «Kız, ne duruyorsun?» sualini fırlatarak Bülent'in seyranına bakıyordu.
Nihal oturdu. Evvelâ biraz tereddüt ederek oyuna ufak bir fasıla veren Beşir, onun itiraz etmediğini görerek tekrar üzerinde Bülent'le iskemleyi çekmeye başlamıştı.
Ara sıra Mile de Courton çocukları Beyoğlu'na indirir; onları, öteden beriden bin türlü şeyler almak heveslerine serbest bir cevelân vermek için, mağazadan mağazaya dolaştırırdı. Bu seferler esnasında Bülent'i en ziyade çıldırtan araba seyranıydı. Yaz kış mahkûm oldukları yalı hayatından böyle nadir vesilelerle kurtularak arabada gezmek onun için bir bayramdı.
Şimdi Beşir'le beraber Beyoğlu'nda böyle bir araba seyram yapıyorlar, koltukların önünde tevakkuf ederek mağazalara uğruyorlar, ufak tefek alıyorlardı:
— Arabacı! diyordu; şimdi Bon marche'ye!... Ah! geldik mi? Evet, geldik! İşte camlığın içinde bir kılıç... Baksanıza, bu kılıç kaç lira. Beş lira mı?... Hayır, pahalı! Onbeş kuruş... Amma iyi sarınız. Hazır mı?... Ne kadar da uzun! Arabaya sığmayacak...
Kim bilir bu, hayalhanesinde o kadar büyüyen kılıç, ne kadar uzun bir şey oluyordu ki, Bülent güya elinde tuttuğu paketi koyacak bir yer bulamıyordu. Sonra nihayet arabanın bir köşesine sıkıştırarak bir itminan nefesiyle, arabacıya o tekrar emir veriyordu:
— Şimdi şekerlemeciye, Löbon'a!... Biliyorsun ya, arabacı, şekerlemeci Löbon'a!...
Araba hareket ediyordu. Cemile nihayet dayanamamış, iskemleyi arkadan itmek suretiyle oyuna karışıyordu. Nesrin «ilâhi! Paşam, beni işimden alıkoydun!» diyerek iskemlesinden vazgeçmiş, aşağıya inmişti. Şayeste öteden, bağırıyordu:
— Beşir, çek koşma!... Çocuğu düşüreceksin.
Nihal, hareketsiz, sakit, asabına çöken bir gevşeklikle Bülent'in gevezeliklerini dinleyerek, dalgın gözlerle duruyordu. Bülent şimdi şekerlemeciye diyordu ki:
— Hayır, hayır! Anlamadınız. O değil, öteki sepet, görmüyor musunuz? İşte üstünde torbası, kurdelelerının arasında bir kuşu var... Onu ağabeyime götüreceğim. Bildiniz ya? Behlül Bey... Hani ya bana her vakit çukulata getirir... içine fondan koydunuz mu? On tane de kayısı koyunuz... tamam!... Aman bozulmasın...
O vakit büyük bir ihtiyatla güya şekerlemecinin elinden sepeti alıyor. «Burada dursun, dizlerimin üstünde!...» diyor. Sonra arabacıya tekrar emir veriyordu:
— Köprü<ref>Burada sözügeçen köprü İstanbul'daki tarihsel Galata Köprüsüdür.</ref>! Köprüye! Artık alınacak bir şey kalmadı... Çabuk ol, vapura yetişemeyeceğiz, koş koş... Geç kalırsak bey babama ne deriz?...
Öteden Şayeste Beşir'e yine bağırıyordu:
— Şimdi konsola çarpacaksın. Sen de!... Çocuğun dediğine bakıyorsun.
Bülent artık Mile de Courton'un taklidini yapıyor, iki elleriyle başını tutarak ihtiyar kızın fransızcasiyle:
— Oh! Aman yarabbi... Zannolunacak ki bir kasırga içinde yuvarlanıyoruz... diyordu.
Sonra birden Türkçe'ye, fakat Mile de Courton'un türkçesine çevirerek arabacıya bağırıyordu:
— Ağabacı, duğ! duğ!
Bülent ihtiyar mürebbiyenin tavrını, edasını, telâşını o kadar güzel taklit ediyordu ki, Nihalin ince dudaklarında bir tebessüm beliriyordu; birden yanı başında Mile de Courton'un sesini işitti:
— Nihal! Kapıma siz vurdunuz, değil mi?
Sıçrayarak, derin bir hülyasından birdenbire uyandırılmış gibi ayağa kalkarak, bir saniye cevap veremedi, sonra tahattur ederek ve birden kalbinde meçhul bir musibetin önsezen korkusu uyanarak haber verdi:
— Beybabamın yanına inmenizi söylemiştim, sizi görmek istiyor... Bir şey daha ilâve etmek istiyormuşçasına duruyordu, sonra o ilâve olunacak şeyi bulamayarak ve gözlerini Mile de Courton'un yüzünden ayırarak oturdu.
İhtiyar kız aşağıya inerken o, gene Bülent'i seyretti. Bülent arabacıya Köprü için emir verdiğini unutmuştu. Şimdi Taksim caddesinden iniyorlardı. «Hah! burada duralım, diyordu; biraz bahçemde gezeriz.»
Nihal, gözleri Bülent'in arabasına dikilmiş, fakat artık kardeşinin ne dediğini işitmiyordu; küçücük dimağında siyah bir bulut parçalanmış, orasını gecelere boğmuş gibiydi.
<center>🙝🙟</center>
Bu akşam sofrada Behlül'den başka hep sükût ettiler. Bülent yorgun, vaktinden evvel uykusu gelmiş, somurtuyordu. Behlül tuhaf bir hikâye anlatıyordu galiba... Söylerken gülüyor, hattâ kahkahaları ötede Nihal'in arkasında duran Beşir'e bile sirayet ediyordu.
Nihal onun yüzüne bakmıyordu. Bir aralık gözlerini bir kuvvet cezbetti; Behlül'ü dinliyor görünmek için gülümseyen babasının garip, güya ifadesinden merhametler saçılan bir nazarla kendisine baktığını gördü. Bu nazar onu sıktı, gözlerini çevirdi, fakat hep bu gözlerin bakışındaki ağırlığı hissediyordu.
«Kızım! Bu akşam yine etlerini yemiyorsun?»
Bu her sofrada tekerrür eden bir nakarattı. O, zorla et yerdi. Adnan Bey için bu bir daimî dertti. Boğularak cevap verdi: «Yiyorum, babacığım!...» Ağzında lokma büyüyor, mümkün değil yutmak için kuvvet bulamıyordu. Gözlerini kaldırdı, karşısındaki Mile de Courton'a baktı. İhtiyar kız dalgın ve güya bir facianın matemini tutuyor, zanrolunacak kadar gamla dolu bir nazarla ona bakıyordu. Birden, tâyin edilemez bir rikkat, babasıyla bu ihtiyar kızın iki taraftan merhamet nazarı, o kendisine ağlıyor gibi bakan nazarları arasında bulunmaktan mütevellit derin bir mazlûmiyet yesi duydu. Bu iki nazar ona babasiyle mürebbiyesinin mülakatı neticesi göründü, daha mahiyetini keşfedemediği musibetin orada beliğ bir senedini okumuş oldu, lokmasını hâlâ yutamiyordu, birden boğazına bir şey tıkandı, ve, oraya, sofranın üzerine kapanarak, zaptolunmaya vakit bulunamadan coşan gözyaşlariyle şedit hıçkırıklarla ağladı...
<center>🙝🙟</center>
Ertesi gün, sabahleyin, babasının iş odasına girdi: «Baba!...» dedi. «bugün benim resmime çalışacak mısınız?...» sonra, oraya girmek için bir vesile olan bu sualin cevabını beklemeyerek koştu, kollarıyla babasının boynuna sarıldı, başını omuzuna koydu: «Baba!... dedi; beni yine seveceksiniz, şimdi nasıl seviyorsanız öyle seveceksiniz, değil mi?»
Babası, dudaklarına sürülen bu yumuşak saçları öperek mırıldandı:
— Elbette!...
Nihal, bir saniye, güya söyleyeceği şeye kuvvet bulmaya çalışarak durdu; sonra başını babasının omuzundan, güya ziyamdan korkup ta kaçırmamak istediği bu istinat noktasından kaldırmayarak: «Öyle ise, zarar yok, gelsin!...» dedi.
==Not==
{{Kaynakça}}
hthsyavfylmcffmyem58mhsyi8ejc3s
Cumhuriyet/1 İkinciteşrin 1936/Bağdad askerî işgal altına alındı: Harbiye Nazırı katledildi, Nuri Said Paşa sürüldü
0
21117
151676
142190
2022-08-11T13:25:57Z
Kwamikagami
19579
wikitext
text/x-wiki
{{eser başlığı
| önceki=[[Cumhuriyet/1 İkinciteşrin 1936]]
| sonraki=
| başlık=Bağdad askerî işgal altına alındı<br> Harbiye Nazırı katledildi, Nuri Said Paşa sürüldü
| bölüm=
| yazar=
| notlar=Kaynak: [http://gazeteler.ankara.edu.tr/dergiler/62/1757/27400.pdf Ankara Üniversitesi Gazete Arşivi]
}}
<div style=" text-align:center;"><big><big><big>''Bağdad askerî işgal altına alındı''</big></big></big></div>
----
<div style=" text-align:center;"><big><big><big><big>'''Harbiye Nazırı katledildi,<br>Nuri Said Paşa sürüldü'''</big></big></big></big></div>
<center>🙝🙟</center>
<div style=" text-align:center;"><big><big>'''Kral Gaziyülevvel Irak Meclisini feshetti'''</big></big></div>
<center>🙝🙟</center>
<div style=" text-align:center;"><big>'''Asilerin reisi Bekir Sıtkı ve yeni Başvekil Süleyman Hikmet bütün Arabları bir araya toplıyarak büyük bir Arab devleti kuracaklarmış. Yeni hükûmet ilk iş olarak mecburî askerlik usulünü vazedecek.'''</big></div>
Londra 31 (Hususî) – Irak hâdiseleri hakkında bugün alınan mâlumattan anlaşıldığına göre, asiler Irak ordusunun takviyesi için mecburî askerlik usülünün tatbikini istemişlerdir. Hükûmet ise, kabile reislerinin buna muhalif olduklarını gözönünde tutarak mecburî askerlik usulünün tatbiki cihetine gidilmesini tervic etmemiştir. Bunun üzerine Bekir Sıdkı askerî darbei hükûmetini yapmıştır.
Yeni Başvekil Hikmet Süleymanın aslen Türk olduğu haber verilmektedir.
Eski Başvekil Yasin Paşa, Hariciye Nazırı Nuri Paşa Essaid ile Dahiliye Nazırı Geylâninin katledildiği şayi olmuştur. Geç vakit alınan haberlere göre, yukarıda isimleri geçen üç Nazır katledilmeyip, sadece hudud haricine çıkarılmışlardır.
Diğer bir habere göre, İngiliz muhibliğiyle tanınmış olan ve istifa eden kabinede Millî müdafaa nazırı bulunan Cafer Paşa katledilmiştir. Daha Umumî harbde İngilizler lehine miralay Lâvrensle teşriki mesai eden Cafer Paşa, o zaman Başvekâlete getirilmiş, bilâhare de iki defa Londra elçiliğine tayin edilmişti.
Gece geç vakit alınan haberlere göre bugün öğleden sonra Kral Gaziyülevvelin bir emirnamesi neşredilmiştir. Bu emirname meclisin feshedildiğini ve yeni intihabat yapılacağını bildirmektedir.
'''Irakın yeni diktatörü'''
İskenderiye 31 (Hususî) – Bağdaddan bildirildiğine göre, asilerin reisi Kürd eşrafından Bekir Sıtkı Irakın hakikî diktatörüdür. Yeni kabinenin bile diktatörün kontrolu altında bulunduğu haber verilmektedir.
Bağdad şehri bu sabah askerî işgal altına alınmıştır. Eski kabine azaları Bağdadı terketmek mecburiyetinde kalmışlardır.
Eski Başvekil Yasin Paşa, Hariciye Nazırı Nuri Paşa ile, Dahiliye Nazırı Geylâninin nefyedildikleri anlaşılmaktadır.
'''Filistinde edişe'''
Londra 31 (Hususî) – Iraktaki hâdiseler Filistinde derin bir endişe uyandırmaktadır.
'''Büyük bir Arab devleti kuracaklarmış'''
Londra 31 (A.A.) – Bağdaddaki
<div style=" text-align:right;"><small>[Arkası Sa. 9 sütun 4 te]</small></div>
[[Kategori:Cumhuriyet]]
[[Kategori:1930'larda eserler]]
6dl550012xweadyl0rhuet1o0h2l1ro
Cumhuriyet/1 İkinciteşrin 1936/Büyük Millet Meclisi bugün saat 14te açılıyor
0
21118
151677
142191
2022-08-11T13:26:14Z
Kwamikagami
19579
wikitext
text/x-wiki
{{eser başlığı
| önceki=[[Cumhuriyet/1 İkinciteşrin 1936]]
| sonraki=
| başlık=Büyük Millet Meclisi bugün saat 14te açılıyor
| bölüm=
| yazar=
| notlar=Kaynak: [http://gazeteler.ankara.edu.tr/dergiler/62/1757/27400.pdf Ankara Üniversitesi Gazete Arşivi]<br>Mevzubahis konuşmanın metni için bkz. [[TBMM 5. dönem 2. yasama yılı açılış konuşması]]
}}
<div style=" text-align:center;"><big><big><big>'''Büyük Millet Meclisi bugün saat 14te açılıyor'''</big></big></big></div>
<center>🙝🙟</center>
<div style=" text-align:center;"><big><big>'''Ulu Şefimizin bugün irad edecekleri nutka büyük bir ehemmiyet veriliyor'''</big></big></div>
<center>🙝🙟</center>
Ankara 31 (Telefonla) – Cumhurreisi Atatürkün açış nutuklarile Büyük Millet Meclisinin beşinci devresi yarın saat 14 te ikinci çalışma yılına girecektir. Ulu Önder geçen seneki nutkunda beynelmilel vaziyetin ehemmiyetinden bahsederek dış siyasetimizi izah ettikten sonra büyük memleket meseleleri hakkında irşad ve işaretlerde bulunmuşlardı. Bu yüksek direktiflerin nurlu izi üzerindeki bir yıllık çalışmalardan büyük neticeler alınmıştır. Millet Meclisinin geçen seneki çalışma yılında millî hayatta bir inkılâb sayılacak değerde birçok kanunlar çıkmıştır. Meclis geçen yıl 81 toplantı yapmış, üç tefsir, 55 karar ve 220 kanun kabul etmiştir.
Yarın Meclisi Nuri Conker açacak, nisabı ekseriyet olduğu tensib edildikten sonra Cumhurreisi Atatürk kürsüye gelerek mühim nutuklarını irad edeceklerdir. Bundan sonra Meclis reisi, riyaset divanı,
<div style=" text-align:right;"><small>[Arkası Sa. 9 sütun 3 te]</small></div>
[[Kategori:Cumhuriyet]]
[[Kategori:1930'larda eserler]]
[[Kategori:TBMM]]
l33646cb0wzk7rpgh159bbotsmbfel9
Cumhuriyet/1 İkinciteşrin 1936/İlk kadın hava şehidimiz: Kahraman Eribe için tören yapılacak
0
21119
151678
142192
2022-08-11T13:26:26Z
Kwamikagami
19579
wikitext
text/x-wiki
{{eser başlığı
| önceki=[[Cumhuriyet/1 İkinciteşrin 1936]]
| sonraki=
| başlık=İlk kadın hava şehidimiz: Kahraman Eribe için tören yapılacak
| bölüm=
| yazar=
| notlar=Kaynak: [http://gazeteler.ankara.edu.tr/dergiler/62/1757/27400.pdf Ankara Üniversitesi Gazete Arşivi]
}}
<div style=" text-align:center;"><big><big>'''İlk kadın hava şehidimiz'''</big></big></div>
----
<div style=" text-align:center;"><big><big>'''Kahraman Eribe için tören yapılacak'''</big></big></div>
<center>🙝🙟</center>
<div style=" text-align:center;"><big>'''Bu genc kızın ölümü umumî bir teessür uyandırdı'''</big></div>
Bayram sabahı Ankarada Türkkuşu paraşütçüleri talim atlayışı yaparken paraşütçü talebeden meşhur tayyareci Vecihinin kızı Eribenin heyecana kapılıp paraşütünü geç açması yüzünden yere
<div style=" text-align:right;"><small>[Arkası Sa. 3 sütun 6 da]</small></div>
[[Kategori:Cumhuriyet]]
qg9h3hdh4243g2msxs904qic80zcnxv
Cumhuriyet/1 İkinciteşrin 1936/Ankaradaki maç
0
21120
151679
142193
2022-08-11T13:26:39Z
Kwamikagami
19579
wikitext
text/x-wiki
{{eser başlığı
| önceki=[[Cumhuriyet/1 İkinciteşrin 1936]]
| sonraki=
| başlık=Ankaradaki maç
| bölüm=
| yazar=
| notlar=Kaynak: [http://gazeteler.ankara.edu.tr/dergiler/62/1757/27400.pdf Ankara Üniversitesi Gazete Arşivi]
}}
<div style=" text-align:center;"><big>'''Ankaradaki maç'''</big></div>
<center>🙝🙟</center>
<div style=" text-align:center;">'''Fenerbahçenin Çankaya ile dün yaptığı maçın tafsilâtı 6 ncı sahifemizdedir'''</div>
[[Kategori:Cumhuriyet]]
[[Kategori:1930'larda eserler]]
onu0554amaxi63l52wv4j87ugr9gx6r
Cumhuriyet/1 İkinciteşrin 1936/Tekirdağlı, serbest güreş başpehlivanı oldu
0
21123
151680
142194
2022-08-11T13:27:10Z
Kwamikagami
19579
wikitext
text/x-wiki
{{eser başlığı
| önceki=[[Cumhuriyet/1 İkinciteşrin 1936]]
| sonraki=
| başlık=Tekirdağlı, serbest güreş başpehlivanı oldu
| bölüm=
| yazar=
| notlar=Kaynak: [http://gazeteler.ankara.edu.tr/dergiler/62/1757/27400.pdf Ankara Üniversitesi Gazete Arşivi]
}}
<div style=" text-align:center;"><big><big><big>'''Tekirdağlı, serbest güreş başpehlivanı oldu'''</big></big></big></div>
<center>🙝🙟</center>
<div style=" text-align:center;"><big>'''Başaltı birinciliğini Babaeskili İbrahim, büyük orta biriniciliğini de Adapazarlı Vâhid kazandılar'''</big></div>
İstanbul Halkevi tarafından tertib edilen serbest güreş müsabakalarının üçüncüsü dün Taksim stadyomunda yapıldı. Her gün biraz daha artan bir alâka gören bu müsabakalar finale yaklaştıkça ayrı bir ehemmiyet kazanmağa başladı.
Kazana kazana finale kalan güreşçiler arasında yapılan bu müsabakalar ilk günler birkaç dakika içinde netice veren müsabakalara nazaran daha uzun sürüyor ve neticeler bu suretle daha güçlükle elde ediliyordu.
'''Başaltı güreşleri'''
''Boyabadlı Hasan – Pehlivanköylü Mustafa''
Güreşçier yavaş ve tesirsiz oyunlarla yirmi dakikalık ilk devrede hemen hemen müsavi bir güreş yaptılar.
İkinci devrede Pehlivanköylü Mustafa hasmını derhal mindere düşürerek bir müddet minderde uğraştıktan sonra tek kle takarak 39 dakikada tuşla galib geldi.
<div style=" text-align:right;"><small>[Arkası Sa. 6 sütun 1 de]</small></div>
[[Kategori:Cumhuriyet]]
[[Kategori:1930'larda eserler]]
b8r4j6qcguwgtdkvrhqdtm2qjp6n2pm
Cumhuriyet/1 İkinciteşrin 1936/Erkânıharbiyelerin içtimaı: Mareşal Fevzi Çakmak yarın Bükreşe gidiyor
0
21125
151681
142196
2022-08-11T13:27:20Z
Kwamikagami
19579
wikitext
text/x-wiki
{{eser başlığı
| önceki=[[Cumhuriyet/1 İkinciteşrin 1936]]
| sonraki=
| başlık=Erkânıharbiyelerin içtimaı: Mareşal Fevzi Çakmak yarın Bükreşe gidiyor
| bölüm=
| yazar=
| notlar=Kaynak: [http://gazeteler.ankara.edu.tr/dergiler/62/1757/27400.pdf Ankara Üniversitesi Gazete Arşivi]
}}
<div style=" text-align:center;"><big><big>'''Erkânıharbiyelerin içtimaı'''</big></big></div>
----
<div style=" text-align:center;"><big><big><big>'''Mareşal Fevzi Çakmak yarın Bükreşe gidiyor'''</big></big></big></div>
<center>🙝🙟</center>
<div style=" text-align:center;"><big>'''Büyük Erkânıharbiye Reisimiz dün Ankaradan geldi ve merasimle istikbal edildi'''</big></div>
Büyük Erkânıharbiye Reisi Mareşal Fevzi Çakmak dünkü trenle Ankaradan şehrimize gelmiş, Haydarpaşa istasyonunda parlak bir surette istibal olunmuştur. Mareşal Fevzi Çakmak, Balkan Antantına dahil devletlerin erkânıharbiye reisleri tarafından Bükreşte yapılacak içtimaa iştirak edecektir.
Mareşal Fevzi Çakmak maiyetile birlikte yarın Hamidiye mekteb gemisile Köstenceye hareket edecektir.
Mareşal Fevzi Çakmak gene Hamidiye gemisile şehrimize dönecektir.
'''Times gazetesine göre seyahatin manası'''
Times gazetesi, İstanbul muhabirinden aldığı bir habere atfen Erkânıharbiye Reisi Mareşal Fevzi Çakmağın, önümüzdeki ay içinde Bükreşte toplanacak olan Balkan Antantı erkânıharbiye reisleri konferansında Türkiyeyi temsil edeceğini yazarak diyor ki:
"Yeni Türkiyenin en gözde şahsiyetlerinden biri olan Mareşal, Cumhuriyetin ilânındanberi memleketini terketmemiş olup yakında yapacağı bu seyahat, Bükreş içtimaına atfedilen ehem-
<div style=" text-align:right;"><small>[Arkası Sa. 3 sütun 5 te]</small></div>
[[Kategori:Cumhuriyet]]
[[Kategori:1930'larda eserler]]
jwv4xsvkrg0x0f6eqm589jb0feeqa76
Cumhuriyet/1 İkinciteşrin 1936/Aziz misafirimiz Ankaradan geldi: Ankaradaki görüşmeler çok iyi neticeler verdi
0
21126
151682
142197
2022-08-11T13:27:48Z
Kwamikagami
19579
wikitext
text/x-wiki
{{eser başlığı
| önceki=[[Cumhuriyet/1 İkinciteşrin 1936]]
| sonraki=
| başlık=Erkânıharbiyelerin içtimaı: Mareşal Fevzi Çakmak yarın Bükreşe gidiyor
| bölüm=
| yazar=
| notlar=Kaynak: [http://gazeteler.ankara.edu.tr/dergiler/62/1757/27400.pdf Ankara Üniversitesi Gazete Arşivi]
}}
<div style=" text-align:center;"><big><big>'''Aziz misafirimiz Ankaradan geldi'''</big></big></div>
----
<div style=" text-align:center;"><big><big><big>'''Ankaradaki görüşmeler çok iyi neticeler verdi'''</big></big></big></div>
<center>🙝🙟</center>
<div style=" text-align:center;"><big>'''"Bu karışık zamanlarda kıymetli Türk ordusu Balkanlardaki kardeşlerile birlikte hertürlü tecavüze karşı müdafaaya tahsis edilmiştir"'''</big></div>
<div style=" text-align:center;"><big>'''Yugoslavya matbuatının çok mühim neşriyatı'''</big></div>
<center>🙝🙟</center>
Cumhuriyet bayramımızda Ankarada bulunan dost ve müttefik Yugoslavyanın kıymetli Başvekili M. Stoyadinoviç ile refikası ve maiyeti erkânı dün saat 14.40 da hususî bir trenle Ankaradan şehrimize gelmişlerdir.
Muhterem misafirlerimiz Haydarpaşa garında Vali, İstanbul kumandan Vekili General Ali Fuad, Yugoslav konsoloshanesi erhânı ve Yugoslav kolonisi ile İstanbul gazetecileri tarafından karşılanmışlardır.
Bir kıt'a asker ve bir polis müfrezesi ihtiram ve selâm vazifesini ifa etmişlerdir.
M. Stoyadinoviç trenden iner inmez askerî bando Yugoslav ve Türk millî marşlarını çalmıştır.
Bundan sonra muhterem misafirimiz askerimizi teftiş ederek gardan çıkmıştır. Bu sırada Gar civarına biriken kalabalık bir halk kütlesi büyük dost devlet Başvekilini hararetle alkışlamıştır. Muhterem misafirlerimiz buradan Sakarya motörile Tophane rıhtımına ve oradan da otomobille Perapalas oteline gitmişlerdir. Misafirlerimize tahsis edilen otel bu münasebetle Türk ve Yugoslav bayraklarile süslenmiştir.
Yugoslav Başvekili ile refikası veya-
<div style=" text-align:right;"><small>[Arkası Sa. 9 sütun 1 de]</small></div>
[[Kategori:Cumhuriyet]]
[[Kategori:1930'larda eserler]]
s0ajqre7ioe7nmelgkdnsbp9fhbhiin
Cumhuriyet/1 İkinciteşrin 1936/Büyük bir doktoru daha kaybettik
0
21128
151683
142198
2022-08-11T13:27:59Z
Kwamikagami
19579
wikitext
text/x-wiki
{{eser başlığı
| önceki=[[Cumhuriyet/1 İkinciteşrin 1936]]
| sonraki=
| başlık=Büyük bir doktoru daha kaybettik
| bölüm=
| yazar=
| notlar=Kaynak: [http://gazeteler.ankara.edu.tr/dergiler/62/1757/27400.pdf Ankara Üniversitesi Gazete Arşivi]
}}
<div style=" text-align:center;"><big><big>'''Büyük bir doktoru daha kaybettik'''</big></big></div>
<center>🙝🙟</center>
<div style=" text-align:center;"><big>'''Göz tabibi Esad Paşa kalb hastalığından öldü'''</big></div>
Bir müddettenberi kalbinden mustarib bulunan maruf doktorlarımızdan göz tabibi Esad (Paşa), evvelki gece Kadıköyündeki evinde vefat etmiştir. Tıbbiye mektebinde ilk göz kürsüsünü tesis eden ve kırk sene Darülfünun müderrisliği yaparak birçok göz doktoru yetiştiren Esad (Paşa) bir zamanlar da Sıhhiye Umum Müdürlüğünde bulunmuştur. İlim ve fen âleminde büyük bir kıymeti olduğu kadar yüksek ruhlu bir milliyetçi olan Esad (Paşa) bu yüzden Mütareke senelerinde tevkif edilerek Maltaya nefyolunmuştu. Maltadan dönüşünde tekrar Darülfünunda çalışan bu kıymetli doktor son zamanlarda hastalanarak istirahate çekilmişti. Cenazesi bu sabah saat on birde Kadıköyünde Modadaki evinden kaldırılarak cenaze namazı Osmanağa camisinde kılındıktan sonra Çamlıcadaki makberei mahsusuna defnolunacaktır. Kederli ailesine taziyetler beyan ederiz.
[[Kategori:Cumhuriyet]]
[[Kategori:1930'larda eserler]]
in78hfl26qpkntp2nj4iazet5yw8vq1
Cumhuriyet/1 İkinciteşrin 1936/Madrid civarındaki harb şiddetle devam ediyor
0
21269
151684
142321
2022-08-11T13:28:10Z
Kwamikagami
19579
wikitext
text/x-wiki
{{eser başlığı
| önceki=[[Cumhuriyet/1 İkinciteşrin 1936]]
| sonraki=
| başlık=Madrid civarındaki harb şiddetle devam ediyor
| bölüm=
| yazar=
| notlar=Kaynak: [http://gazeteler.ankara.edu.tr/dergiler/62/1757/27400.pdf Ankara Üniversitesi Gazete Arşivi]
}}
<div style=" text-align:center;"><big><big><big>'''Madrid civarındaki harb şiddetle devam ediyor'''</big></big></big></div>
<center>🙝🙟</center>
<div style=" text-align:center;"><big><big>'''İtalya Balear adalarına istiklâl temin etmek için çalışıyormuş'''</big></big></div>
<center>🙝🙟</center>
Madrid 31 (A.A.) – Hükûmet kuvvetlerinin sağ cenahı, altı kilometro ve sol cenahı da 15 kilometro kadar ilerlemiştir. Bu ilerleme perşembe günü Madridin cenubunda icra edilmiş olan büyük taarruz sayesinde elde edilmiştir. Cuma günü, hükûmet kuvvetleri elde etmiş oldukları mevzileri tahkim etmişlerdir. Bu kuvvetler, Torrojon de Velasconun ihata hareketini ikmal etmişlerdir. Buradaki asiler, kilisenin çan kulesine çıkmışlardır. Madrid - Aranjuez demiryolunda zırhlı trenlerin serbestçe sefer etmeleri temin edilmiştir.
Cumhuriyetçiler, şimdi bütün gayretlerini sabahtanberi top ateşine tutmuş oldukları Naval Carneraya tevcih etmişlerdir.
'''Hükûmetçilerin muvaffakiyetleri'''
Paris 31 (A.A.) – Aranhuez cephesinde, hükûmetçiler asilerin Toledo ile Aragoze arasındaki taarruzuna mâni olmağa karar vermişler ve buna muvaffak olarak hatta bir miktar ilerlemişler ve bazı müsaid mevziler işgal etmişlerdir.
Asiler gayretlerini, Madridi Andalozyanın doğusuna bağlıyan demiryolunun nâzımı bulunan Algadar ve Kastille Hes istasyonlarına doğru tevcih etmektedirler. Milis kuvvetleri bu hatları kurtartmışlardır. Sesene demiryolu istasyonunun alınması sayesinde yol tamamen kurtarılmıştır. Doğuya doğru olan yol da şimdi kullanilabilmektedir. Halbuki birkaç gün evvel vaziyet böyle değildi.
'''Katalonyaya ilk hücum'''
Paris 31 (A.A.) – Cerbereden Radyo ajansına bildirildiğine göre, nasyonalist harb gemileri, şimalî Katalonyada Nozas körfezine girmişler ve asker ihracına teşebbüs etmişlerdir. Bu harekete mümanaat etmek istiyen bir topçeker derhal batırılmıştır. Sahilde başlıyan muharebe, hâlâ devam etmektedir. Bu mıntakadaki bütün milisler derhal vaziyetten haberdar edilmiştir. Yakın sahil boyuna bütün köyler ışıklarını söndürmüştür. Katalonya ile irtibat kesilmiş bir haldedir. Cerbereden kalkan ekespres Port-Bou İspanyol garına girememiştir.
'''Nazırlar Madridden ayrıldılar'''
Paris 31 (A.A.) – Radia-la-Corroqneun şayanı itimad rivayetlere istinarodan maada diğer bütün hükûmet azaları bir daha dönmemek üzere hükûmet merkezinden ayrılmışlardır.
'''Balear adaları müstakil mi olacak?'''
Brüksel 31 (Hususî) – Romadan bildirildiğine göre, İtalya hükûmeti İspanyaya aid Balear adalarında reyiâm yapılmasını istemiştir. Balear adaları halkı muhtariyet ilân etmek arzusunu izhar ettiklerinden, İtalyan hükûmeti reyiâmın serbestçe icrasını temin için bu adalara harb gemileri göndermeğe karar vermiştir.
'''İhtilâlcilerin tebliği'''
Salamanque 31 (A.A.) – İhtilâlciler tarafından tebliğ edilmiştir:
Oviedo etrafındaki tathir harekâtı muvaffakiyetle icra edilmiştir. Nasyonalist kuvvetler, Soviedo kasabasını işgal ve hükûmetçilerin bütün taarruzlarını tardetmişlerdir. Madridin cenub cephesinde icra edilen harekât Cueva kasabasının işgalile neticelenmiş ve düşman, kasabayı terke mecbur olmuştur. Soria mıntakasında nasyonalist kuvvetleri, 3 kilometro ilerlemiştir.
'''Fransız komünistlerle sosyalistlerinin bir müracaati'''
Paris 31 (A.A.) – Komünist fırkası, sosyalist fırkasına bir mektub göndererek, her iki fırkanın müştereken M. Leon Blume müracaat ederek İspanya aleyhindeki ablukanın kaldırılması hakkında diğer memleketler nezdinde teşebbüslerde bulunmasını ve halk kütlelerinin İspanyaya karşı tesanüdlerini daha müessir bir şekle sokmak için gayret sarfeylemesini ve asilere silâh ve mühimmat gönderilmesine mâni olmasını rica etmesi teklifinde bulunmuştur.
'''Madridde bir facia'''
Madrid 31 (A.A.) – Dün öğleden sonra Getafe sokaklarında oynamakta olan yetmiş mektebli çocuk asi tayyerelerin attıkları bombaların tesirile ölmüş ve daha birçok çocuk ta yaralanmıştır. Tayyarelerin bombalarının hedefi bittabi bu çocuklar değil fakat Getafede milisleri taşımakta olan kamyonlar idi.
Madrid cephesindeki Royter muhabiri bu haberi verdikten sonra şunları da ayrıca ilâve etmektedir:
"Sırtı yaralı, ufak çocuğunu omuzları üzerinde taşıyan bir baba yüzünün alt kısmı kopmuş iki yaşında bir kızı kollarında götüren bir ana gördüm ve bir kamyonun içine doldurulmuş vücud parçaları arasında kendi çocuklarını arayıp bulmıya çalışan analar, babalar gördüm."
'''Bir sovyet vapuru ihtilâlciler tarafından araştırıldı'''
Moskova 31 (A.A.) – Hamburgdan Batuma gitmekte olan Sovyet Deniestr vapuru Cebelitarık boğazından geçerken İspanyol asi kruvazörü Almiranto Cervera tarafından araştırmıya maruz kalmıştır. Dniestr vapuru bu kuvvet istimaline karşı koymıyarak asilerin keyfi muamelesine mümaşat etmiştir.
[[Kategori:Cumhuriyet]]
[[Kategori:İspanya İç Savaşı]]
[[Kategori:1930'larda eserler]]
nx1s60kl6d5lyakh69ronb6x2osg7cb
Rübâb-ı Şikeste/Nesrin
0
21297
151654
70873
2022-08-11T13:17:10Z
Kwamikagami
19579
wikitext
text/x-wiki
{{Eser
| önceki = ''[[Rübâb-ı Şikeste/Balıkçılar|Balıkçılar]]''
| sonraki = ''[[Rübâb-ı Şikeste/Sezâ|Sezâ]]''
| başlık = ''[[Rübâb-ı Şikeste]]''
| bölüm = ''Nesrin''
| eser sahibi = Tevfik Fikret
| notlar =
}}
{{Ortalı ve hizalı|<poem>— Şimdi ben doğrusu evvelki çocukluklardan
Nâdimim; gönlümü isrâf ü tebâh ettiğimi
Bin merâretle bugün anlıyorum; bir vicdân
Bana ihsâs ediyor işte bitip gittiğimi;
Ben ki bitmez sanıyordum bu hayâtın şevki...
— Etme, Nesrin, bana zehr etme şu bir dem zevki!
Kız, bu son âşıkının kaç gecedir en coşkun
Bir muhabbetle alevler saçan âguuşunda
Hep bu şekvâ-yı nedâmetle - muazzab, solgun,
İnlemiş; sonra "Bunun neşve-yi bî-hûşunda
Bir tesellî bulurum belki...” hayâliyle bütün
Cism-i bî-tâbını bezi etmiş idi:
::::::— Bak her gün,
Her zaman ben şeninim, hep sana münkâdım ben.
Lâkin artık yetişir; aşk, o benim menfûrum,
O benim zehr-i hayâtım... bana hep sevmekten
Bahs ederler, bunu artık çekemem, mazûrum!
Diye hem aşkını ithâm ederek, hem nevmîd
Bir verem hastası hâlinde müselsel ve medîd
İstikalarla berâber yine ondan ebedî
Bir şifâ bekleyerek, kaç gecedir pür nefret
Bir telezzüz, acı bir zevk ile eğlenmişti.
Şimdi artık bu maişette büyük bir zillet.
Bir sefâlet görüyor; ağlayabilmek, heyhat
Çoktan olmuş ona bigâne bu mat’ûn-ı hayât.
— Ağlasam, âh azıcık ağlayabilsem, ömrüm
Bütün âlâm ile, ekdâr ile geçsin, aramam.
Ağlasam, belki biraz yağsa o rahmet, görürüm
Şu bulutlarla sönen günde açık bir akşam.
Fakat efsûs...
::::::Evet, efsûs ki bî-çâre, senin
Ebediyyen kalacak böyle mülevves bedenin,
Ebediyyen kalacak böyle mülevves ruhun.
— Ağlamak, hiç o saâdet bana kısmet mi olur?
Ben ki bâzîçesiyim her emel-i mekruhun
Bana ölmek yaraşır, başka saâdet mi olur?
Âh ben, ben ki henüz gönce iken solmuş gül
Gibiyim, böyle mülevves, bana ölmek bile zül!
<center>🙝🙟</center>
Tâ çocuklukta penâh ettiği âguuş-ı vefâ
— Doymadan germî-yi nûşînine bî-çâre sabi
Ebediyyen soğuyup, en acı, en rûh-gezâ
Bir maişet onu vely etti.. Bu bir hayye gibi
Çocuğun mâil-i ulviyyet olan tıynetini
Sanki tesmîm ederek, cevher-i sâfiyyetini
Bir kömür hâline koymuş, ona artık yaşamak
Bir felâket gibi olmuştu; reh-i âmâli
Bu soğuk terbiyenin karları altında uzak,
Pek uzak, hem bütün âsâr-ı şereften hâli
Bir beyâbâna açılmakta idi; belki yarın
Bir güzel göz, iki dikkatli nazar, bir dalgın
Vaz’-ı giryân-ı garîbâne kızın bâkir ü tâm
Ne kadar duygusu kaldıyse tutup mahv edecek;
Sonra bîçâre kadın - dul, beceriksiz, bed-nâm,
Bir çürük meyve kadar hâr ü mülevves, bitecek...
İşte Nesrin daha bir gonce-yi nev-hande iken
Geçti, makhûr-ı kazâ, hep bu dikenliklerden.
Şimdi artık yaşamaktan bile nefret duyuyor;
Şimdi artık bütün âmâlini tahlil etsek
Bir yudum zehr olacak; bir acı vahşet duyuyor
En sefâ bulduğu, en sevdiği âlemlerden...
<center>🙝🙟</center>
Bir sabâh, evde bütün bir şeb-i tâkat-şikenin
Taab-i nekbeti altında ezilmiş, gam-kîn,
Otururken, kapıdan örtülü, dil-ber bir kız
Korkarak girdi:
::::::— Hanım, ben hamarat bir çocuğum;
Validem öldü; babam yok; bana bir vicdansız
Para teklîf ediyor... ben size kurbân olurum,
Beni redd etmeyiniz, saklayınız., hizmetten
Hiç yorulmam., beni tahlîs ediniz zilletten...
— Oof hâin!..
::::::Bu teheyyüc, bu temennî, bu sıcak
Yaşlar altında vakûrâne yanan vech-i güzîn
Kadının rûhuna bir aks-i teselli saçarak
Gözlerinden iki yaş düştü... o akşam Nesrin
Yeni bir âşıkı redd eyledi; bir leyl-i huzur
Çekti mâzîsine bir sütre-i nisyân, pür nûr.</poem>}}
[[Kategori:Rübâb-ı Şikeste|05]]
c9796azdg0mir9161qjemwm1yqphmur
Saat
0
21323
151652
142352
2022-08-11T13:15:43Z
Kwamikagami
19579
wikitext
text/x-wiki
{{eser başlığı
| önceki =
| sonraki =
| başlık =Saat
| bölüm =
| eser sahibi =Ali Ekrem Bolayır
| eser sahibi2=
| çevirmen =
| notlar =Çevrimiçi kaynak: [http://edebice.net/index.php?option=com_content&view=article&id=1113:saat&catid=118&Itemid=214 edebice.net]
}}
<poem>Tık tık tık tık... saatim vuruyor.
Her vurdukça yüreğim duruyor:
Yâ kırılırsa kim alır yerine?
Bin iğne batıp güzel ellerine
Annem bunu üç yılda kazandı,
Bunu almazsa ölürüm sandı!
O kadar hevesim vardı... Tık tık!
Oh! Annemi hiç üzmem artık:
Dikişimi dikerim, biçkimi biçerim,
Resmimi yaparım, ilâcımı içerim.
Köy kızlarına müjdeler olsun,
Altun saatim var benim, altun!
Hah hah hah hah!.. Kıskanacaklar,
Bunu bir iğreti mal sanacaklar.
Kıskansınlar annem aldı.
Alacak bir de bilezik kaldı...
Yok isteyemem anneciğimden:
O kadar arsız köylü müyüm ben?
Saatim yetişir, parlak saatim,
Mini mini, süslü, şakrak saatim!
Tık tık tık tık.. Ne güzel de sedâ,
Her vuruşunda bir başka edâ!
Gel koynuma gel, yavrucuğum sen.
Çok ayrıldım artık senden;
Sensiz yüreğim vuramaz böyle,
Gel gel de ona sözler söyle.
Dostum, meleğim, güzelim sensin,
Dünyâda benim emelim sensin;
- Azıcık işten nefes aldıkça,
Gündüzleri işsiz kaldıkça –
Kapağını açarım bakarım yüzüme,
Camını silerim sürerim gözüme.
Geceleri asla ayrılamam ben
Bülbül gibi şakrak saatimden.
Her uyandıkça sapını kurarım,
Kulağıma tutarım, derdini sorarım.
Yastığımın altından öter de
Uyanır benden önce seherde.
Yok başka benim gönlüm için yâr,
Bir anneciğim, bir saatim var...
:🙝🙟
Zavallı kız gülerek böyle beş, altı sene
Bütün o saate vakf eyledi saâdetini.
Fakat ecel erişince fakîr annesine,
Cenâze defni için gitti sattı saatini!</poem>
[[Kategori:Ali Ekrem Bolayır şiirleri]]
dc9nk5p23a30ef3nynt9xsekaqguefk
Vikikaynak:Değişiklik sayılarına göre kullanıcılar listesi
4
26348
151685
151632
2022-08-11T21:40:11Z
YBot
13050
Güncelleme
wikitext
text/x-wiki
{{/begin}}
<center>
{| class="wikitable"
! #
! Kullanıcı
! Değişiklik sayısı
! Kullanıcı grupları
|-
| 1
| [[Kullanıcı:Satirdan kahraman|Satirdan kahraman]]
| align="center" | 29.512
| hizmetli
|-
| 2
| [[Kullanıcı:Justinianus|Justinianus]]
| align="center" | 8.994
| hizmetli
|-
| 3
| [[Kullanıcı:Nosferatü|Nosferatü]]
| align="center" | 6.939
|
|-
| 4
| [[Kullanıcı:Kibele|Kibele]]
| align="center" | 6.335
|
|-
| 5
| [[Kullanıcı:Samizambak|Samizambak]]
| align="center" | 4.193
|
|-
| 6
| [[Kullanıcı:Seksen iki yüz kırk beş|Seksen iki yüz kırk beş]]
| align="center" | 2.936
|
|-
| 7
| [[Kullanıcı:𐰇𐱅𐰚𐰤|𐰇𐱅𐰚𐰤]]
| align="center" | 2.791
|
|-
| 8
| [[Kullanıcı:Iskenderbalas|Iskenderbalas]]
| align="center" | 2.670
|
|-
| 9
| [[Kullanıcı:Egemensen|Egemensen]]
| align="center" | 2.553
|
|-
| 10
| [[Kullanıcı:YBot|YBot]]
| align="center" | 2.322
|
|-
| 11
| [[Kullanıcı:Vikiolog|Vikiolog]]
| align="center" | 2.270
|
|-
| 12
| [[Kullanıcı:Absar|Absar]]
| align="center" | 1.838
|
|-
| 13
| [[Kullanıcı:Suelnur|Suelnur]]
| align="center" | 1.737
|
|-
| 14
| [[Kullanıcı:Selahattin ilhan|Selahattin ilhan]]
| align="center" | 1.480
|
|-
| 15
| [[Kullanıcı:Ahmet Turhan|Ahmet Turhan]]
| align="center" | 1.353
|
|-
| 16
| [[Kullanıcı:Kutsalyolcusu|Kutsalyolcusu]]
| align="center" | 1.278
|
|-
| 17
| [[Kullanıcı:Pinar|Pinar]]
| align="center" | 1.034
|
|-
| 18
| [[Kullanıcı:Kurmanbek|Kurmanbek]]
| align="center" | 973
|
|-
| 19
| [[Kullanıcı:Felecita|Felecita]]
| align="center" | 940
|
|-
| 20
| [[Kullanıcı:Tarih|Tarih]]
| align="center" | 929
|
|-
| 21
| [[Kullanıcı:Elvorix|Elvorix]]
| align="center" | 857
|
|-
| 22
| [[Kullanıcı:Sabri76|Sabri76]]
| align="center" | 765
|
|-
| 23
| [[Kullanıcı:Maderibeyza|Maderibeyza]]
| align="center" | 758
|
|-
| 24
| [[Kullanıcı:3210|3210]]
| align="center" | 721
|
|-
| 25
| [[Kullanıcı:Aybeg|Aybeg]]
| align="center" | 580
|
|-
| 26
| [[Kullanıcı:Osmanlı98|Osmanlı98]]
| align="center" | 564
|
|-
| 27
| [[Kullanıcı:Srhat|Srhat]]
| align="center" | 553
|
|-
| 28
| [[Kullanıcı:Mereyü|Mereyü]]
| align="center" | 525
|
|-
| 29
| [[Kullanıcı:ToprakM|ToprakM]]
| align="center" | 513
| arayüz yöneticisi
|-
| 30
| [[Kullanıcı:Yeni hesap|Yeni hesap]]
| align="center" | 482
|
|-
| 31
| [[Kullanıcı:Oğuzhan|Oğuzhan]]
| align="center" | 478
|
|-
| 32
| [[Kullanıcı:Etrüsk~trwikisource|Etrüsk~trwikisource]]
| align="center" | 437
|
|-
| 33
| [[Kullanıcı:Fuzûlî~trwikisource|Fuzûlî~trwikisource]]
| align="center" | 427
|
|-
| 34
| [[Kullanıcı:Bizim Kafkasya|Bizim Kafkasya]]
| align="center" | 427
|
|-
| 35
| [[Kullanıcı:Rateslines~trwikisource|Rateslines~trwikisource]]
| align="center" | 418
|
|-
| 36
| [[Kullanıcı:Hasan Sami|Hasan Sami]]
| align="center" | 407
|
|-
| 37
| [[Kullanıcı:Dr.Suskun|Dr.Suskun]]
| align="center" | 400
|
|-
| 38
| [[Kullanıcı:Pinarsan83|Pinarsan83]]
| align="center" | 384
|
|-
| 39
| [[Kullanıcı:Pathoschild|Pathoschild]]
| align="center" | 381
|
|-
| 40
| [[Kullanıcı:CandalBot|CandalBot]]
| align="center" | 339
|
|-
| 41
| [[Kullanıcı:Reality006|Reality006]]
| align="center" | 338
|
|-
| 42
| [[Kullanıcı:Aksoy61|Aksoy61]]
| align="center" | 327
|
|-
| 43
| [[Kullanıcı:Vito Genovese|Vito Genovese]]
| align="center" | 317
|
|-
| 44
| [[Kullanıcı:Homonihilis|Homonihilis]]
| align="center" | 306
|
|-
| 45
| [[Kullanıcı:Cekli829|Cekli829]]
| align="center" | 301
|
|-
| 46
| [[Kullanıcı:Magurale|Magurale]]
| align="center" | 295
|
|-
| 47
| [[Kullanıcı:Ömer faruk çakmak|Ömer faruk çakmak]]
| align="center" | 283
|
|-
| 48
| [[Kullanıcı:Uncitoyen|Uncitoyen]]
| align="center" | 273
|
|-
| 49
| [[Kullanıcı:Mustafahoca|Mustafahoca]]
| align="center" | 252
|
|-
| 50
| [[Kullanıcı:Evrifaessa|Evrifaessa]]
| align="center" | 246
|
|-
| 51
| [[Kullanıcı:Mustafa MVC|Mustafa MVC]]
| align="center" | 244
|
|-
| 52
| [[Kullanıcı:Ali Karacan~trwikisource|Ali Karacan~trwikisource]]
| align="center" | 240
|
|-
| 53
| [[Kullanıcı:Oğuz256~trwikisource|Oğuz256~trwikisource]]
| align="center" | 236
|
|-
| 54
| [[Kullanıcı:Koraman~trwikisource|Koraman~trwikisource]]
| align="center" | 224
|
|-
| 55
| [[Kullanıcı:Takabeg|Takabeg]]
| align="center" | 221
|
|-
| 56
| [[Kullanıcı:Demirci74|Demirci74]]
| align="center" | 218
|
|-
| 57
| [[Kullanıcı:Gökhan~trwikisource|Gökhan~trwikisource]]
| align="center" | 215
|
|-
| 58
| [[Kullanıcı:Zohak|Zohak]]
| align="center" | 206
|
|-
| 59
| [[Kullanıcı:Gülşah|Gülşah]]
| align="center" | 192
|
|-
| 60
| [[Kullanıcı:Ugur Basak|Ugur Basak]]
| align="center" | 191
|
|-
| 61
| [[Kullanıcı:NKOzi|NKOzi]]
| align="center" | 187
|
|-
| 62
| [[Kullanıcı:Meryem Yazıcı|Meryem Yazıcı]]
| align="center" | 185
|
|-
| 63
| [[Kullanıcı:Harosman|Harosman]]
| align="center" | 185
|
|-
| 64
| [[Kullanıcı:Saltinbas|Saltinbas]]
| align="center" | 183
|
|-
| 65
| [[Kullanıcı:Alikıroğlu6163|Alikıroğlu6163]]
| align="center" | 183
|
|-
| 66
| [[Kullanıcı:Khodemhuck|Khodemhuck]]
| align="center" | 182
|
|-
| 67
| [[Kullanıcı:Samsen|Samsen]]
| align="center" | 176
|
|-
| 68
| [[Kullanıcı:Noyder~trwikisource|Noyder~trwikisource]]
| align="center" | 174
|
|-
| 69
| [[Kullanıcı:Mezireli61|Mezireli61]]
| align="center" | 172
|
|-
| 70
| [[Kullanıcı:Ahmetaslan~trwikisource|Ahmetaslan~trwikisource]]
| align="center" | 172
|
|-
| 71
| [[Kullanıcı:İsmetaydin~trwikisource|İsmetaydin~trwikisource]]
| align="center" | 168
|
|-
| 72
| [[Kullanıcı:Viki|Viki]]
| align="center" | 166
|
|-
| 73
| [[Kullanıcı:Kuzeyli Adam|Kuzeyli Adam]]
| align="center" | 163
|
|-
| 74
| [[Kullanıcı:Alikıroğlu|Alikıroğlu]]
| align="center" | 161
|
|-
| 75
| [[Kullanıcı:HakanIST|HakanIST]]
| align="center" | 154
|
|-
| 76
| [[Kullanıcı:Hazan|Hazan]]
| align="center" | 137
|
|-
| 77
| [[Kullanıcı:Can|Can]]
| align="center" | 137
|
|-
| 78
| [[Kullanıcı:Victor Trevor|Victor Trevor]]
| align="center" | 131
|
|-
| 79
| [[Kullanıcı:AhmetÇavuş|AhmetÇavuş]]
| align="center" | 121
|
|-
| 80
| [[Kullanıcı:Recep64|Recep64]]
| align="center" | 117
|
|-
| 81
| [[Kullanıcı:タチコマ robot|タチコマ robot]]
| align="center" | 111
|
|-
| 82
| [[Kullanıcı:Araz Yaquboglu|Araz Yaquboglu]]
| align="center" | 109
|
|-
| 83
| [[Kullanıcı:Vagobot|Vagobot]]
| align="center" | 106
|
|-
| 84
| [[Kullanıcı:Kuzey 75|Kuzey 75]]
| align="center" | 103
|
|-
| 85
| [[Kullanıcı:Oyhan Hasan Bıldırki|Oyhan Hasan Bıldırki]]
| align="center" | 102
|
|-
| 86
| [[Kullanıcı:Neslihan Bilgili|Neslihan Bilgili]]
| align="center" | 101
|
|-
| 87
| [[Kullanıcı:SessizZurna|SessizZurna]]
| align="center" | 99
|
|-
| 88
| [[Kullanıcı:Vikiyazar|Vikiyazar]]
| align="center" | 96
|
|-
| 89
| [[Kullanıcı:Kübra uzuntaş|Kübra uzuntaş]]
| align="center" | 95
|
|-
| 90
| [[Kullanıcı:Rornaof|Rornaof]]
| align="center" | 92
|
|-
| 91
| [[Kullanıcı:Özlem malkoç|Özlem malkoç]]
| align="center" | 90
|
|-
| 92
| [[Kullanıcı:Burak Kara|Burak Kara]]
| align="center" | 85
|
|-
| 93
| [[Kullanıcı:Alpfa|Alpfa]]
| align="center" | 77
|
|-
| 94
| [[Kullanıcı:Dilekisildar|Dilekisildar]]
| align="center" | 76
|
|-
| 95
| [[Kullanıcı:EVula|EVula]]
| align="center" | 76
|
|-
| 96
| [[Kullanıcı:Enba24|Enba24]]
| align="center" | 76
|
|-
| 97
| [[Kullanıcı:Derya sancak|Derya sancak]]
| align="center" | 75
|
|-
| 98
| [[Kullanıcı:Batıkan Bildim|Batıkan Bildim]]
| align="center" | 75
|
|-
| 99
| [[Kullanıcı:Kwamikagami|Kwamikagami]]
| align="center" | 74
|
|-
| 100
| [[Kullanıcı:Ozgur61|Ozgur61]]
| align="center" | 73
|
|}
</center>
5fhhahtd4hdderns3cjwcvaxh6wv20w