Vikikaynak trwikisource https://tr.wikisource.org/wiki/Anasayfa MediaWiki 1.39.0-wmf.23 first-letter Ortam Özel Tartışma Kullanıcı Kullanıcı mesaj Vikikaynak Vikikaynak tartışma Dosya Dosya tartışma MediaWiki MediaWiki tartışma Şablon Şablon tartışma Yardım Yardım tartışma Kategori Kategori tartışma Kişi Kişi tartışma Portal Portal tartışma Sayfa Sayfa tartışma Dizin Dizin tartışma TimedText TimedText talk Modül Modül tartışma Gadget Gadget talk Gadget definition Gadget definition talk Davulcu manileri 0 120 151634 138454 2022-08-11T05:16:36Z Kwamikagami 19579 wikitext text/x-wiki {{Eser başlığı | önceki = [[Mani]]ler | sonraki = | başlık = Davulcu manileri | bölüm = | eser sahibi = | notlar = }} <div align="center"> Davulumun ipi kaytan, <br> Kalmadı sırtıma mintan,<br> Verin ağalar bahşişimi,<br> Alayım sırtıma mintan <center>🙝🙟</center> Ne uyursun ne uyursun,<br> Bu uykudan ne bulursun,<br> Al abdesti kıl namazı<br> Cenneti alayı bulursun. <center>🙝🙟</center> Halayıklar halayıklar<br> Ocak başında uyuklar<br> Davulumun sesini duyunca<br> Pirincin taşını ayıklar. <center>🙝🙟</center> Yeni cami direk ister<br> Bunu söylemeye yürek ister<br> Benim karnım toktur ama<br> Arkadaşım börek ister. {{eser son|kaynak=Anonim|telif={{Anonim eser}}}} [[Kategori:Türüne göre maniler]] 1xboy2siatu81n08a9cafvjhw1wkllm Pembe İncili Kaftan 0 7005 151635 148510 2022-08-11T05:17:29Z Kwamikagami 19579 wikitext text/x-wiki {{eser başlığı | önceki = | sonraki = | başlık = Pembe İncili Kaftan | bölüm = | eser sahibi = Ömer Seyfettin | notlar = İlk yayım: ''Yeni Mecmua'', 1 Kasım 1917, sene 1, sayı 17 }} Büyük kubbeli serin Dîvan, bugün daha sakin, daha gölgeliydi. Pencerelerinden süzülen mavi, mor, sincâbî bahar ziyaları, çinilerinin yeşil derinliklerinde birikiyor, koyulaşıyordu. Yüksek ipek şiltelere diz çökmüş yorgun vezirler, önlerindeki halının renkli nakışlarına bakıyorlar, uzun beyaz sakalını zayıf eliyle tutan ihtiyar sadrazamın sönük gözleri, gayet uzak, gayet karanlık şeyler düşünüyor gibi, mevcud olmayan noktalara dalıyordu. :&mdash; Cesur bir adam lazım, paşalar, dedi. Biz onun sırmalara, altınlara, elmaslara garkederek gönderdiği elçisine, padişahımızın elini öptürmedik; ancak dizini öpmesine müsaade ettik. Şüphesiz o da muk&acirc;bele etmeye kalkacak. :&mdash; Şüphesiz. :&mdash; Hiç şüphesiz. :&mdash; Mutlaka... Kubbealtı vezirlerinin tamamıyla kendi fikrinde olduğunu anlayan sadrazam düşündüğünü daha açık söyledi: :&mdash; O halde bizden elçi gidecek adamın çok cesur olması lazım! Öyle bir adam ki, ölümden korkmasın. Devletin şanına dokunacak hareketlere karşı koysun. Ölüm korkusu ile, uğrayacağı hakaretlere boyun eğmesin... :&mdash; Evet! :&mdash; Hay hay. :&mdash; Çok doğru... Sadrazam, sakalından çektiği elini dizine dayadı. Doğruldu. Başını kaldırdı. Parlak tuğları ürperen vezirlere ayrı ayrı baktı. :&mdash; Haydi öyleyse... Bir cesur adam bulun, dedi. H&acirc;ceg&acirc;n'dan, Enderun'dan, D&icirc;van'dan benim aklıma böyle gözü pek bir adam gelmiyor. Siz de düşünün bakalım. :&mdash; ..... Kaldım... :&mdash; ..... :&mdash; ..... :&mdash; ..... Sofu, sulhperver, sakin padişahın koca devletine sessiz, küçük bir dimağ olan Dîvan düşünmeye başladı. <center>🙝🙟</center> Bu elçi, yedi sene sonra takdirin "Yavuz" namındaki yaman sillesiyle her gururunun, her cinayetinin cezasını bir anda gören İsmail Safevi'ye gönderilecekti! Şehzadeliğini ata binmekten, cirit oynamaktan, silah kullanmaktan ziyade, kitapla geçiren Bayezid-i Veli'nin tabiatı son derece halimdi. Yalnız şiiri, hikmeti, tassavvufu sever; muharebeden, mücadeleden nefret ederdi. Vezirler, sevgili padişahlarının sükûnunu bozmamayı en büyük vazifeleri sanırlardı. Bununla beraber hudutlarda yine kavganın arkası alınamıyordu. Bosna, Eflak, Karaman, Belgrad, Transilvanya, Hırvatistan, Venedik seferleri birbirini takip ediyor; Modon, Koron, Zonkiyo, Santamavro fetholunuyordu. Sanki İstanbul Fâtihi'nin azmiyle dehası -tahta geçer geçmez babasının heykelini "gölgesi yere düşüyor" diye kırdırıp sevaba girmeye kalkan- zâhit<ref>dindar</ref> halefinin zamanında da sönmüyor; sönmez bir alev, ezeli bir ruh gibi yaşıyordu. Rahat istendikçe, gaile<ref>der, sııntılı iş</ref> gaile üstüne çıkıyordu. Hele şark... Kan içinde, ateş, zulüm içinde kıvranıyordu. Yıkılan, sönen Akkoyunlu hanedanının enkazı üstünde Şah İsmail serseri bir saltanat kurmuştu. Geçtiği yerlerde dikili ağaç bırakmayan, babasıyla büyük babası Cüneyd'in intikamını aldığı için delice bir gurura kapılan bu kudurmuş Şah, akla gelmedik canavarlarla sağına, soluna saldırıyordu. Kendine iltica eden tarafları bile çağırdığı ziyafette, yemekmiş gibi, kaynattırdığı büyük kazanlara atıp söğüş yapan, mağlup ettiği Özbek padişahının kafatasıyla şarap içen bu gaddar Şah, dünyada hakikaten eşi görülmemiş bir zalimdi. Bayezid Dîvanı'nın edib, sakin, haluk, dindar vezirleri, onun vahşetlerini hatırlamaya tahammül edemezlerdi. Bu zalim, bir gün mutlaka bizim hududumuza da tecavüz edecek, şark eyaletlerini zapta kalkacaktı. Bunu herkes biliyordu. Geçen yıl Zülkadriye hâkimi Alâüddevle'den nikâhla kızını istemişti. Alâüddevle kızını vermedi. İsmail, uğradığı bu red hakaretinden hiddetlendi; intikam için padişahın toprağından geçti. Müdafaasız Zülkadriye arazisine girdi, Diyarbekir, Harput kalelerini aldı. Sarp bir dağa kaçan Alâüddevle'nin oğlu ile iki torunu eline esir düştü. Şah İsmail, bu zavallıları ateşte kızartıp kebap ettirdi. Etlerini kuzu gibi yedi. Böyle bir vahşet şarkta yeni duyuluyordu. Cenk istemeyen padişah, Ankara'ya, Yahya Paşa kumandasında bir ordu göndermekten başka bir şey yapmadı. Bu şah, zalim olduğu kadar da kurnazdı. Osmanlı toprağına geçtiği için özür diliyor, birbiri arkasına elçiler gönderiyordu. O vakit Trabzon valisi bulunan Şehzade Yavuz, babası gibi sabredememiş, Tebriz hududunu geçmiş; Bayburd'a, Erzincan'a kadar her tarafı talan etmiş, hatta Şah'ın kardeşi İbrahim'i esir almıştı. İsmail'in elçisi şimdi bu tecavüzden de şikayet ediyor; Osmanlı toprağına son akınlarının, padişahın devletine karşı değil, sırf Alâüddevle aleyhine olduğunu tekrarlıyordu. İşte Dîvan'da bu kurnaz, bu zalim, gaddar türediye gönderilecek münasip bir elçi bulunamıyordu; çünkü kendini Osmanlı hakanıyla bir tutan, hatta bütün şarkta cihangirlik kuran bu serseri, karşısında devleti temsil edecek adama karşı şüphesiz birçok münasebetsizlikler edecek; münasebetsizliklerine mükâbele edeni ihtimal kazığa vuracak, derisini yüzecek, akla gelmedik kaba bir vahşetle öldürecekti. Sadrazamın sağındaki, deminden beri, bir mezar taşı gibi hareketsiz duran, kırmızı tuğlu kavuk yerinden oynadı. Yavaş yavaş sola döndü: :&mdash; Ben tam bu elçiliğe münasip bir adam biliyorum, dedi. Babası benim yoldaşımdı, ama devlet memuriyeti kabul etmez. :&mdash; Kim? :&mdash; Muhsin Çelebi. Sadrazam bu adamı tanımıyordu. Sordu: :&mdash; Burada mı oturuyor? :&mdash; Evet :&mdash; Ne iş yapıyor? :&mdash; Biraz zengindir. Vaktini okumakla geçirir. Tanımazsınız efendim. Hiç büyüklerle ülfet etmez. İkb&acirc;l istemez. :&mdash; Neye? :&mdash; Bilmem ama, belki "zev&acirc;li var" diye. :&mdash; Tuhaf... :&mdash; Fakat çok cesurdur. Doğrudan ayrılmaz. Ölümden çekinmez. Birçok defa gaza etmiştir. Yüzünde kılıç yaraları vardır. :&mdash; Bize elçi olmaz mı? :&mdash; Bilmem. :&mdash; Bir kere kendisini görsek... :&mdash; Bilmem, çağırınca ayağınıza gelir mi? :&mdash; Nasıl gelmez? :&mdash; Gelmez işte... Dünyaya minneti yoktur. Şahla ged&acirc;<ref>dilenci, fakir</ref> nazarında birdir. :&mdash; Devletini sevmez mi? :&mdash; Sever sanırım. :&mdash; O halde biz de kendimiz için değil, devletine hizmet için çağırırız. :&mdash; Tecrübe buyurun efendim. :..... Sadrazam, o akşam kethüdâ<ref>kahya</ref> sını Muhsin Çelebi'nin Üsküdar'daki evine gönderdi. Devlete, millete dair bir maslahat için kendisiyle konuşacağını, yarın mutlaka tereddüt etmeyip gelmesini yazıyordu. <center>🙝🙟</center> Sabah namazından sonra sarayının selamlığında, Hint kumaşından ağır perdeli küçük, loş bir odada kâtibinin bıraktığı kağıtları okurken, sadrazama, Muhsin Çelebi'nin geldiğini haber verdiler. :&mdash; Getirin buraya, dedi. İki dakika geçmeden odanın sedef kakmalı ceviz kapısından pala bıyıklı, iri, levent, şen bir adam girdi. İnce siyah kaşlarının altında iri gözleri parlıyordu. Belindeki silahlık boştu. Bütün kullarının tekâpû<ref>dalkavukluk</ref> suna, secdesine alışan sadrazam, bir an, eteğine kapanılmasını bekledi. Oturduğu mor çuha kaplı sedirin daima öpülen ağır sırma saçağındaki yumağı, altından, içi boş küçük bir kafa gibi şaşkın duruyordu. Sadrazam söyleyecek bir şey bulamadı. Böyle göğsü ileride kabarık, başı yukarı kalkık bir adamı ömründe ilk defa görüyordu. Kubbe vezirleri bile huzurunda iki büklüm dururlardı. Muhsin Çelebi, gayet tabii bir sesle sordu: :&mdash; Beni istetmişsiniz, ne söyleyeceksiniz efendim? :&mdash; Şey... :&mdash; Buyrunuz efendim. :&mdash; Buyur oğlum, şöyle bir otur da... Muhsin Çelebi, çekinmeden, sıkılmadan, ezilip büzülmeden, gayet tabii bir hareketle kendine gösterilen şilteye oturdu. Sadrazam hâlâ ellerinde tuttuğu kıvrık kağıtlara bakarak içinden: "Ne biçim adam? Acaba deli mi?" diyordu. Halbuki... Hayır. Bu çelebi gayet akıllı bir insandı! Merde, namerde muhtaç olmayacak kadar bir serveti vardı. Çamlıca ormanının arkasındaki büyük mandıra ile büyük çiftliğini işletir, namusuyla yaşar, kimseye eyvallah etmezdi. Fukaraya, zayıflara, gariplere bakar; sofrasında hiç misafir eksik olmazdı. Dindardı. Ama mutaassıp değildi. Din, millet, padişah aşkını kalbinde duyanlardandı. Devletinin büyüklüğünü, kudsiliğini anlardı. Yegane mefkûre<ref>ülkü</ref> si: "Allah'tan başka kimseye secde etmemek, kula kul olmamak"tı... İlmi, kemali herkesçe malumdu. İbn-i Kemal ondan bahsederken "Beni okutur!" derdi. Şairdi. Lâkin ömründe daha bir kaside yazmamıştı. Hatta böyle methiyeleri okumazdı bile... Yaşı kırkı geçiyordu. Önünde açılan ikbal yollarından daha hiçbirine sapmamıştı. Bu altın kaldırımlı, mîna çiçekli, cenneti andıran nuranî yolların nihayetinde daima "kirli bir etek mihrabı" bulunduğunu bilirdi. İnsanlık onun nazarında çok yüksek, çok büyüktü. İnsan, arzın üzerinde Allah'ın bir halefiydi. Allah, insana kendi ahlakını vermek istemişti. İnsan, her mevcudun fevkinde idi. Kuyruğunu sallaya sallaya efendisinin pabuçlarını yalayan köpeğe tabasbus<ref>yaltaklanma</ref> pek yakışırdı; ama, insana... Muhsin Çelebi, her türlü zilleti hazmederek ikbal tepelerine iki büklüm tırmanan maskara harislerden, izzetinefissiz kölelerden, zâhifeler<ref>sürüngenler</ref> gibi yerlerde sürünen mülevves<ref>pis</ref> esirlerden nefret ederdi. Hatta bunları görmemek için merdümgiriz<ref>insandan kaçan</ref> olmuştu. Yalnız muharebe zamanları Guraba Bölüklerine kumandanlık için meydana çıkardı. Huzurda serbest, tabii oturuşu sadrazamı çok şaşırttı. Ama, kızdırmadı: :&mdash; Tebriz'e bir elçi göndermek istiyoruz. Tarafımızdan sen gider misin, oğlum? :&mdash; Ben mi? :&mdash; Evet. :&mdash; Ne münasebet? :&mdash; Aradığımız gibi bir adam bulamıyoruz da... :&mdash; Ben şimdiye kadar devlet mansıbına girmedim. :&mdash; Niçin girmedin? Muhsin Çelebi biraz durdu. Yutkundu. Gülümsedi: :&mdash; Çünkü ben boyun eğmem, el etek öpmem, dedi; halbuki zamanın devletlileri mevkilerine hep boyun eğip, el etek hatta ayak öpüp, bin türlü tabasbusla, riya ile, tek&acirc;pu ile çıktıklarından etraflarına daima hep bu zelil<ref>aşağılık</ref> mazilerinin çirkin hareketlerini tekrarlayanları toplarlar. Gözdeleri, nedimleri, himaye ettikleri, hep den&icirc;<ref>alçak</ref> riyakarlar, ahl&acirc;ksız müd&acirc;hinler, namussuz maskaralar, haysiyetsiz dalkavuklardır. Mert, doğru, izzetinefis sahibi, hür, vicdanının sesine kulak veren bir adam gördüler mi, hemen garez olur, mahvına çalışırlar. Gedik Ahmed Paşa niçin hançerlendi, paşam? :&mdash; .... Sadrazam yavaşça dişlerini sıktı. Gözlerini süzdü. Tuttuğu kağıdı buruşturdu. Hiddetlenemiyordu. Ama hiddetlendiği zamanlarda olduğu gibi yanaklarına bir titreme geldi. Vezirken değil, hatta daha beylerbeyi iken bile karşısında akranlarından kimse böyle dümdüz laf söyleyememişti. Tekrar "Acaba deli mi?" diye düşündü. Deli değilse... Bu ne küstahlıktı. Bu derece küstahlık, "nizamı &acirc;leme" muhalif değil miydi? Gözlerini daha beter süzdü. İçinden, "Şunun başını vurdursam..." dedi. Kapıcılara bağırmak için ağzını açacaktı. Ansızın vicdanının -neresi olduğu bilinmeyen bir yerinden gelen- derin sesini işitti: "İşte, sen de tabasbus, riya, tek&acirc;pu yollarından yükselenler gibi, serbest, düz, bir lafı çekemiyorsun! Sen de karşında mert bir insan değil, ayaklarını yalayan bir köpek, zilletinin altında iki kat olmuş bir maskara, bir rezil istiyorsun!" Süzgün gözlerini açtı. Avucunda sıktığı kağıdı yanına koydu. Tekrar Muhsin Çelebi'ye baktı. Ortasında geniş bir kılıç yarasının izi parlayan yüksek alnı...al yanakları...yeni tıraşlı beyaz, kalın boynu...biraz büyücek, eğri burnu...ince sarığı...tıpkı Şehnâme sahifelerinde görülen eski kahramanların resimlerine benziyordu. Evet, bu, alnında yarası görülen kılıcın yere düşüremediği canlı bir kahramandı. İnsaflı sadrazam, vicdanının ruhuna akseden sesini, gururunun karanlığı ile boğmadı. "Tam bizim aradığımız adam işte..." dedi. Bu kadar pervasız bir adam devletine, milletine yapılacak hakareti de çekemez, ölümden korkarak, göreceği hakaretlere eyvallah diyemezdi. Kavuğunu hafifçe salladı: :&mdash; Seni Tebriz'e elçi göndereceğiz. Muhsin Çelebi sordu: :&mdash; Katınızda bu kadar nişancılar, k&acirc;tipler, hocalar var. Niçin onlardan intih&acirc;b etmiyorsunuz? :&mdash; Sen, Şah İsmail denen habisin kim olduğunu biliyor musun? :&mdash; Biliyorum. :&mdash; Devletini seviyor musun? :&mdash; Seviyorum. Hakim sadrazam doğruldu. Arkasına dayandı: :&mdash; Pekâlâ öyleyse, dedi, bu habis "elçiye zeval yok" kaidesini kabul etmez. Bizimle rekabet davasındadır. Er meydanında hakkımızda yapamadıklarını bizim göndereceğimiz elçiye yapmak ister. İhtimal işkenceyle idam eder. Çünkü Allah'tan korkusu yoktur. Halbuki elçimize yapılacak hakaret devletimize demektir. Bize öyle bir adam lazım ki, hakaret görünce başından korkmasın... Bu hakareti aynıyla o habise iade etsin... Devletini seversen sen bu fedakarlığı kabul edeceksin! Muhsin Çelebi hiç düşünmedi: :&mdash; Ettim efendim, fakat bir şartla, dedi. :&mdash; Ne gibi? :&mdash; Mademki bu bir fedakarlıktır, fedakarlık ücretle olmaz. Hasb&icirc;<ref>karşılıksız</ref> olur. Devlete karşı ücretle yapılacak bir fedakarlık, ne olursa olsun, hakikatte şahsi bir kazançtan başka bir şey değildir. Ben maaş, mansıp, ücret filan istemem. Fahri olarak bu hizmeti görürüm. Şartım budur! :&mdash; Fakat oğlum, bu nasıl olur? Onun elçisi gayet ağır giyinmişti. Atları, hademeleri mükemmeldi. Bizim elçimizin atları, hademeleri, esvabı daha muhteşem, daha ağır olmak icap eder. Bunlar için mutlaka hazineden sana birkaç bin altın vereceğiz. Muhsin Çelebi döndü. Önüne baktı. Sonra başını kaldırdı: :&mdash; Hayır, dedi, hazineden bir pul almam. İcap eden muhteşem takımlı atları, süslü hademeleri ben kendi paramla düzeceğim. Hatta... :&mdash; ..... Sadrazam gözlerini açtı. :&mdash; ... Hatta sırtıma Şah İsmail'in ömründe görmediği ağır bir şey giyeceğim. :&mdash; Ne giyeceksin? :&mdash; Sırmakeş Toroğlu'ndaki, d&icirc;b&acirc;sı Hind'den, harcı Venedik'ten gelme "Pembe İncili Kaftan"ı alacağım. :&mdash; Ne... O kadar parayı nerede bulacaksın, oğlum? Sadrazamın şaşmaya hakkı vardı. Bir ay evvel tamamlanan, üzeri en nadir pembe incilerle işlemeli bu kaftanın namını İstanbul'da duymayan yoktu. Vezirler, elçiler, padişaha hediye etmek için Toroğlu'na müracaat ettikçe, o, fiyatını artırıyordu. Muhsin Çelebi, bu meşhur kaftanı nasıl alacağını anlattı: :&mdash; Çiftliğimle, mandıramı, evimi rehine vereceğim; tüccarlardan on bin altın borç toplayacağım. İki bin altın atlarla hademelere sarf edeceğim. Geriye kalan sekiz bin altına da bu kaftanı alacağım. Sadrazam bu hareketi makul bulmadı: :&mdash; Geldikten sonra bu kaftan senin işine yaramaz. Yalnız bir debdebe aletidir. Mallarını elinden çıkaracaksın. Fakir düşeceksin. :&mdash; Hayır. Sekiz bin altına alacağım kaftanı altı ay sonra Toroğlu benden yedi bin altına geri alır. Yedi bin altınla ben çiftliğimi rehinden kurtarırım. Geri kalan borçlarımı ödeyemezsem, varsın babamın yadigar bıraktığı mandıram devlete feda olsun... Devletten hep alınmaz ya... Biraz da verilir! :&mdash; ...... Muhsin Çelebi ile konuştukça sadrazamın hayreti büyüyordu. Kalbi rahatladı. İşte küstah, türedi bir hükümdara haddini bildirmek için gönderilecek tam bir adam bulunmuştu. Gülüyor, ağır kavuğunu sallıyordu. Dîvan'ın nazik, korkak, hesapçı çelebileri canlarıyla mallarını çok severlerdi. Bunlardan biri elçi gönderilse, devletinin haysiyetinden ziyade alacağı ihsanı düşünerek, hakkında revâ görülen her hakareti kabul edecekti. Sadrazam, Muhsin Çelebi'yi yemeğe de alıkoymak istedi. Muvaffak olamadı, giderken onu tâ sofaya kadar teşyi etti. <center>🙝🙟</center> ......Altı ay içinde Muhsin Çelebi büyük çiftliğini, mandırasını, evini, dükkânını, bahçesini, bostanını rehine koydu. Tüccarlardan para topladı. Atlarını, hademelerini düzdü. Bunların hepsi hakikaten emsali görülmedik derecede muhteşemdi. Dönüşte yedi bin liraya iade etmek şartıyla Toroğlu'ndan meşhur Pembe İncili Kaftan'ı da aldı. Genç karısıyla iki küçük çocuğunu akrabasından birinin evine bıraktı. Altı aylık nafakalarını ellerine verdi. Sonra padişahın nâmesini koynuna koyarak yola düzüldü. Konak konak ilerledikçe bu yeni elçinin debdebesi, dârâtı<ref>gösterişi</ref>, hele incili kaftanının şöhreti bütün Anadolu'dan geçerek Şah İsmail'in diyarına taşıyordu. Muhsin Çelebi bir gün Tebriz kalesine büyük bir ihtişamla girdi. Bu küçük pâyitahtın süse, dârâta, renge, ziynete meftun halkı, İstanbul elçisinin kaftanını görünce şaşırdılar. Şehir, saray, bütün encümenler kaftanın hikâyesiyle doldu. Şah İsmail "Pembe İnci"yi yalnız masallarda işitmiş, daha nasıl şey olduğunu görmemişti. Kendisinin daha görmediği şeye sahip olan bu zengin elçiye karşı nefsinde derin bir garez duydu. Onu hakareti altında ezmeye karar verdi. Huzuruna kabul etmezden evvel tahtının arkasına cellatlarını hazırlattı. Tahtın önündeki dib&acirc; şilteleri, ipek seccadeleri kaldırttı. Sağında vezirleri, solunda muharipleri duruyorlardı. ...Muhsin Çelebi, geniş somaki kemerli açık kapıdan serbest adımlarla girdi. Yürüdü. Başı her vakitki gibi yukarda, göğsü her vakitki gibi ileride idi. Koynundan çıkardığı n&acirc;me-i hüm&acirc;yununu öptü. Başına koydu. Sonra altın tahtın üstüne -allı, yeşilli, mavili, morlu, ipek yığınlarına sarılmış, sırmalarla, tuğlarla, sancaklarla bağlanmış gibi- garip bir yırtıcı kuş sük&ucirc;netiyle tüneyen Şah'a uzattı. Ayağı öpülmeyen Şah gazabından sapsarı kesildi. Gözlerinin beyazları kayboldu. N&acirc;meyi aldı. Muhsin Çelebi, tahtın önünden çekilince şöyle bir etrafına baktı. Oturacak bir şey yoktu. Gülümsedi. İçinden: "Beni mecburen ayakta, hürmet vaziyetinde tutmak istiyorlar galiba..." dedi. Bir an düşündü. Bu hakarete nasıl mukâbele etmeliydi? Hemen sırtından Pembe İncili Kaftan'ı çıkardı. Tahtın önüne, yere serdi. Şah İsmail, vezirleri, kumandanları aptallaşmışlar, hayretle bakıyorlardı. Sonra bu kıymettar kaftanın üzerine bağdaş kurdu. İnce dev, ejderha resimleri nakşolunmuş sivri kubbeyi, yaldızlı kemerleri çınlatan gür sadâsıyla: :&mdash; N&acirc;mesini verdiğim büyük padişahım, Oğuz Kara Han neslindendir! diye haykırdı, dünya yaratıldığından beri onun ecdadından kimse kul olmamıştır. Hepsi padişah, hepsi hakandır. Ecd&acirc;dı hilkatten itibaren hükümdar olan bir padişahın elçisi, hiçbir ecneb&icirc; padişah karşısında d&icirc;van durmaz. Çünkü kendi padişahı kadar dünyada asil bir padişah yoktur. Çünkü... Muhsin Çelebi, kaba Türkçe nutkunu bağırdıkça, fârisî bilmeyen Şah kızarıyor, sararıyor, morarıyor, elinde heyecandan açamadığı nâme, tir tir titriyordu. Tahtının arkasındaki cellatlar kılıçlarını çekmişlerdi. Muhsin Çelebi bağırdı, çağırdı. Mukarripler, vezirler, cellatlar, muharipler hükümdarlarının sabrına, tahmmülüne şaşıyorlardı. Hatta içlerinden birkaçı mırıldanmaya başladı. Muhsin Çelebi, sözünü bitirince müsaade filan istemedi, kalktı. Kapıya doğru yürüdü. Şah İsmail donmuş, taş kesilmişti. Çaldıran'da kırılacak gururu, bugün, bu tek Türk'ün ateş nazarları altında erimişti. Muhsin Çelebi dışarı çıkarken, kendi gibi hayretten donan nedimlerine: :&mdash; Şunun kaftanını veriniz, dedi. Muhariplerden biri koştu. Tahtın önünde serili kaftanı topladı. Türk elçisine yetişti: :&mdash; Buyurun. Kaftanınızı unutuyorsunuz. Muhsin Çelebi durdu, güldü. Çıktığı kapıya doğru dönerek Şah'ın işiteceği yüksek bir sesle: :&mdash; Hayır, unutmuyorum. Onu size bırakıyorum. Sarayınızda büyük bir padişah elçisini oturtacak seccadeniz şilteniz yok... Hem bir Türk yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz... Bunu bilmiyor musunuz? dedi. <center>🙝🙟</center> ...Geçtiği yollardan gece gündüz dörtnala döndü. Üsküdar'a girdiği zaman, Muhsin Çelebi'nin cebinde tek bir akçe kalmamıştı. Süslü hademelerine dedi ki: :&mdash; Evlatlarım! Bindiğiniz atları, haşa<ref>eyer örtüsü</ref> ları, takımları, üstünüzdeki esv&acirc;bları, belinizdeki murass&acirc;<ref>süslü</ref> hançerleri size bağışlıyorum. Bana hakkınızı helal ediyor musunuz? :&mdash; Ediyoruz. :&mdash; Ediyoruz. :&mdash; Anamızın ak sütü gibi. Cevabını alınca onları başından savdı. Geniş bir nefes aldı. Evine uğramadan, deniz kıyısına koştu. Bir kayığa atladı. Sadrazamın konağına gitti. Nâmeyi Şah'a verdiğini, hiçbir hakarete uğramadığını, Şah'ın müsaadesine tenezzül etmeden habersizce kalkıp İstanbul'a döndüğünü söyledi. Zaten Sadrazam, onun vazifesini hakkıyla îfâ edeceğinden son derece emindi. Yollara, derebeylerine, aşiretlere dair bazı şeyler sordu. Çelebi kalkıp çekileceği zaman: :&mdash; Ben satın almak istiyorum, oğlum, kaftanın burada mı? dedi. :&mdash; Hayır, getirmedim. :&mdash; Acemistan'da mı sattın? :&mdash; Hayır, satmadım. :&mdash; Çaldırdın mı? :&mdash; Hayır. :&mdash; Ya ne yaptın? :&mdash; Hiç! :&mdash; ....... Sadrazam ısrar etti, tekrar tekrar sordu. Kaftanın ne olduğunu bir türlü anlayamadı. Muhsin Çelebi, yaptığı ile iftihar edecek kadar küçük ruhlu değildi. O akşam Üsküdar'a döndü. Ertesi günü yedi bin altına geri almak için kendisini bulan Sırmakeş Toroğlu'na da kaftanı ne yaptığını söylemedi. Meraklı İstanbul'da, hiç kimse, meşhur Pembe İncili Kaftan'ın "nasıl, nerede, niçin" bırakıldığını öğrenemedi. Tebriz sarayındaki macera, tarihin karanlığına karıştı, sır oldu. Fakat eski zengin Muhsin Çelebi, bu kaftan için girdiği borçları verip çiftliğini, mandırasını, iradlarını rehinden kurtaramadı. Elçilikten yadigar kalan atı ile murassâ takımını satıp Kuzguncuk'ta minimini bir bahçe aldı. Onu ekip biçti. Çoluğunun çocuğunun ekmeğini çıkardı. Ölünceye kadar Üsküdar pazarında sebzevatçılık etti. Pek fakir, pek acı, pek mahrum bir hayat geçirdi. Ama yine ne kimseye boyun eğdi, ne de bütün servetini bir anda yere atmakla gösterdiği fedakarlığa dair gevezelikler yaparak boşu boşuna pohpohlandı! ==Dipnotlar== {{dipnot|4}} {{sayfa başı}} [[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]] h26harz7raqemh0nwd4ia9t7yevdayg Başını Vermeyen Şehit 0 7049 151636 140739 2022-08-11T05:17:55Z Kwamikagami 19579 wikitext text/x-wiki {{eser başlığı | önceki = | sonraki = | başlık = Başını Vermeyen Şehit | bölüm = | eser sahibi = Ömer Seyfettin | notlar = İlk yayım: ''Yeni Mecmua'', 22 Kasım 1917, sene 1, sayı 25 }} <div style=" text-align:right;"> <small>"...Hak budur ki, ol guzz&acirc;tın içinde<br>böyle gaziler olmasa. Zigetvar'a<br> bu kadar kurbi civarda, cev&acirc;nib-i<br> erbaa kafir hisarı iken, meks ve<br> &acirc;r&acirc;m, b&acirc;husus böyle cenge ikd&acirc;m<br>ne mümkün idi..." Peçevî, s.355</small> </div> Yarın arifeydi. Öbür günkü bayram için hazırlanan beyaz kurbanlar, küçük Grijgal palangasının etrafında otluyorlardı. Karşıda... Yarım mil ötede Toygun Paşa'nın son muhasarasından çılgın kışın hiddeti sayesinde kurtulan Zigetvar Kalesi, sönmüş bir yanardağ gibi, simsiyah duruyordu. Hava bozuktu. Ufku, küflü demir renginde, ağır bulut yığınları eziyor... Sürü sürü geçen kargalar tam hisarın üstünden uçarken sanki gizli bir kara haber götürüyorlarmış gibi, acı acı bağırıyorlardı. Palanga kapısının sağındaki beden siperinde sahipsiz bir gölge kadar sakin duran Kuru Kadı yavaşça kımıldadı; ikindiden beri rutubetli rüzgarın altında düşünüyor, uzakta, belirsiz sisler içinde süzülen kurşuni kulelere bakıyordu. Bunların hepsi Türklerin elindeydi. Yalnız şu Zigetvar... Yıkılmaz bir ölüm seddi halinde "Kızılelma" yolunu kapatıyordu. Sanki bu uğursuz kargalar hep onun mazgallarından taşıyor, anlaşılmaz bir lisanın çirkin küfürlerine benzeyen sesleriyle her tarafı gürültüye boğuyorlardı. Kuru Kadı içini çekti. Sonra "Ah..." dedi. İncecik, sinirli boynunun üstünde bir taş topuz gibi duran çıkık alınlı, iri kafasını salladı. Yeşil sarığını arkaya itti. Islak gözlerini ovuşturdu. Şimdiye kadar, asker olmadığı halde, her muharebeye girmişti. Birkaç bin yeniçeriyle dört beş topu olsa... Bir gece içinde şu kaleyi alıvermek işten bile değildi! Şimdi vâkıa müstakildi. Ne isterse yapabilirdi. Palanganın kumandanı Ahmed Bey, öteki boy beyleriyle beraber Toygun Paşa ordusuna katılıp Kapuşvar fethine gitmişti. Kapuşvar'dan sonra Zigetvar'ı saran ordu, kışın aman vermez zoruyla, zaptı yaza bırakarak Budin'e dönünce, o da askerleriyle tekrar palangasına gelmemiş, Toygun Paşa'nın yanında kalmıştı. Bugün Grijgal'den altı mil uzaktaydı. Palangaya yalnız Kuru Kadı karışıyordu; esmer, zayıf yüzünü buruşturdu: "Palanga, palanga...Amma topu tüfeği kaç kişi?" dedi. Bütün genç muharipleri, Ahmed Bey, beraberinde götürmüştü. Hisardakiler zayıflardan, bekçilerden, hastalardan, ihtiyar sipahilerden ibaretti. Hepsi yüz on üç kişiydi!!! Düşman, galiba öteki palangalardan çekiniyordu. Yoksa burasını bırakmaz, mutlaka almaya kalkardı. Biraz eğildi. İnce yosunlu, soğuk sipere dirseklerini dayadı. Aşağıya baktı. İki üç asker beyaz koyunların arasında dolaşıyordu. Bir tanesi karşısına geçtiği iri bir koçu, başına dokunarak kızdırıyor tos vurduruyordu. Öbürleri elleri silahlarında bu oyunu seyrediyordu. Bağırdı: :&mdash; Oynamayın şu hayvanla... :....... Askerler, başlarını tepelerinden gelen sese doğru kaldırdılar. Kuru Kadı'dan hepsi çekinirlerdi. Gayet sert, gayet titiz, gayet sinirli bir adamdı. Âdeta deli gibi bir şeydi. Sabahtan akşama kadar namaz kılar, zikreder, geceleri hiç uyumazdı. Daha yatıp uyuduğunu kalede gören yoktu. Vali Ahmed Bey ona "bizim yarasa" derdi. Zavallının "d&acirc;&ucirc;sseher" denilen hastalığını kerametine de yoranlar vardı. Tekrar bağırdı: :&mdash; Haydi, artık akşam oluyor, içeri alın onları. :....... Askerler koyunları toplamaya başladılar. Kuru Kadı'nın dirsekleri acıdı. Doğruldu. Tekrar Zigetvar'a baktı. Üst tarafındaki göl, kirli bakır bir levha gibi yeri kaplıyordu. Kargalar, havaya boşaltılmış bir çuval canlı kömür ellemeleri gibi karmakarışık geçiyorlar, sükûtu parçalayan keskin, sivri sesleriyle gaklıyorlardı. Kalbinde ağır bir elem duydu. "Hayırdır inşallah..." dedi. Canı o kadar sıkılıyordu ki... Elleri arkasında, başı önüne eğik, bastığı siyah kaplama taşlarına görmez bir dikkatle bakarak yavaş yavaş yürüdü. Derin bir karanlık kuyusunu andıran merdivenin dar basamaklarında kayboldu. <center>🙝🙟</center> ... Arife sabahı, herkes uyurken, o, her vakitki gibi yine uyanıktı! Mescit odasının önündeki taş yalakta, iki büklüm, abdestini tazeliyordu. Giden gece, daha gölgeden eteklerini toplayamamıştı. Bahçeye çıkan kapı kemerinde asılı kandil, sönük ziyasıyla, duvarları titretiyordu. :&mdash; Hey, çavuşbaşı... Hey!... :...... Elinden ibriği bıraktı. Kulak kabarttı. Bu, kuledeki nöbetçinin sesi idi. Kolları sıvalı, ayakları çıplak, başında takke, hemen yukarı koştu. Merdivende çavuşa rastgeldi. Onu itti. Yürüdü. Nöbetçinin yanına atıldı: :&mdash; Ne var? :&mdash; Kaleden düşman çıkıyor. :...... Erguvanî bir esmerlik içinde siyah bir kaya gibi duran Zigetvar'a baktı. Bu kayadan yine koyu, uzun bir karartı süzülüyor, palangaya doğru akıyordu. :&mdash; Bize geliyorlar!.. Dedi. Çavuşa döndü: :&mdash; Haydi, gazileri uyandır. Kurban bayramını bugünden yapacağız. Koş. Bana da çabuk topçuyu gönder. :..... Çavuş, bir eliyle bakır tolgasını tutarak, koştu. Merdivene daldı. Kuru Kadı, uzakta, kara yerin üstünde daha kara bir leke gibi yavaş yavaş ilerleyen düşman alayına dikkatle baktı. Gözlerini küçülttü, büyülttü. Önlerinde birkaç top da sürüklüyorlardı. Binden ziyadeydiler. Halbuki hisardaki gaziler? Kendisiyle beraber yüz on dört kişi... "Ama, yine haklarından geliriz!" dedi. Uyanan, yukarı koşuyordu. Hisar kapısının iyice bağlanmasını emretti. Sarığını, cübbesini, kılıcını, tüfeğini getirtti. İhtiyar topçu gelince, ona da, hemen "haber topları"nı atmasını söyledi. Bu bir &acirc;detti. Taarruza uğrayan bir palanga hemen "işaret topu" atarak etraftaki kuleleri imdadına çağırırdı. Biraz sonra düşman hisarın önünde, harp nizamına girmiş bulunuyordu. Toplar başsız, gür ejderha yavruları gibi siyah ağızlarını bedenlere çevirmişti. Türkçe bağırdılar: :&mdash; Size teklifimiz var. Elçimizi içeri alır mısınız? Kuru Kadı: :&mdash; Alırız. Gönderin, gelsin! Cevabını verdi. Bedenler, kalkanlı, tüfekli, oklu gazilerle dolmuştu. Palanganın ruhu, neşesi, keyfi olan iki arkadaş, bu esnada tuhaf tuhaf laflar söyleyip yine herkesi güldürüyordu. Bunların ikisine de "deli" derlerdi: Deli Mehmed, Deli Hüsrev... Serhat muharebelerinde, hayale sığmayacak yararlıklarıyla masal kahramanları gibi inanılmaz bir şöhret kazanan bu iki deli, hiçbir nizama, hiçbir kayda, hiçbir zapt ü rapta girmeyen, dünya şerefinde gözleri olmayan Anadolu dervişlerindendi. Her zaferden sonra kumandanları onlara rütbe, hilat<ref>kaftan</ref>, murassâ<ref>süslü, mücevherli</ref> kılıç gibi şeyler vermeye kalkınca, gülerler: "İstemeyiz f&acirc;ni vücuda kefen gerektir. Hilat n&acirc;dan<ref>cahil</ref> ları sevindirir..." derler, hak uğrundaki gayretlerine ücret, mükafat, şâbâş<ref>takdir</ref> kabul etmezlerdi. Harp onların bayramıydı. Tüfekler, oklar atılmaya, toplar gürlemeye, kılıçlar, kalkanlar şakırdamaya başladı mı, hemen coşarlar, kendilerinden geçerler; naralar savurarak düşman saflarına saldırırlar, alevli gözlerle takip edilemeyen birer canlı yıldırım olup tutuşurlardı. Kuru Kadı, onların herkesi güldüren münakaşalarını, saçma sapan sözlerini gülümseyerek dinlerken, elçiyi yanına getirdiler, iki deli de sustu. Herkes kulak kesildi. Bir elçi Türkçe biliyordu. Küstahça tekliflerini söyledi. Palangayı saran Zigetvar kumandanı Kıraçin'di. Yanında iki bine yakın muharibi vardı. Grijgal'in "Vire"<ref>bir kalenin müzakere ile teslimi</ref> ile verilmesini istiyordu. Ateşe, nura, haça, İncil'e, Zebur'a yemin ediyor; çıkıp giderken muhafızlara hiçbir ziyanı dokunmayacağına dair söz veriyordu. Kuru Kadı: :&mdash; Pek&acirc;l&acirc;!... Haydi git. Biz aramızda anlaşalım, kararımızı size öğleden sonra bildiririz! Diye elçiyi aşağı gönderip kapıdan attırdı. Sonra etrafındakilere döndü. Şöyle bir göz gezdirdi. Sırtının hafif kamburu içeri çekildi: :&mdash; İşittiniz ya, gaziler! dedi, Kıraçin haini bizim yüz on dört kişiden ibaret olduğumuzu anlamış... Üzerimize iki bin kişi ile geldi. Teklif ettiği "Vire"yi kabul etmek isteyenler varsa ellerini kaldırsın! :&mdash; ....... Kimsenin eli kalkmadı. :&mdash; Öyleyse hazır olalım. Haydi... Bir gürültüdür koptu: :&mdash; Hazırız.... :&mdash; Hepimiz, hepimiz... :&mdash; Hepimiz, hepimiz hazırız. :&mdash; Kılıçlarımız, kalkanlarımız yağlı. :&mdash; Oklarımız bağlı. :&mdash; Yatağanlarımız keskin... :&mdash; Bugün nusret<ref>zafer</ref> bizim. :&mdash; &Acirc;min, &acirc;min... :...... Kuru Kadı: :&mdash; Yarabbel&acirc;lem&icirc;n... Diye ellerini kaldırdı. Bir duaya başlayacaktı. Deli Mehmed yalın kılıç karşısına dikildi. Palabıyıklı, gök gözlü, geniş beyaz çehresi, yeni doğmuş bir ay gibi parlıyordu: :&mdash; Duayı bırak efendi, dedi, gaza duadan efdal<ref>daha üstün</ref> dir. Gel... Lütfet. Bize şu kapıyı aç. Kalbindeki korkuyu at. İşte hepimiz hazırız. Şu ayağımıza gelen gaza fırsatını kaçırmayalım. Kuru Kadı'nın elleri aşağı düştü. Deli Hüsrev de arkadaşının yanına sokulmuştu. Bütün gaziler bu iki delinin arkasına üşüştü. Sanki hepsi bir anda deli oldular... Hepsi bir ağızdan: :&mdash; Aç bize kapıyı, aç... Diye bağırmaya başladılar. Kuru Kadı'nın iri patlak gözleri yaşardı. Yüzü sapsarı oldu. Uzun siyah sakalı kımıldadı. İki deliyi bile titreten, bütün gazilerin saçlarını ürperten ilahî bir mersiye ahengi kadar müessir sesiyle haykırdı: :&mdash; Meydan erleri! Ey mertler! Padişahımız Süleyman Gazi aşkına şu sözümü dinleyiniz. Benim muradım sizi gazadan menetmek değildir. Bugün can, baş feda olsun... B&acirc;husus<ref>özellikle</ref> yarın kurban bayramı... Fakat bakınız maksadım ne? Bugün Cuma, hem de arife... Bugün hacılarımız Arafat'ta, diğer müminler camilerde bizim gibi gazilerin nusreti için dua etmekteler... Bunda şüphesi olan var mı? :&mdash; Hayır. :&mdash; Hayır, asla... :&mdash; Hayır. :&mdash; O halde münasip olan budur ki, biz de namazlarımızı eda edelim. Gözlerimizin yaşını dökelim. Dua edelim. Birbirimizle helalleşelim. Sonra gazaya girişelim. Kalanlarımız gazi, ölenlerimiz şehit olsun! Dünyada iyi nam ile anılalım. Ahirette Peygamberimizin alemi dibinde toplanalım... Ne dersiniz? :&mdash; Hay, hay. :&mdash; Muv&acirc;fık... :&mdash; Pek&acirc;l&acirc;! :.... Gazilerin hepsi buna razı oldu. Öğleye kadar durdular. Abdest aldılar, namaz kıldılar, tekbir çektiler, helalleştiler. Kıraçin'in askerleri sardıkları palangadan yükselen derin uğultuyu hep teklif ettikleri "Vire" münakaşasının gürültüsü sanıyorlardı. <center>🙝🙟</center> Ansızın, uzaktaki Türk kulelerinden atılan "işaret topları" işitildi. Bu, "Biz, dörtnala geliyoruz!" demekti. Kuru Kadı, eliyle hisarın kapısını açtı. Grijgal gazileri "Allah, Allah" naralarıyla müthiş bir çöl fırtınası gibi fışkırdılar. İki koldan hücum olunuyordu. Kollardan birisine Deli Hüsrev, birisine Deli Mehmed baş olmuştu. Ovada, Grijgal'e gelen yollardan bir toz dumandır kalkıyordu. Nice bin atlı imdada koşuyor sanılırdı. Düşman, bu hâli görünce şaşırdı. İki ateş arasında kaldığını anladı. Halbuki toz duman içinde yaklaşanlar ancak beş on gaziydi. ... Bozgun başladı. Deli Mehmed'le Deli Hüsrev'in takımları düşmanı kaçırmamak için iyice sarıyordu. Kuru Kadı cübbesini atmıştı. Elinde kılıç, teşcî ettiği<ref>cesaretlendirdiği</ref> gazilerin arkasından yürüyordu. Deli Hüsrev, bir sarhoş gibi Karaçin'in alayına dalmış, kesiyor, kesiyor... İnanılmaz bir çabuklukla kaçanlara yetişiyor, ikiye biçiyordu. Kuru Kadı'nın gözleri Deli Mehmed'i aradı. Bakındı, bakındı. Göremedi. Acaba o muydu? Yüreği ağzına geldi. Düşman safına karışıp kaynaşan kolun arkasında iri bir vücut yere uzanmıştı. Elli altmış adam kadar kendisinden uzaktı. Siyah, yüksek atlı bir şövalye, uzun bir kargıyı bu uzanmış vücuda saplıyordu. Durmadı. İlerledi. Koşarken ayağı bir taşa takıldı. Yuvarlanıyordu. Kılıcı ileri fırladı. Hemen toplandı. Kalktı. Düşen kılıcını aldı. Doğruldu. Koşacağı tarafa baktı. Şövalye atından inmiş, kargıladığı şehidin başını teninden ayırmıştı. Bir anda, bu kestiği baş elinde, yine siyah bir ifrit gibi şahlanan atına sıçradı. Kaçacaktı... Kuru Kadı, bütün kuvvetiyle ona yetişmek için koşarken, baktı ki, solu ilerisinde Deli Hüsrev kalkanını sallayarak, avazı çıktığı kadar bağırıyor: :&mdash; Mehmed, Mehmed!.. Canını verdin!.. Başını verme Mehmed!.. Bu nara o kadar müthiş, o kadar müessir, o kadar yanıktı ki... Kuru Kadı: "Vah, Deli Mehmedmiş!" diye olduğu yerde dikildi kaldı. Durur durmaz, o an, kırk adım kadar yaklaştığı kesik başlı şehidin yerden fırladığını gördü. Nefesi tutuldu. Şaşırdı. Bu başsız vücut uçar gibi koşuyordu. Kendi kellesini götüren zırhlı şövalyeye yetişti. Eliyle öyle bir vuruş vurdu ki...Lâin hemen yüksek atından tepesi üstü yuvarlandı. Götürmek istediği baş elinden yere düştü. Deli Mehmed'in başsız vücudu canlıymış gibi eğildi. Yerden kendi kesik başını aldı. Hemen oracığa, yorgun bir kahraman gibi, uzanıverdi. Bunu Kuru Kadı'dan başka kimse görmemişti! Herkes kaçan düşmanı kovalıyordu. Yalnız Deli Hüsrev: :&mdash; Yüzün ak olsun, ey cel&acirc;sın<ref>yiğit</ref>! diye bağırdı. Sonra Kuru Kadı'ya doğru koşarak sordu: :&mdash; Nasıl, gördün mü bu civanı? :&mdash; ..... :&mdash; Görmedin mi? :&mdash; ..... Kuru Kadı sesini çıkaramadı. Gördüğü harika onu dondurdu. Olduğu yerde öyle dimdik kaldı.<ref>Grijgal Kadısı, meşhur destanında gördüğü bu bersamı (hallucination) yazarken yalan söylemediğine şöyle yemin eder:<br>''Değilim Hak bilür bu sözden kezz&acirc;b<br>Bi-hakkı Mustaf&acirc; ve &acirc;l-i ash&acirc;b</ref> Sanki ölmüştü. Deli Hüsrev onu hızla sarstı. :&mdash; Ne durursun be, can! Ne oldun, haydi gazaya... Düşman kaçıyor. Deli Hüsrev'in kalkması Kuru Kadı'ya baştan can verdi. "Allah, Allah" diyerek ileriye atıldı. Mücahitlere karıştı. Cenk akşama kadar sürdü. Er meydanının kanlı yüzüne "gece siyah saçlarını" dağıtırken münadi<ref>tellal</ref> nin: :&mdash; Gaziler hisara!... Sadâsı duyuldu. Dönen gaziler içinde kılıcından kanlar damlayan Kuru Kadı, birkaç sipahi ile dışarıda kaldı. Yaralıları taşıttı. Şehit olanları saydırdı. Bunlar tam on dokuz kahramandı... Düşman altmış dört ceset bırakmış, diğer ölülerinin hepsini kaçırmıştı. Kuru Kadı, sabahtan beri yemek yememiş, su içmemiş, durup dinlenmemişti... Toplattığı şehitleri hisarın önündeki meydana yığdırdı. Şehit Deli Mehmed'in naaşını kendi buldu. Kesik başı koltuğunda, uyur gibi, sakin yatıyordu. Olduğu yerde gömdürdü. Sonra yanındakileri savdı. Bu taze mezarın başına çöktü. Ezberden "Y&acirc;sin" okumaya başladı. Dışarlarda kimse yoktu, yalnız uzakta palanga kapısındaki nöbetçi dolaşıyordu. Kuru Kadı okurken, önündeki mezarın birden yeşil nurlarla tutuştuğunu gördü. Sesi kısıldı. Dudaklarını oynatamadı. Çeneleri kitlendi. Bu yeşil nurun içinde Deli Mehmed'in kanlı boynuna sarılmış beyaz kanatlı bir melâike, hem onu nurdan elleriyle okşuyor, hem açık alnını öpüyordu. Bu sıcak, bu yeşil nur büyüdü. Taştı. Bütün âlem bu nurun içinde kaldı. Kuru Kadı'nın gözleri kamaştı. Ruhu yandı. Kendinden geçti. <center>🙝🙟</center> Onu, daha ilk defa böyle derin bir uykuya dalmış gören yoldaşları zorla kaldırdılar. Koltuklarına girdiler: :&mdash; Haydi, kapı kapanacak, dediler; içeri gir. Kuru Kadı'nın dili tutulmuştu. Cevap veremedi. Sarhoş gibi sallana sallana hisara girdi. Hâlâ titriyordu. Palanganın içinde Deli Hüsrev'in menzilinden geçerken durdu. Kulak verdi; ağlıyor mu, inliyor mu diye... Hayır, Deli, şıkır şıkır, atını kaşağılıyor, keyifli bir türkü söylüyordu. Seslendi: :&mdash; Hüsrev!.. :&mdash; Efendim? :..... Kapı açıldı. Kaşağı elinde, kolları paçaları sıvalı, başı kabak Deli Hüsrev... Daha Kuru Kadı bir şey sormadan: :&mdash; Gördün mü Deli Mehmed'in zevkini? dedi. :&mdash; Siz de benim gibi buradan gördünüz mü? :&mdash; "Gözlüye hod gizli yoktur!" Küttedek kapıyı kapadı. Yine türküsüne başladı. ..... Kuru Kadı palangada sabahı dar etti. Güneş doğmadan Deli Mehmed'in mezarına koştu. Artık bütün günlerini bu mezarın başında geçiriyordu. Bu mezarın daimi ziyaretçisi oldu. Büyük bir taş yontturdu. Yazdırdı. Başına diktirdi. Beş vakit namazlarını bile cemaatine bu kabrin başında kıldırmak isterdi. Artık ne hâcet dilese, ne muradetse, ona nâil oluyordu. Grijgal'de, komşu palangalarda Kuru Kadı için "deli oldu" diyorlardı. Her an "bek&acirc;" bâdesi<ref>ölümsüzlük şerbeti</ref> ni içmiş ezeli bir sarhoş gibi nihayetsiz bir gaşy<ref>kendinden geçme</ref>, pâyansız<ref>sonsuz</ref> bir şevk, sükûn bulmaz bir heyecan içinde yaşıyordu. Fakat nasıl "deniz çanağa sığmaz"sa, onun büyük sırrı da ruhuna sığmadı. Taştı. Huruç günü gördüğü harikayı herkese anlatmaya başladı. Hatta daha ileri gitti, çok iyi okuduğu "Mevlid-i Şer&icirc;f" lisanıyla o gün gördüğünü yazdı. Yüzlerce beyitlik bir destan<ref>Bu destanın yüz beyti Peçev&icirc; Tarihi'nin ikinci cildinde vardır.</ref> düzdü. Ama o zaman eski şevki kayboluverdi. Ruhuna koyu bir karanlık doldu. Kalbine acı bir ağırlık çöktü. Artık Deli Mehmed'in yeşil nurdan mezarı içinde sürdüğü ilahî zevki göremez oldu. Bu mahrumiyet onu delirtti. Yemekten, içmekten kesildi. Bir gün yine perişan, kırlarda dolaşırken Deli Hüsrev'e rastgeldi. Meğer o da geziniyormuş. Elindeki yayıyla yavaşça Kuru Kadı'nın arkasına dokundu. :&mdash; Ahmak, dedi, neye gördüğünü halka söyledin? Adam gördüğünü k&acirc;le geçirirse kazandığı h&acirc;li kaybeder. Eğer susaydın, gördüğün keramete ölünceye kadar şahit olacaktın... Kuru Kadı yere diz çöktü, ağlamaya başladı: :&mdash; Çok perişanım, diye inledi, lütfet. Gel, beni gaflet uykusundan uyandır. Benim o görmüş olduğum ahv&acirc;l ne hikmettir? İçinde aklımı kaçırdığım bu meh&acirc;bet, bu heybet nedir? Benimle senden başka onu gören oldu mu? :&mdash; Bir gören daha var. O "can" herkese görünmez. :&mdash; Kimdir? :&mdash; Bilemezsin... :&mdash; Başkaları görmedi de, biz ikimiz niçin gördük? :&mdash; Şehitlik müjdesidir! İkimiz de mutlaka şehit düşeceğiz!.. :..... :..... Kuru Kadı, gittikçe öyle serseri, öyle perişan, öyle berbat oldu ki... Kendisini o kadar seven Vali Ahmed Bey bile, Budin'den gelince, onun hallerine dayanamadı. Nihayet "Bu meczup bir kişidir. Palangada hizmetinden istifade olunamaz." diye geriye göndermeye mecbur oldu. Aradan epey zaman geçti. Serhadde değil, hatta Grijgal hisarında bile herkes Kuru Kadı'yı unuttu. Yalnız yazdığı destan okunuyor, hiç unutulmuyordu. <center>🙝🙟</center> On iki sene sonra... Zigetvar'ın zaptı akşamı yaralılar toplanırken meşhur kahraman Deli Hüsrev'in &mdash;bir gülleyle parçalanmış&mdash; naaşı yanında, uzun boylu, ak saçlı, ak sakallı, yeşil cübbeli bir şehit buldular. Kıbleye karşı yüzükoyun uzanmış yatan bu şehidin büyük, yeşil sarığı henüz bozulmamıştı. Üzerinde hiçbir silah yoktu. Yarası, neresinden olduğu belli değildi. Günlerce süren muhâsara esnasında hiç kimse böyle bir adam görmemişti. İnceden inceye tahkîkat yapıldı. Kim olduğu bir türlü anlaşılamadı. O vakit birçok gazilerin "gayp ordusundan imdada gelmiş bir vel&icirc;" sandıkları bu şehit, acaba, Grijgal hisarının o eski meczup kadısı mıydı? ==Dipnotlar== Kaynakça: [http://www.masaldiyari.net/basini-vermeyen-sehit Başını vermeyen şehit] {{sayfa başı}} {{dipnot|2}} [[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]] npzn8l3969wiur65vu3afg9a3nayrjr Kütük 0 7067 151637 140740 2022-08-11T05:18:24Z Kwamikagami 19579 wikitext text/x-wiki {{eser başlığı | önceki = | sonraki = | başlık = Kütük | bölüm = | eser sahibi = Ömer Seyfettin | notlar = İlk yayım:''Yeni Mecmua'', 27 Eylül 1917, sene 1, sayı 12 }} Alaca karanlık içinde sivri, siyah bir kayanın müphem hayali gibi yükselen Şalgo burcu uyanıktı. Vakit vakit inlettiği trampete, boru seslerini akşamın hafif rüzgarı, derin bir uğultu halinde, her tarafa yayıyor... Kederli bağırışmalarıyla ölümü hatırlatan küfürbaz karga sürüleri, bulutlu havanın donuk hüznünü daha beter artırıyordu. Mor dağlar gittikçe koyulaşıyordu. Yamaçlardaki dağınık gölgeler, kuşsuz ormanlar, hıçkıran dereler, kaçan yollar, ıssız korular, sanki korkunç bir fırtınanın gürlemesini bekliyorlardı. Burcun tepesinde, beyazlı siyahlı bir bayrak, can çekişen bir kartal ıstırabıyla kıvranıyordu. İkibin kişilik muhâsara ordusunun çadırları, kaleye giren geniş yolun sağındaki büyük dişbudak ağaçlarının etrafına kurulmuştu. Yerlere kazıklanmış kır atlar, yabancı korkular duyuyorlar gibi, sık sık başlarını kaldırarak kişniyorlar, tırnaklarıyla kazmaya çalıştıkları toprakların nemli çimenlerini otluyorlardı. Dallarda kırmızı çullar, sırmalı eğerler asılı duruyordu. Cemâatle kılınmış akşam namazından dağılan askerler, çadırların arasından gürültü ile geçiyorlardı. Kısa emirler, çağırılan isimler, bir kahkaha, bir söz... Başlayacak sükûnu bozuyor, atların yanında itişen birkaç gencin şen nâraları duyuluyordu. Çifte direkli yeşil çadırın kapısı önüne serilmiş büyük bir kaplan postu üzerinde kehribar çubuğunu fosur fosur çeken koca bıyıklı, iri vücutlu, ateş nazarlı şâir kumandan, gözlerini, alacağı kalenin sallanan bayrağına dikmişti. Karşısında diz çökmüş kethüdâsının anlattıklarını dinliyordu. Ordugâha yarım saat evvel dört nala gelen bu adam, yaşlı, şişman bir askerdi. İşte kaç hafta oluyor, kumandanının "Göndersdref Baronu Erasm Tofl'u beraber vurmak" teklifini hâvî mektubunu, tek başına, Hadım Ali Paşa'ya götürmüştü. Ama, paşa çok meşguldü. Vakit bulup cevap verememişti. Dregley kalesini sarıyordu. Muhâsaranın iptidâsından nihayetine kadar hazır bulunan kethüdâ, şimdi orada gördüklerini söylüyordu; bu kale gayet sarp, gayet dik, bir kayanın zirvesine yapılmıştı. Arslan Bey sordu: :&mdash; Bizim kaleden daha yüksek mi? :&mdash; Daha yüksek beyim. Kumandanın ``bizim kale´´ dediği, henüz çırpınan bayrağına hasretle baktığı Şalgo burcu idi. Fakat o, burasını birkaç gün içinde zaptedeceğini iyice biliyordu. Daha birkaç hafta evvel Boze kulesinde hücumlarına karşı durmak isteyen Andrenaki, Mihal Terşi, Etiyen Soşay, nasıl kendisine kuleyi teslim etmişler; nasıl kahramanlığını, cesaretini alkışlayarak, lütfuna teşekkürler ederek çekilip gitmişlerdi... :&mdash; Ben, bir kalenin karşısında çok duramam dedi, hiç sabrım yoktur. Ama Ali Paşa, çok sabırlı... M&acirc;şallah! Kethüd&acirc; başını kaldırdı: :&mdash; O da sabırsız... Ama, ne yapsın? Dregley, pek yalçın, pek sarp... Borsem dağları içinde baş kale bu imiş diyorlar. :&mdash; Paşa, muhafızlara evvel&acirc; teslim teklif etmedi mi? :&mdash; Etti. :&mdash; Kabul etmediler mi? :&mdash; Hayır, etmediler. :&mdash; Kalenin kumandanı kimdi? :&mdash; Zondi isminde bir kahraman... :&mdash; Ben onların kahramanlıklarını bilirim. Verdikleri sözü tutmazlar.. ''Vire''yi bozarlar. Elçiye hakaret ederler. :&mdash; Hayır, Arslan Bey, Zondi bildiklerinizden değil. Çok mert bir adam. :&mdash; Paşa, teslim teklifini kiminle gönderdi? :&mdash; Papaz Marten Uruçgalo ile... :&mdash; Ne ise... Türk elçi gönderseydi, mutlaka kafasını keserler, bedenlerden aşağı fırlatırlardı. :&mdash; Paşa, Türk elçisi gönderseydi, Zondi, bunu yapmazdı. :&mdash; Ne biliyorsun? :&mdash; Papaz Marten'e söylediği sözlerden anladım. :&mdash; Ne demiş? :&mdash; Demiş ki: "Git, paşaya söyle. Bana teslim teklif etmesin. Bir askere bundan büyük hakaret olamaz. O nasıl harp adamı ise, ben de harp adamıyım. Ya ölürüm, ya galip gelirim. Ama, görüyorum ki, benim işim bitti. O, durmasın, bütün kuvvetiyle hücum etsin. Ben mutlaka yıkılacak kalenin taşları altında kalmak isterim." :&mdash; S&acirc;hi, namuslu bir askermiş... Kethüd&acirc;: :&mdash; Yalnız namuslu bir asker değil, Arslan Bey, dedi, hem de gayet &acirc;licenap bir mert... :&mdash; Nasıl? :&mdash; Bakın anlatayım. Papaz Marten, ordug&acirc;ha red haberini getirmek için dönerken, Zondi, onu tutmuş. Evvelce esir aldığı iki Türk delikanlısını yanına getirmiş. Bunlara gayet kıymetli erguvan&icirc; elbiseler giydirmiş. Ceplerini altınla doldurmuş. "Al bunları paşaya götür. Benimle beraber ölmelerini istemiyorum. Çok yiğit gençlerdir. Terbiyelerine dikkat etsin. Devletine iki büyük asker yetiştirmiş olur." demiş. :&mdash; S&acirc;hi, &acirc;licenap bir adammış... :&mdash; Sonra, elimize diri geçen esirlerden işittik; kalenin avlusuna silahlarını, gümüş takımlarını, en kıymetli eşyalarını yığarak yakmış. Ahırındaki muharebe atlarını, ağlayarak, kendi eliyle öldürmüş. Son hücumda bizim asker kalenin kapısını zorladı. Kırdı. Yeniçeriler, bir kurşunla yaralanan Zondi'yi diri diri yakalamaya çok çalıştılar. Ama mümkün olmadı. O, diz üstü sürünerek, her tarafı kılıçla, mızrakla delik deşik olup ölünceye kadar vuruştu. :&mdash; Demek paşa bu mert düşmanla konuşamadı. :&mdash; Evet, konuşamadı. Vücuduyla kesik başını kalenin karşısına gömdürdü. Mezarının üstüne bir mızrak, bir bayrak dikilmesini emretti. :&mdash; Aşkolsun! Ben olsam bir türbe yaptırırım. Vall&acirc;hi... Arslan Bey düşmanın cesurunu, kahramanını, yılmazını severdi. Onca harp bir mertlik sanatıydı. Düşman ordusundan kaçıp kendisine iltic&acirc; edenlere hiç aman vermez. "Hain her yerde haindir" diye hemen boynunu vurdururdu. Ortalık bütün bütün kararıyor, gece oluyordu. Kethüdâ, uzun uzadıya anlattığı Dregley kalesinin hikâyesini hâlâ bitiremiyordu. Yatsı namazı için abdest suyu taşıyan angaryacılar, meş'alelerle geçmeye başladılar. Arslan Bey, Şalgo'nun, ıslanmış, hasta, ateş böcekleri gibi sönük sönük parlayan ziyâlarına bakıyor, kethüdânın sözlerini işitmeyerek, kendi planını düşünüyordu. O biliyordu; düşmanların hepsi Zondi gibi, Plâs Batanyus gibi, Lozonci gibi kahraman değildi. İçlerinde tavşan kadar korkakları da vardı. Mesela; Seçeni kalesinin muhafızları, daha Ali Paşa yaklaşırken, toplarını, tüfeklerini, cephânelerini, erzaklarını, mallarını, hatta ihtiyarlarını, çocuklarını bırakıp bir kurşun atmadan kaçmışlardı. Birkaç güne kadar burası da alınınca Holloko, Boyak, Şağ, keparmat kaleleri kalıyordu. Ama Allah kerimdi. :&mdash; Hepsinin zaptı belki bir ay sürmez. Diye mırıldandı. Kethüdâ, kumandanın ne düşündüğünden haberi yoktu, anlamadı. Sordu: :&mdash; Bu kalenin zaptı mı beyim? :&mdash; Hayır, canım... Bu, birkaç günlük iş! Hele hava biraz kapansın... Fulek'e kadar dört beş kale var... Onların hepsini diyorum. :&mdash; Bir ayda dört beş kale... Bu güç beyim. :&mdash; Niçin? :&mdash; Daha bu kaleye bir tüfek atılmamış... Ben attan inerken yoldaşlar söylediler. :&mdash; Ben, burasını, bir kurşun atmadan alacağım. :&mdash; Nasıl beyim? :&mdash; Senin aklın ermez. Hava biraz kapansın, görürsün... :&mdash; Hiç topa tutmadan hücum mu edeceğiz? :&mdash; Hayır. :&mdash; Ya ne yapacağız? :&mdash; Havanın kapanmasını bekle, dedim ya... Göreceksin. :&mdash; ! ! ! Arslan Bey, planlarını en yakın adamlarından bile saklardı. "Yerin kulağı var." derdi. Ağzından çıkan bir sır mutlaka işitilecekti. Kethüdâ gibi bu sessiz, bu mânasız beklemeden bütün askerler sıkılıyorlar, bir şey anlamıyorlardı. Kumandanın imdat, cephâne, top beklediği söyleniyordu. İhtiyar sipâhîler: "Biz burasını imdat gelmeden alamaz mıyız? İki top yetmez mi? Ne duruyoruz?" diye çadırlarında dedikodu yapıyorlardı. Buraya gelindiği günden beri askere istirahat ettiren Arslan Bey, her sabah erkenden atına biniyor, tek başına gerilerdeki ormanların içine dalıyor, saatlerce kalıyor, gülerek dönüyor: :&mdash; Hava bozmayacak mı? Ah, biraz sis olsa... Diye gözlerini gökten, kalenin sallanan bayrağından ayıramıyordu. İşte kethüdânın getirdiği mektupta Ali Paşa da, teklifini kabul ediyordu. Onunla birleşince ordusu yedibin kişi kadar olacaktı. O vakit şüphesiz Tofeli, Pallaviçini'yi diri diri esir tutabilecekti. Koyu karanlık içinden, uzaktan uzağa, Şalgo burcundaki nöbetçilerin attıkları acı nâralar, acı köpek ulumaları işitiliyordu. Gökte hiç yıldız yoktu. Arslan Bey, hademesinin tuttuğu billûr bardaktaki yakut suyu içti. Yeniden doldurulan çubuğunu çekiyor, kethüdâsıyla öteden beriden konuşuyordu. Konuşurken düşündüğü hep kendi planıydı. Yine göğe dalmıştı. Birdenbire sordu: :&mdash; Hava kapanıyor gibi, değil mi? :&mdash; Evet... :&mdash; Bakalım yarın... :&mdash; Hücum mu edeceğiz beyim? :&mdash; Hayır canım, hava bozsun, görürsün. Kethüdâ yine bir şey anlamadı. [[Image:Separator.jpg|center60px]] Bir sabah... Binlerce bacadan henüz tütmüş soğuk, nemli bir duman kadar koyu bir sis her tarafı kaplamıştı. Ordugâh, sancaklar, tuğlar, çadırlar, dişbudak ağaçları, atlar, hiç, hiçbir şey görünmüyordu. Evvelâ birbirlerini çağıranların sözleri duyuluyor, sonra iki hayal, ses yordamıyla bu beyaz karanlığın içinde buluşuyordu. Arslan Bey, atını hazırlamıştı. Yine yapyalnız, her günkü gittiği yere doğru kaybolacaktı. O kadar neşeli idi ki... Bütün zâbitleri, çavuşları çağırttı. Hepsi hücum var sanıyordu. At dîvanı yapar gibi, bir ayağı yerde, bir ayağı özengide: :&mdash; Ağalar, dedi, bugün kaleyi alacağız. Ben iki saate kadar geleceğim. Şimdi hepiniz hazır olunuz. Nihâyetleri görünmeyen beyaz, büyük sakalının çerçevelediği yüzü sis içinde muallâkta duruyor sanılan ihtiyar topçubaşı sordu: :&mdash; Siz gelmeden ben döğmeye başlayım mı, beyim? Arslan Bey güldü: :&mdash; Hayır... Senin iki topunun güllelerine ihtiyacımız yok. Yalnız bize çok gürültü yap. :&mdash; Nasıl gürültü beyim? :&mdash; Toplarını nafile yerinden kımıldatma. Topçularını kalenin bedenlerine doğru yaklaştır. Avazları çıktğı kadar ``heya, mola, yisa..´´ diye bağırt! :&mdash; ...... :&mdash; Anlamıyor musun? Yalnız gürültü istiyorum. :&mdash; Pekala beyim. Sonra diğer zâbitlere döndü: :&mdash; Siz de bütün askerlerinizi muharebe niz&acirc;mıyla bunlara yaklaştırın. Mümkün olduğu kadar çok gürültü yaptırın. ``Heya, mola...´´ çektirin, Angarya n&acirc;raları attırın. İş türküleri söylettirin. İhtiyar topçubaşı gibi zâbitler de, çavuşlar da bu emirden bir şey anlamadılar. Fakat onlar anlamadan yapmasını pek iyi bilirlerdi. :&mdash; Başüstüne, başüstüne.... :&mdash; Haydi, ama çabuk... :&mdash; ...... Hepsi iki adım ayrılınca sisin içinde görünmez oldular. Arslan Bey, tepinen atına binince yuları tutan kethüdâsına: :&mdash; Sen de koş, yanına bir adam al, gerideki Değirmenli Çiftliği'nde biriktirdiğim elli mandayı hemen buraya sür. Burca giden yolun yanında hazır tut... Orada beni bekle. Haydi. :&mdash; Başüstüne... :&mdash; Ama çabuk.... :&mdash; ..... Hızla mahmuzlanan azgın at şaha kalkarak sisin içine atıldı. Üzerindeki, sırmalı kaftanının etekleri altın kanatlara benzeyen Arslan Bey'le, esâtirî bir kuş gibi uçtu. Biraz sonra.... Nereden geldiği belli olmayan derin bir gürültü sis içinde kaynıyor, ileri geri yaklaşıyor, uzaklaşıyor, dalgalanıyordu. Kös, kalkan, boru sesleri at kişnemelerine karışıyor, alınan emirler, verilen kumandalar yüzlerce ağız tarafından ayrı ayrı tekrarlanıyordu. Bastıkları yerleri görmeyen askerler, harp nizâmında bağırışarak, duyduklarını tekrarlayarak, dirsekleriyle, kalkanlarıyla birbirlerine dokunarak duman içinde ilerliyorlardı. Sağ taraftan topçuların ``Heya, mola´´ları işitiliyordu. Etrafını saran gürültüden hücumun başladığını kale de anladı. Boru, trampet, hurr&acirc; sesleri aksetmeye, tek tük tabanca, tüfek atılmaya başladı. Gözcüler kale bedenlerinin dibine kadar gidip geliyorlardı. Safların arasında, topçubaşının büyük bir lağım açtığı söyleniyordu. Askerler, z&acirc;bitlerinin emriyle, oldukları yerlerde bağdaş kurmuş bekliyorlar, gürültü ediyorlardı. Nihayet, Arslan Bey, terden sırılsıklam olmuş atı ile duman içinde harp sıralarının arasında, adım adım göründü. Her adımda: :&mdash; Yiğitlerim!... Sis açılmaya başladı mı, hemen susun. Hep birden ayağa kalkın, hücum edecek gibi durun. Ama, ileri gitmeyin. Ateş de açmayın. Ben düşmana teslim teklif edeceğim. Diyordu. Topçuların, topçulara karışan angaryacıların ``Heya, mola´´ nâraları gittikçe ziyâdeleşiyor, büyüyor, tüyleri ürpertecek heyecanlı akislerle görünmeyen dağları, taşları inletiyordu. <center>🙝🙟</center> Öğleye doğru sis açılmaya başladı. Askerler, sallanan siyahlı beyazlı bayrağı ile Şalgo'yu bir hayal gibi gördüler. Sesler kesildi. Şimalden esen bir rüzgar dumanları dağıtıyor; gerilere, ormanlara doğru sürüyordu. Artık herkes birbirini görüyordu. Kaleye pek yaklaşılmıştı. Askerler, gözleriyle kumandanlarını aradılar. O, burç kapısına giden yolun gediğinde, atıyla dolaşıyordu. Gediğin önünde büyük bir manda sürüsü vardı. Burcun tepesinde, siperlerin arasında, kalkanlı, tüfekli adamlar geziniyordu. Cesur Arslan Bey, kır atını ileriye sürdü. Kaleye yüz adım kadar yaklaştı. Arkasındaki kethüdâsıyla, genç tercüman koştular... Gür sesiyle haykırdı: :&mdash; Hey bre Şalgo muhafızları!... Ben, padişahımın dedesine sizin kralınızın memleketlerinden büyük yerler zaptetmiş, Bosna valisi Yahya Paşa'nın torunlarındanım. Ceddim Hamza Bali Bey, daha ondört yaşında iken sizin ordularınızı perişan etmiş, Viyana Muhasarası'nda, Viyenberg önünde şan almıştır. Ben, hangi kaleye gittimse geri dönmemişim, daha geçen gün iki küçük topla ``Boza´´ kulesini yerle bir ettim. Mihal Terşi, Etiyen Soşay, Andrenaki gibi kahramanlarınıza canlarını bağışladım. Vadiye çekildim. Geçip gitmeleri için yol verdim. Haydi gelin. Siz de teslim olun. Nafile yere kanınızı döktürmeyin... Kale ile beraber bütün ordunun işittiği bu teklifi, tercüman, avazı çıktığı kadar bağırarak tekrarladı. Derin bir sükut... Arslan Bey'in atı duramıyor, şaha kalkıyor, sağa sola tepiniyor, kethüdâ dizgininden tutmaya çalışıyordu. Burcun tepesinden bir cevap verdiler. Tercüman tekrarladı: :&mdash; "Ne gibi şartlarla?"diyorlar, beyim. Arslan Bey, deminkinden daha sert bir sesle haykırdı: :&mdash; Şartım filan yok. Biz teslim olanın canına kıymayız. Teslim olmazsanız, beş dakika sonra kalenin içinde bir canlı adam kalmaz. Karşınızdaki yolun gediği üzerinde gördüğünüz nedir? Anlamıyor musunuz? Babalarınızdan işitmediniz mi? Elli manda ile buraya getirdiğim bu topun iki güllesiyle binlerce Şalgo kuvvetinde olan İstanbul kaleleri tuzla buz oldu. İşte İstanbul'u alan bu top... Bir kere ateş edeceğim. İkinci atıma hacet yok. Ne kaleniz kalacak, ne de kendiniz. Acıyorum size... Genç tercüman, bu sözleri, yine avazı çıktığı kadar tekrarlarken, bütün askerler, gözlerini yolun gediğine çevirdiler. Mandaların yanında, uzun, büyük, gayet büyük, gayet kalın, gayet siyah, gayet müthiş bir topun korkunç bir ejderha gibi uzandığını gördüler. Safların arasında sevinç sadâları yükseldi. Herkes Arslan Bey'in bir haftadır ne beklediğini şimdi anlıyordu. Demek bu top geliyormuş... <center>🙝🙟</center> Biraz sonra... Şalgo'nun tepesinde, şan, namus kefeni olan meş'um beyaz bayrak dalgalanıyordu. Demir kapılar açılmıştı. Korkudan sapsarı kesilen tuğlu kumandan, altın kılıçlı asilzâdeler, zırhlı şövalyeler, Arslan Bey'in önünde dize gelmişlerdi. Silahları alınan düşman ikişer ikişer bağlanıyor, takım takım ordugâhın arkasına götürülüyordu. Kalenin içindeki kıymetli şeylerden bir dağ ortada kabarıyor; al yeşil bayraklarla kalenin tepesine dolan askerler bağırışıyorlar, aralarındaki dervişler, bedenlerden sarkarak ezan okuyorlar, tekbir çekiyorlardı. Teslim olan kumandanla erkânına Arslan Bey: :&mdash; Korkmayınız. Hayatınız bağışlanmıştır. Biz ''Vire''yi bozmayız. Gelin, size elli manda ile buraya getirdiğim topu seyrettireyim, dedi. Tercüman bunu tekrarlayınca, hepsi birbirlerine bakıştılar. Bu müthiş, bu korkunç, aleti yakından görmeyi hem merak ediyorlar, hem çekiniyorlardı. Arslan Bey'in arkasına takıldılar. Büyük topa doğru yürüdüler. Yaklaşınca Arslan Bey: :&mdash; İşte, dedi, sizin böyle topunuz var mı? Düşman kumandanı tercümanla cevap verdi: :&mdash; Hayır. :&mdash; Niçin yapmıyorsunuz? :&mdash; Bilmiyoruz. Genç irisi bir şövalye tercümana bir şey sordu. Arslan Bey: :&mdash; Ne diyor? Dedi. :&mdash; "Bey bu topu kaç günde İstanbul'dan buraya getirmiştir?" diyor. :&mdash; Sen de ki: "İstanbul'dan getirmemiş. Burada bir hafta içinde kendisi yapmış." Tercüman bu sözleri söyleyince esirler afallaştılar. Arslan Bey, daha ziyâde yaklaşıp elleriyle yoklamalarına, daha yakından görmelerine müsaade ettiğini söyledi. Mağrur kumandan, kahraman asilzâdeler, cesur şövalyeler, büyük topun etrafına toplandılar. Bir elini hançerinin elmas sapına dayayan Arslan Bey, öteki eliyle, gülümseyerek palabıyıklarını büküyor, arkasındaki kethüdâ, başını kaşıyarak gülmekten katılıyor, tercüman aptallaşıyordu. Yirmi adım uzakta duran mızraklı nöbetçiler de gülüşüyorlardı. Esirler topa ellerini sürdüler. Deliğini aradılar. Bulamayınca sarardılar. Sonra kızardılar. Birbirlerine bakıştılar. Öyle kaldılar. Kollarını çaprazlayarak yere bakan kale kumandanı titreyerek mırıldandı. Arslan Bey, tercümana baktı: :&mdash; Ne diyor? :&mdash; "Bu mertlik değil..." diyor. :&mdash; Ona sor ki: "Henüz bir kere patlamayan bir toptan korkarak hemen teslim oluvermek mi mertlik?" Tercüman sordu. :&mdash; ..... :&mdash; ..... Kale kumandanı, gözlerini yerden kaldırıp cevap veremedi. Asilzâdeler, şövalyeler birbirlerinin yüzlerine bakmaya cesaret edemediler; âni bir ölüm darbesiyle vurulmuş gibi oldukları yerde donup kaldılar. Bir güllesiyle kaleyi yıkacak olan bu korkunç top, siyaha boyanmış, kocaman bir kütükten başka bir şey değildi!... Gelişmiş Özel karakterler Yardım Başlık Biçim Ekle {{eser başlığı | önceki = | sonraki = | başlık = Kütük | bölüm = | eser sahibi = Ömer Seyfettin | notlar = İlk yayım:''Yeni Mecmua'', 27 Eylül 1917, sene 1, sayı 12 }} Alaca karanlık içinde sivri, siyah bir kayanın müphem hayali gibi yükselen Şalgo burcu uyanıktı. Vakit vakit inlettiği trampete, boru seslerini akşamın hafif rüzgarı, derin bir uğultu halinde, her tarafa yayıyor... Kederli bağırışmalarıyla ölümü hatırlatan küfürbaz karga sürüleri, bulutlu havanın donuk hüznünü daha beter artırıyordu. Mor dağlar gittikçe koyulaşıyordu. Yamaçlardaki dağınık gölgeler, kuşsuz ormanlar, hıçkıran dereler, kaçan yollar, ıssız korular, sanki korkunç bir fırtınanın gürlemesini bekliyorlardı. Burcun tepesinde, beyazlı siyahlı bir bayrak, can çekişen bir kartal ıstırabıyla kıvranıyordu. İkibin kişilik muhâsara ordusunun çadırları, kaleye giren geniş yolun sağındaki büyük dişbudak ağaçlarının etrafına kurulmuştu. Yerlere kazıklanmış kır atlar, yabancı korkular duyuyorlar gibi, sık sık başlarını kaldırarak kişniyorlar, tırnaklarıyla kazmaya çalıştıkları toprakların nemli çimenlerini otluyorlardı. Dallarda kırmızı çullar, sırmalı eğerler asılı duruyordu. Cemâatle kılınmış akşam namazından dağılan askerler, çadırların arasından gürültü ile geçiyorlardı. Kısa emirler, çağırılan isimler, bir kahkaha, bir söz... Başlayacak sükûnu bozuyor, atların yanında itişen birkaç gencin şen nâraları duyuluyordu. Çifte direkli yeşil çadırın kapısı önüne serilmiş büyük bir kaplan postu üzerinde kehribar çubuğunu fosur fosur çeken koca bıyıklı, iri vücutlu, ateş nazarlı şâir kumandan, gözlerini, alacağı kalenin sallanan bayrağına dikmişti. Karşısında diz çökmüş kethüdâsının anlattıklarını dinliyordu. Ordugâha yarım saat evvel dört nala gelen bu adam, yaşlı, şişman bir askerdi. İşte kaç hafta oluyor, kumandanının "Göndersdref Baronu Erasm Tofl'u beraber vurmak" teklifini hâvî mektubunu, tek başına, Hadım Ali Paşa'ya götürmüştü. Ama, paşa çok meşguldü. Vakit bulup cevap verememişti. Dregley kalesini sarıyordu. Muhâsaranın iptidâsından nihayetine kadar hazır bulunan kethüdâ, şimdi orada gördüklerini söylüyordu; bu kale gayet sarp, gayet dik, bir kayanın zirvesine yapılmıştı. Arslan Bey sordu: :&mdash; Bizim kaleden daha yüksek mi? :&mdash; Daha yüksek beyim. Kumandanın ``bizim kale´´ dediği, henüz çırpınan bayrağına hasretle baktığı Şalgo burcu idi. Fakat o, burasını birkaç gün içinde zaptedeceğini iyice biliyordu. Daha birkaç hafta evvel Boze kulesinde hücumlarına karşı durmak isteyen Andrenaki, Mihal Terşi, Etiyen Soşay, nasıl kendisine kuleyi teslim etmişler; nasıl kahramanlığını, cesaretini alkışlayarak, lütfuna teşekkürler ederek çekilip gitmişlerdi... :&mdash; Ben, bir kalenin karşısında çok duramam dedi, hiç sabrım yoktur. Ama Ali Paşa, çok sabırlı... M&acirc;şallah! Kethüd&acirc; başını kaldırdı: :&mdash; O da sabırsız... Ama, ne yapsın? Dregley, pek yalçın, pek sarp... Borsem dağları içinde baş kale bu imiş diyorlar. :&mdash; Paşa, muhafızlara evvel&acirc; teslim teklif etmedi mi? :&mdash; Etti. :&mdash; Kabul etmediler mi? :&mdash; Hayır, etmediler. :&mdash; Kalenin kumandanı kimdi? :&mdash; Zondi isminde bir kahraman... :&mdash; Ben onların kahramanlıklarını bilirim. Verdikleri sözü tutmazlar.. ''Vire''yi bozarlar. Elçiye hakaret ederler. :&mdash; Hayır, Arslan Bey, Zondi bildiklerinizden değil. Çok mert bir adam. :&mdash; Paşa, teslim teklifini kiminle gönderdi? :&mdash; Papaz Marten Uruçgalo ile... :&mdash; Ne ise... Türk elçi gönderseydi, mutlaka kafasını keserler, bedenlerden aşağı fırlatırlardı. :&mdash; Paşa, Türk elçisi gönderseydi, Zondi, bunu yapmazdı. :&mdash; Ne biliyorsun? :&mdash; Papaz Marten'e söylediği sözlerden anladım. :&mdash; Ne demiş? :&mdash; Demiş ki: "Git, paşaya söyle. Bana teslim teklif etmesin. Bir askere bundan büyük hakaret olamaz. O nasıl harp adamı ise, ben de harp adamıyım. Ya ölürüm, ya galip gelirim. Ama, görüyorum ki, benim işim bitti. O, durmasın, bütün kuvvetiyle hücum etsin. Ben mutlaka yıkılacak kalenin taşları altında kalmak isterim." :&mdash; S&acirc;hi, namuslu bir askermiş... Kethüd&acirc;: :&mdash; Yalnız namuslu bir asker değil, Arslan Bey, dedi, hem de gayet &acirc;licenap bir mert... :&mdash; Nasıl? :&mdash; Bakın anlatayım. Papaz Marten, ordug&acirc;ha red haberini getirmek için dönerken, Zondi, onu tutmuş. Evvelce esir aldığı iki Türk delikanlısını yanına getirmiş. Bunlara gayet kıymetli erguvan&icirc; elbiseler giydirmiş. Ceplerini altınla doldurmuş. "Al bunları paşaya götür. Benimle beraber ölmelerini istemiyorum. Çok yiğit gençlerdir. Terbiyelerine dikkat etsin. Devletine iki büyük asker yetiştirmiş olur." demiş. :&mdash; S&acirc;hi, &acirc;licenap bir adammış... :&mdash; Sonra, elimize diri geçen esirlerden işittik; kalenin avlusuna silahlarını, gümüş takımlarını, en kıymetli eşyalarını yığarak yakmış. Ahırındaki muharebe atlarını, ağlayarak, kendi eliyle öldürmüş. Son hücumda bizim asker kalenin kapısını zorladı. Kırdı. Yeniçeriler, bir kurşunla yaralanan Zondi'yi diri diri yakalamaya çok çalıştılar. Ama mümkün olmadı. O, diz üstü sürünerek, her tarafı kılıçla, mızrakla delik deşik olup ölünceye kadar vuruştu. :&mdash; Demek paşa bu mert düşmanla konuşamadı. :&mdash; Evet, konuşamadı. Vücuduyla kesik başını kalenin karşısına gömdürdü. Mezarının üstüne bir mızrak, bir bayrak dikilmesini emretti. :&mdash; Aşkolsun! Ben olsam bir türbe yaptırırım. Vall&acirc;hi... Arslan Bey düşmanın cesurunu, kahramanını, yılmazını severdi. Onca harp bir mertlik sanatıydı. Düşman ordusundan kaçıp kendisine iltic&acirc; edenlere hiç aman vermez. "Hain her yerde haindir" diye hemen boynunu vurdururdu. Ortalık bütün bütün kararıyor, gece oluyordu. Kethüdâ, uzun uzadıya anlattığı Dregley kalesinin hikâyesini hâlâ bitiremiyordu. Yatsı namazı için abdest suyu taşıyan angaryacılar, meş'alelerle geçmeye başladılar. Arslan Bey, Şalgo'nun, ıslanmış, hasta, ateş böcekleri gibi sönük sönük parlayan ziyâlarına bakıyor, kethüdânın sözlerini işitmeyerek, kendi planını düşünüyordu. O biliyordu; düşmanların hepsi Zondi gibi, Plâs Batanyus gibi, Lozonci gibi kahraman değildi. İçlerinde tavşan kadar korkakları da vardı. Mesela; Seçeni kalesinin muhafızları, daha Ali Paşa yaklaşırken, toplarını, tüfeklerini, cephânelerini, erzaklarını, mallarını, hatta ihtiyarlarını, çocuklarını bırakıp bir kurşun atmadan kaçmışlardı. Birkaç güne kadar burası da alınınca Holloko, Boyak, Şağ, keparmat kaleleri kalıyordu. Ama Allah kerimdi. :&mdash; Hepsinin zaptı belki bir ay sürmez. Diye mırıldandı. Kethüdâ, kumandanın ne düşündüğünden haberi yoktu, anlamadı. Sordu: :&mdash; Bu kalenin zaptı mı beyim? :&mdash; Hayır, canım... Bu, birkaç günlük iş! Hele hava biraz kapansın... Fulek'e kadar dört beş kale var... Onların hepsini diyorum. :&mdash; Bir ayda dört beş kale... Bu güç beyim. :&mdash; Niçin? :&mdash; Daha bu kaleye bir tüfek atılmamış... Ben attan inerken yoldaşlar söylediler. :&mdash; Ben, burasını, bir kurşun atmadan alacağım. :&mdash; Nasıl beyim? :&mdash; Senin aklın ermez. Hava biraz kapansın, görürsün... :&mdash; Hiç topa tutmadan hücum mu edeceğiz? :&mdash; Hayır. :&mdash; Ya ne yapacağız? :&mdash; Havanın kapanmasını bekle, dedim ya... Göreceksin. :&mdash; ! ! ! Arslan Bey, planlarını en yakın adamlarından bile saklardı. "Yerin kulağı var." derdi. Ağzından çıkan bir sır mutlaka işitilecekti. Kethüdâ gibi bu sessiz, bu mânasız beklemeden bütün askerler sıkılıyorlar, bir şey anlamıyorlardı. Kumandanın imdat, cephâne, top beklediği söyleniyordu. İhtiyar sipâhîler: "Biz burasını imdat gelmeden alamaz mıyız? İki top yetmez mi? Ne duruyoruz?" diye çadırlarında dedikodu yapıyorlardı. Buraya gelindiği günden beri askere istirahat ettiren Arslan Bey, her sabah erkenden atına biniyor, tek başına gerilerdeki ormanların içine dalıyor, saatlerce kalıyor, gülerek dönüyor: :&mdash; Hava bozmayacak mı? Ah, biraz sis olsa... Diye gözlerini gökten, kalenin sallanan bayrağından ayıramıyordu. İşte kethüdânın getirdiği mektupta Ali Paşa da, teklifini kabul ediyordu. Onunla birleşince ordusu yedibin kişi kadar olacaktı. O vakit şüphesiz Tofeli, Pallaviçini'yi diri diri esir tutabilecekti. Koyu karanlık içinden, uzaktan uzağa, Şalgo burcundaki nöbetçilerin attıkları acı nâralar, acı köpek ulumaları işitiliyordu. Gökte hiç yıldız yoktu. Arslan Bey, hademesinin tuttuğu billûr bardaktaki yakut suyu içti. Yeniden doldurulan çubuğunu çekiyor, kethüdâsıyla öteden beriden konuşuyordu. Konuşurken düşündüğü hep kendi planıydı. Yine göğe dalmıştı. Birdenbire sordu: :&mdash; Hava kapanıyor gibi, değil mi? :&mdash; Evet... :&mdash; Bakalım yarın... :&mdash; Hücum mu edeceğiz beyim? :&mdash; Hayır canım, hava bozsun, görürsün. Kethüdâ yine bir şey anlamadı. [[Image:Separator.jpg|center60px]] Bir sabah... Binlerce bacadan henüz tütmüş soğuk, nemli bir duman kadar koyu bir sis her tarafı kaplamıştı. Ordugâh, sancaklar, tuğlar, çadırlar, dişbudak ağaçları, atlar, hiç, hiçbir şey görünmüyordu. Evvelâ birbirlerini çağıranların sözleri duyuluyor, sonra iki hayal, ses yordamıyla bu beyaz karanlığın içinde buluşuyordu. Arslan Bey, atını hazırlamıştı. Yine yapyalnız, her günkü gittiği yere doğru kaybolacaktı. O kadar neşeli idi ki... Bütün zâbitleri, çavuşları çağırttı. Hepsi hücum var sanıyordu. At dîvanı yapar gibi, bir ayağı yerde, bir ayağı özengide: :&mdash; Ağalar, dedi, bugün kaleyi alacağız. Ben iki saate kadar geleceğim. Şimdi hepiniz hazır olunuz. Nihâyetleri görünmeyen beyaz, büyük sakalının çerçevelediği yüzü sis içinde muallâkta duruyor sanılan ihtiyar topçubaşı sordu: :&mdash; Siz gelmeden ben döğmeye başlayım mı, beyim? Arslan Bey güldü: :&mdash; Hayır... Senin iki topunun güllelerine ihtiyacımız yok. Yalnız bize çok gürültü yap. :&mdash; Nasıl gürültü beyim? :&mdash; Toplarını nafile yerinden kımıldatma. Topçularını kalenin bedenlerine doğru yaklaştır. Avazları çıktğı kadar ``heya, mola, yisa..´´ diye bağırt! :&mdash; ...... :&mdash; Anlamıyor musun? Yalnız gürültü istiyorum. :&mdash; Pekala beyim. Sonra diğer zâbitlere döndü: :&mdash; Siz de bütün askerlerinizi muharebe niz&acirc;mıyla bunlara yaklaştırın. Mümkün olduğu kadar çok gürültü yaptırın. ``Heya, mola...´´ çektirin, Angarya n&acirc;raları attırın. İş türküleri söylettirin. İhtiyar topçubaşı gibi zâbitler de, çavuşlar da bu emirden bir şey anlamadılar. Fakat onlar anlamadan yapmasını pek iyi bilirlerdi. :&mdash; Başüstüne, başüstüne.... :&mdash; Haydi, ama çabuk... :&mdash; ...... Hepsi iki adım ayrılınca sisin içinde görünmez oldular. Arslan Bey, tepinen atına binince yuları tutan kethüdâsına: :&mdash; Sen de koş, yanına bir adam al, gerideki Değirmenli Çiftliği'nde biriktirdiğim elli mandayı hemen buraya sür. Burca giden yolun yanında hazır tut... Orada beni bekle. Haydi. :&mdash; Başüstüne... :&mdash; Ama çabuk.... :&mdash; ..... Hızla mahmuzlanan azgın at şaha kalkarak sisin içine atıldı. Üzerindeki, sırmalı kaftanının etekleri altın kanatlara benzeyen Arslan Bey'le, esâtirî bir kuş gibi uçtu. Biraz sonra.... Nereden geldiği belli olmayan derin bir gürültü sis içinde kaynıyor, ileri geri yaklaşıyor, uzaklaşıyor, dalgalanıyordu. Kös, kalkan, boru sesleri at kişnemelerine karışıyor, alınan emirler, verilen kumandalar yüzlerce ağız tarafından ayrı ayrı tekrarlanıyordu. Bastıkları yerleri görmeyen askerler, harp nizâmında bağırışarak, duyduklarını tekrarlayarak, dirsekleriyle, kalkanlarıyla birbirlerine dokunarak duman içinde ilerliyorlardı. Sağ taraftan topçuların ``Heya, mola´´ları işitiliyordu. Etrafını saran gürültüden hücumun başladığını kale de anladı. Boru, trampet, hurr&acirc; sesleri aksetmeye, tek tük tabanca, tüfek atılmaya başladı. Gözcüler kale bedenlerinin dibine kadar gidip geliyorlardı. Safların arasında, topçubaşının büyük bir lağım açtığı söyleniyordu. Askerler, z&acirc;bitlerinin emriyle, oldukları yerlerde bağdaş kurmuş bekliyorlar, gürültü ediyorlardı. Nihayet, Arslan Bey, terden sırılsıklam olmuş atı ile duman içinde harp sıralarının arasında, adım adım göründü. Her adımda: :&mdash; Yiğitlerim!... Sis açılmaya başladı mı, hemen susun. Hep birden ayağa kalkın, hücum edecek gibi durun. Ama, ileri gitmeyin. Ateş de açmayın. Ben düşmana teslim teklif edeceğim. Diyordu. Topçuların, topçulara karışan angaryacıların ``Heya, mola´´ nâraları gittikçe ziyâdeleşiyor, büyüyor, tüyleri ürpertecek heyecanlı akislerle görünmeyen dağları, taşları inletiyordu. <center>🙝🙟</center> Öğleye doğru sis açılmaya başladı. Askerler, sallanan siyahlı beyazlı bayrağı ile Şalgo'yu bir hayal gibi gördüler. Sesler kesildi. Şimalden esen bir rüzgar dumanları dağıtıyor; gerilere, ormanlara doğru sürüyordu. Artık herkes birbirini görüyordu. Kaleye pek yaklaşılmıştı. Askerler, gözleriyle kumandanlarını aradılar. O, burç kapısına giden yolun gediğinde, atıyla dolaşıyordu. Gediğin önünde büyük bir manda sürüsü vardı. Burcun tepesinde, siperlerin arasında, kalkanlı, tüfekli adamlar geziniyordu. Cesur Arslan Bey, kır atını ileriye sürdü. Kaleye yüz adım kadar yaklaştı. Arkasındaki kethüdâsıyla, genç tercüman koştular... Gür sesiyle haykırdı: :&mdash; Hey bre Şalgo muhafızları!... Ben, padişahımın dedesine sizin kralınızın memleketlerinden büyük yerler zaptetmiş, Bosna valisi Yahya Paşa'nın torunlarındanım. Ceddim Hamza Bali Bey, daha ondört yaşında iken sizin ordularınızı perişan etmiş, Viyana Muhasarası'nda, Viyenberg önünde şan almıştır. Ben, hangi kaleye gittimse geri dönmemişim, daha geçen gün iki küçük topla ``Boza´´ kulesini yerle bir ettim. Mihal Terşi, Etiyen Soşay, Andrenaki gibi kahramanlarınıza canlarını bağışladım. Vadiye çekildim. Geçip gitmeleri için yol verdim. Haydi gelin. Siz de teslim olun. Nafile yere kanınızı döktürmeyin... Kale ile beraber bütün ordunun işittiği bu teklifi, tercüman, avazı çıktığı kadar bağırarak tekrarladı. Derin bir sükut... Arslan Bey'in atı duramıyor, şaha kalkıyor, sağa sola tepiniyor, kethüdâ dizgininden tutmaya çalışıyordu. Burcun tepesinden bir cevap verdiler. Tercüman tekrarladı: :&mdash; "Ne gibi şartlarla?"diyorlar, beyim. Arslan Bey, deminkinden daha sert bir sesle haykırdı: :&mdash; Şartım filan yok. Biz teslim olanın canına kıymayız. Teslim olmazsanız, beş dakika sonra kalenin içinde bir canlı adam kalmaz. Karşınızdaki yolun gediği üzerinde gördüğünüz nedir? Anlamıyor musunuz? Babalarınızdan işitmediniz mi? Elli manda ile buraya getirdiğim bu topun iki güllesiyle binlerce Şalgo kuvvetinde olan İstanbul kaleleri tuzla buz oldu. İşte İstanbul'u alan bu top... Bir kere ateş edeceğim. İkinci atıma hacet yok. Ne kaleniz kalacak, ne de kendiniz. Acıyorum size... Genç tercüman, bu sözleri, yine avazı çıktığı kadar tekrarlarken, bütün askerler, gözlerini yolun gediğine çevirdiler. Mandaların yanında, uzun, büyük, gayet büyük, gayet kalın, gayet siyah, gayet müthiş bir topun korkunç bir ejderha gibi uzandığını gördüler. Safların arasında sevinç sadâları yükseldi. Herkes Arslan Bey'in bir haftadır ne beklediğini şimdi anlıyordu. Demek bu top geliyormuş... <center>🙝🙟</center> Biraz sonra... Şalgo'nun tepesinde, şan, namus kefeni olan meş'um beyaz bayrak dalgalanıyordu. Demir kapılar açılmıştı. Korkudan sapsarı kesilen tuğlu kumandan, altın kılıçlı asilzâdeler, zırhlı şövalyeler, Arslan Bey'in önünde dize gelmişlerdi. Silahları alınan düşman ikişer ikişer bağlanıyor, takım takım ordugâhın arkasına götürülüyordu. Kalenin içindeki kıymetli şeylerden bir dağ ortada kabarıyor; al yeşil bayraklarla kalenin tepesine dolan askerler bağırışıyorlar, aralarındaki dervişler, bedenlerden sarkarak ezan okuyorlar, tekbir çekiyorlardı. Teslim olan kumandanla erkânına Arslan Bey: :&mdash; Korkmayınız. Hayatınız bağışlanmıştır. Biz ''Vire''yi bozmayız. Gelin, size elli manda ile buraya getirdiğim topu seyrettireyim, dedi. Tercüman bunu tekrarlayınca, hepsi birbirlerine bakıştılar. Bu müthiş, bu korkunç, aleti yakından görmeyi hem merak ediyorlar, hem çekiniyorlardı. Arslan Bey'in arkasına takıldılar. Büyük topa doğru yürüdüler. Yaklaşınca Arslan Bey: :&mdash; İşte, dedi, sizin böyle topunuz var mı? Düşman kumandanı tercümanla cevap verdi: :&mdash; Hayır. :&mdash; Niçin yapmıyorsunuz? :&mdash; Bilmiyoruz. Genç irisi bir şövalye tercümana bir şey sordu. Arslan Bey: :&mdash; Ne diyor? Dedi. :&mdash; "Bey bu topu kaç günde İstanbul'dan buraya getirmiştir?" diyor. :&mdash; Sen de ki: "İstanbul'dan getirmemiş. Burada bir hafta içinde kendisi yapmış." Tercüman bu sözleri söyleyince esirler afallaştılar. Arslan Bey, daha ziyâde yaklaşıp elleriyle yoklamalarına, daha yakından görmelerine müsaade ettiğini söyledi. Mağrur kumandan, kahraman asilzâdeler, cesur şövalyeler, büyük topun etrafına toplandılar. Bir elini hançerinin elmas sapına dayayan Arslan Bey, öteki eliyle, gülümseyerek palabıyıklarını büküyor, arkasındaki kethüdâ, başını kaşıyarak gülmekten katılıyor, tercüman aptallaşıyordu. Yirmi adım uzakta duran mızraklı nöbetçiler de gülüşüyorlardı. Esirler topa ellerini sürdüler. Deliğini aradılar. Bulamayınca sarardılar. Sonra kızardılar. Birbirlerine bakıştılar. Öyle kaldılar. Kollarını çaprazlayarak yere bakan kale kumandanı titreyerek mırıldandı. Arslan Bey, tercümana baktı: :&mdash; Ne diyor? :&mdash; "Bu mertlik değil..." diyor. :&mdash; Ona sor ki: "Henüz bir kere patlamayan bir toptan korkarak hemen teslim oluvermek mi mertlik?" Tercüman sordu. :&mdash; ..... :&mdash; ..... Kale kumandanı, gözlerini yerden kaldırıp cevap veremedi. Asilzâdeler, şövalyeler birbirlerinin yüzlerine bakmaya cesaret edemediler; âni bir ölüm darbesiyle vurulmuş gibi oldukları yerde donup kaldılar. Bir güllesiyle kaleyi yıkacak olan bu korkunç top, siyaha boyanmış, kocaman bir kütükten başka bir şey değildi!... [[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]] 6zujetzi0mtkcbeil2718ub7rdnlwza 151651 151637 2022-08-11T05:23:54Z Kwamikagami 19579 wikitext text/x-wiki {{eser başlığı | önceki = | sonraki = | başlık = Kütük | bölüm = | eser sahibi = Ömer Seyfettin | notlar = İlk yayım:''Yeni Mecmua'', 27 Eylül 1917, sene 1, sayı 12 }} Alaca karanlık içinde sivri, siyah bir kayanın müphem hayali gibi yükselen Şalgo burcu uyanıktı. Vakit vakit inlettiği trampete, boru seslerini akşamın hafif rüzgarı, derin bir uğultu halinde, her tarafa yayıyor... Kederli bağırışmalarıyla ölümü hatırlatan küfürbaz karga sürüleri, bulutlu havanın donuk hüznünü daha beter artırıyordu. Mor dağlar gittikçe koyulaşıyordu. Yamaçlardaki dağınık gölgeler, kuşsuz ormanlar, hıçkıran dereler, kaçan yollar, ıssız korular, sanki korkunç bir fırtınanın gürlemesini bekliyorlardı. Burcun tepesinde, beyazlı siyahlı bir bayrak, can çekişen bir kartal ıstırabıyla kıvranıyordu. İkibin kişilik muhâsara ordusunun çadırları, kaleye giren geniş yolun sağındaki büyük dişbudak ağaçlarının etrafına kurulmuştu. Yerlere kazıklanmış kır atlar, yabancı korkular duyuyorlar gibi, sık sık başlarını kaldırarak kişniyorlar, tırnaklarıyla kazmaya çalıştıkları toprakların nemli çimenlerini otluyorlardı. Dallarda kırmızı çullar, sırmalı eğerler asılı duruyordu. Cemâatle kılınmış akşam namazından dağılan askerler, çadırların arasından gürültü ile geçiyorlardı. Kısa emirler, çağırılan isimler, bir kahkaha, bir söz... Başlayacak sükûnu bozuyor, atların yanında itişen birkaç gencin şen nâraları duyuluyordu. Çifte direkli yeşil çadırın kapısı önüne serilmiş büyük bir kaplan postu üzerinde kehribar çubuğunu fosur fosur çeken koca bıyıklı, iri vücutlu, ateş nazarlı şâir kumandan, gözlerini, alacağı kalenin sallanan bayrağına dikmişti. Karşısında diz çökmüş kethüdâsının anlattıklarını dinliyordu. Ordugâha yarım saat evvel dört nala gelen bu adam, yaşlı, şişman bir askerdi. İşte kaç hafta oluyor, kumandanının "Göndersdref Baronu Erasm Tofl'u beraber vurmak" teklifini hâvî mektubunu, tek başına, Hadım Ali Paşa'ya götürmüştü. Ama, paşa çok meşguldü. Vakit bulup cevap verememişti. Dregley kalesini sarıyordu. Muhâsaranın iptidâsından nihayetine kadar hazır bulunan kethüdâ, şimdi orada gördüklerini söylüyordu; bu kale gayet sarp, gayet dik, bir kayanın zirvesine yapılmıştı. Arslan Bey sordu: :&mdash; Bizim kaleden daha yüksek mi? :&mdash; Daha yüksek beyim. Kumandanın ``bizim kale´´ dediği, henüz çırpınan bayrağına hasretle baktığı Şalgo burcu idi. Fakat o, burasını birkaç gün içinde zaptedeceğini iyice biliyordu. Daha birkaç hafta evvel Boze kulesinde hücumlarına karşı durmak isteyen Andrenaki, Mihal Terşi, Etiyen Soşay, nasıl kendisine kuleyi teslim etmişler; nasıl kahramanlığını, cesaretini alkışlayarak, lütfuna teşekkürler ederek çekilip gitmişlerdi... :&mdash; Ben, bir kalenin karşısında çok duramam dedi, hiç sabrım yoktur. Ama Ali Paşa, çok sabırlı... M&acirc;şallah! Kethüd&acirc; başını kaldırdı: :&mdash; O da sabırsız... Ama, ne yapsın? Dregley, pek yalçın, pek sarp... Borsem dağları içinde baş kale bu imiş diyorlar. :&mdash; Paşa, muhafızlara evvel&acirc; teslim teklif etmedi mi? :&mdash; Etti. :&mdash; Kabul etmediler mi? :&mdash; Hayır, etmediler. :&mdash; Kalenin kumandanı kimdi? :&mdash; Zondi isminde bir kahraman... :&mdash; Ben onların kahramanlıklarını bilirim. Verdikleri sözü tutmazlar.. ''Vire''yi bozarlar. Elçiye hakaret ederler. :&mdash; Hayır, Arslan Bey, Zondi bildiklerinizden değil. Çok mert bir adam. :&mdash; Paşa, teslim teklifini kiminle gönderdi? :&mdash; Papaz Marten Uruçgalo ile... :&mdash; Ne ise... Türk elçi gönderseydi, mutlaka kafasını keserler, bedenlerden aşağı fırlatırlardı. :&mdash; Paşa, Türk elçisi gönderseydi, Zondi, bunu yapmazdı. :&mdash; Ne biliyorsun? :&mdash; Papaz Marten'e söylediği sözlerden anladım. :&mdash; Ne demiş? :&mdash; Demiş ki: "Git, paşaya söyle. Bana teslim teklif etmesin. Bir askere bundan büyük hakaret olamaz. O nasıl harp adamı ise, ben de harp adamıyım. Ya ölürüm, ya galip gelirim. Ama, görüyorum ki, benim işim bitti. O, durmasın, bütün kuvvetiyle hücum etsin. Ben mutlaka yıkılacak kalenin taşları altında kalmak isterim." :&mdash; S&acirc;hi, namuslu bir askermiş... Kethüd&acirc;: :&mdash; Yalnız namuslu bir asker değil, Arslan Bey, dedi, hem de gayet &acirc;licenap bir mert... :&mdash; Nasıl? :&mdash; Bakın anlatayım. Papaz Marten, ordug&acirc;ha red haberini getirmek için dönerken, Zondi, onu tutmuş. Evvelce esir aldığı iki Türk delikanlısını yanına getirmiş. Bunlara gayet kıymetli erguvan&icirc; elbiseler giydirmiş. Ceplerini altınla doldurmuş. "Al bunları paşaya götür. Benimle beraber ölmelerini istemiyorum. Çok yiğit gençlerdir. Terbiyelerine dikkat etsin. Devletine iki büyük asker yetiştirmiş olur." demiş. :&mdash; S&acirc;hi, &acirc;licenap bir adammış... :&mdash; Sonra, elimize diri geçen esirlerden işittik; kalenin avlusuna silahlarını, gümüş takımlarını, en kıymetli eşyalarını yığarak yakmış. Ahırındaki muharebe atlarını, ağlayarak, kendi eliyle öldürmüş. Son hücumda bizim asker kalenin kapısını zorladı. Kırdı. Yeniçeriler, bir kurşunla yaralanan Zondi'yi diri diri yakalamaya çok çalıştılar. Ama mümkün olmadı. O, diz üstü sürünerek, her tarafı kılıçla, mızrakla delik deşik olup ölünceye kadar vuruştu. :&mdash; Demek paşa bu mert düşmanla konuşamadı. :&mdash; Evet, konuşamadı. Vücuduyla kesik başını kalenin karşısına gömdürdü. Mezarının üstüne bir mızrak, bir bayrak dikilmesini emretti. :&mdash; Aşkolsun! Ben olsam bir türbe yaptırırım. Vall&acirc;hi... Arslan Bey düşmanın cesurunu, kahramanını, yılmazını severdi. Onca harp bir mertlik sanatıydı. Düşman ordusundan kaçıp kendisine iltic&acirc; edenlere hiç aman vermez. "Hain her yerde haindir" diye hemen boynunu vurdururdu. Ortalık bütün bütün kararıyor, gece oluyordu. Kethüdâ, uzun uzadıya anlattığı Dregley kalesinin hikâyesini hâlâ bitiremiyordu. Yatsı namazı için abdest suyu taşıyan angaryacılar, meş'alelerle geçmeye başladılar. Arslan Bey, Şalgo'nun, ıslanmış, hasta, ateş böcekleri gibi sönük sönük parlayan ziyâlarına bakıyor, kethüdânın sözlerini işitmeyerek, kendi planını düşünüyordu. O biliyordu; düşmanların hepsi Zondi gibi, Plâs Batanyus gibi, Lozonci gibi kahraman değildi. İçlerinde tavşan kadar korkakları da vardı. Mesela; Seçeni kalesinin muhafızları, daha Ali Paşa yaklaşırken, toplarını, tüfeklerini, cephânelerini, erzaklarını, mallarını, hatta ihtiyarlarını, çocuklarını bırakıp bir kurşun atmadan kaçmışlardı. Birkaç güne kadar burası da alınınca Holloko, Boyak, Şağ, keparmat kaleleri kalıyordu. Ama Allah kerimdi. :&mdash; Hepsinin zaptı belki bir ay sürmez. Diye mırıldandı. Kethüdâ, kumandanın ne düşündüğünden haberi yoktu, anlamadı. Sordu: :&mdash; Bu kalenin zaptı mı beyim? :&mdash; Hayır, canım... Bu, birkaç günlük iş! Hele hava biraz kapansın... Fulek'e kadar dört beş kale var... Onların hepsini diyorum. :&mdash; Bir ayda dört beş kale... Bu güç beyim. :&mdash; Niçin? :&mdash; Daha bu kaleye bir tüfek atılmamış... Ben attan inerken yoldaşlar söylediler. :&mdash; Ben, burasını, bir kurşun atmadan alacağım. :&mdash; Nasıl beyim? :&mdash; Senin aklın ermez. Hava biraz kapansın, görürsün... :&mdash; Hiç topa tutmadan hücum mu edeceğiz? :&mdash; Hayır. :&mdash; Ya ne yapacağız? :&mdash; Havanın kapanmasını bekle, dedim ya... Göreceksin. :&mdash; ! ! ! Arslan Bey, planlarını en yakın adamlarından bile saklardı. "Yerin kulağı var." derdi. Ağzından çıkan bir sır mutlaka işitilecekti. Kethüdâ gibi bu sessiz, bu mânasız beklemeden bütün askerler sıkılıyorlar, bir şey anlamıyorlardı. Kumandanın imdat, cephâne, top beklediği söyleniyordu. İhtiyar sipâhîler: "Biz burasını imdat gelmeden alamaz mıyız? İki top yetmez mi? Ne duruyoruz?" diye çadırlarında dedikodu yapıyorlardı. Buraya gelindiği günden beri askere istirahat ettiren Arslan Bey, her sabah erkenden atına biniyor, tek başına gerilerdeki ormanların içine dalıyor, saatlerce kalıyor, gülerek dönüyor: :&mdash; Hava bozmayacak mı? Ah, biraz sis olsa... Diye gözlerini gökten, kalenin sallanan bayrağından ayıramıyordu. İşte kethüdânın getirdiği mektupta Ali Paşa da, teklifini kabul ediyordu. Onunla birleşince ordusu yedibin kişi kadar olacaktı. O vakit şüphesiz Tofeli, Pallaviçini'yi diri diri esir tutabilecekti. Koyu karanlık içinden, uzaktan uzağa, Şalgo burcundaki nöbetçilerin attıkları acı nâralar, acı köpek ulumaları işitiliyordu. Gökte hiç yıldız yoktu. Arslan Bey, hademesinin tuttuğu billûr bardaktaki yakut suyu içti. Yeniden doldurulan çubuğunu çekiyor, kethüdâsıyla öteden beriden konuşuyordu. Konuşurken düşündüğü hep kendi planıydı. Yine göğe dalmıştı. Birdenbire sordu: :&mdash; Hava kapanıyor gibi, değil mi? :&mdash; Evet... :&mdash; Bakalım yarın... :&mdash; Hücum mu edeceğiz beyim? :&mdash; Hayır canım, hava bozsun, görürsün. Kethüdâ yine bir şey anlamadı. <center>🙝🙟</center> Bir sabah... Binlerce bacadan henüz tütmüş soğuk, nemli bir duman kadar koyu bir sis her tarafı kaplamıştı. Ordugâh, sancaklar, tuğlar, çadırlar, dişbudak ağaçları, atlar, hiç, hiçbir şey görünmüyordu. Evvelâ birbirlerini çağıranların sözleri duyuluyor, sonra iki hayal, ses yordamıyla bu beyaz karanlığın içinde buluşuyordu. Arslan Bey, atını hazırlamıştı. Yine yapyalnız, her günkü gittiği yere doğru kaybolacaktı. O kadar neşeli idi ki... Bütün zâbitleri, çavuşları çağırttı. Hepsi hücum var sanıyordu. At dîvanı yapar gibi, bir ayağı yerde, bir ayağı özengide: :&mdash; Ağalar, dedi, bugün kaleyi alacağız. Ben iki saate kadar geleceğim. Şimdi hepiniz hazır olunuz. Nihâyetleri görünmeyen beyaz, büyük sakalının çerçevelediği yüzü sis içinde muallâkta duruyor sanılan ihtiyar topçubaşı sordu: :&mdash; Siz gelmeden ben döğmeye başlayım mı, beyim? Arslan Bey güldü: :&mdash; Hayır... Senin iki topunun güllelerine ihtiyacımız yok. Yalnız bize çok gürültü yap. :&mdash; Nasıl gürültü beyim? :&mdash; Toplarını nafile yerinden kımıldatma. Topçularını kalenin bedenlerine doğru yaklaştır. Avazları çıktğı kadar ``heya, mola, yisa..´´ diye bağırt! :&mdash; ...... :&mdash; Anlamıyor musun? Yalnız gürültü istiyorum. :&mdash; Pekala beyim. Sonra diğer zâbitlere döndü: :&mdash; Siz de bütün askerlerinizi muharebe niz&acirc;mıyla bunlara yaklaştırın. Mümkün olduğu kadar çok gürültü yaptırın. ``Heya, mola...´´ çektirin, Angarya n&acirc;raları attırın. İş türküleri söylettirin. İhtiyar topçubaşı gibi zâbitler de, çavuşlar da bu emirden bir şey anlamadılar. Fakat onlar anlamadan yapmasını pek iyi bilirlerdi. :&mdash; Başüstüne, başüstüne.... :&mdash; Haydi, ama çabuk... :&mdash; ...... Hepsi iki adım ayrılınca sisin içinde görünmez oldular. Arslan Bey, tepinen atına binince yuları tutan kethüdâsına: :&mdash; Sen de koş, yanına bir adam al, gerideki Değirmenli Çiftliği'nde biriktirdiğim elli mandayı hemen buraya sür. Burca giden yolun yanında hazır tut... Orada beni bekle. Haydi. :&mdash; Başüstüne... :&mdash; Ama çabuk.... :&mdash; ..... Hızla mahmuzlanan azgın at şaha kalkarak sisin içine atıldı. Üzerindeki, sırmalı kaftanının etekleri altın kanatlara benzeyen Arslan Bey'le, esâtirî bir kuş gibi uçtu. Biraz sonra.... Nereden geldiği belli olmayan derin bir gürültü sis içinde kaynıyor, ileri geri yaklaşıyor, uzaklaşıyor, dalgalanıyordu. Kös, kalkan, boru sesleri at kişnemelerine karışıyor, alınan emirler, verilen kumandalar yüzlerce ağız tarafından ayrı ayrı tekrarlanıyordu. Bastıkları yerleri görmeyen askerler, harp nizâmında bağırışarak, duyduklarını tekrarlayarak, dirsekleriyle, kalkanlarıyla birbirlerine dokunarak duman içinde ilerliyorlardı. Sağ taraftan topçuların ``Heya, mola´´ları işitiliyordu. Etrafını saran gürültüden hücumun başladığını kale de anladı. Boru, trampet, hurr&acirc; sesleri aksetmeye, tek tük tabanca, tüfek atılmaya başladı. Gözcüler kale bedenlerinin dibine kadar gidip geliyorlardı. Safların arasında, topçubaşının büyük bir lağım açtığı söyleniyordu. Askerler, z&acirc;bitlerinin emriyle, oldukları yerlerde bağdaş kurmuş bekliyorlar, gürültü ediyorlardı. Nihayet, Arslan Bey, terden sırılsıklam olmuş atı ile duman içinde harp sıralarının arasında, adım adım göründü. Her adımda: :&mdash; Yiğitlerim!... Sis açılmaya başladı mı, hemen susun. Hep birden ayağa kalkın, hücum edecek gibi durun. Ama, ileri gitmeyin. Ateş de açmayın. Ben düşmana teslim teklif edeceğim. Diyordu. Topçuların, topçulara karışan angaryacıların ``Heya, mola´´ nâraları gittikçe ziyâdeleşiyor, büyüyor, tüyleri ürpertecek heyecanlı akislerle görünmeyen dağları, taşları inletiyordu. <center>🙝🙟</center> Öğleye doğru sis açılmaya başladı. Askerler, sallanan siyahlı beyazlı bayrağı ile Şalgo'yu bir hayal gibi gördüler. Sesler kesildi. Şimalden esen bir rüzgar dumanları dağıtıyor; gerilere, ormanlara doğru sürüyordu. Artık herkes birbirini görüyordu. Kaleye pek yaklaşılmıştı. Askerler, gözleriyle kumandanlarını aradılar. O, burç kapısına giden yolun gediğinde, atıyla dolaşıyordu. Gediğin önünde büyük bir manda sürüsü vardı. Burcun tepesinde, siperlerin arasında, kalkanlı, tüfekli adamlar geziniyordu. Cesur Arslan Bey, kır atını ileriye sürdü. Kaleye yüz adım kadar yaklaştı. Arkasındaki kethüdâsıyla, genç tercüman koştular... Gür sesiyle haykırdı: :&mdash; Hey bre Şalgo muhafızları!... Ben, padişahımın dedesine sizin kralınızın memleketlerinden büyük yerler zaptetmiş, Bosna valisi Yahya Paşa'nın torunlarındanım. Ceddim Hamza Bali Bey, daha ondört yaşında iken sizin ordularınızı perişan etmiş, Viyana Muhasarası'nda, Viyenberg önünde şan almıştır. Ben, hangi kaleye gittimse geri dönmemişim, daha geçen gün iki küçük topla ``Boza´´ kulesini yerle bir ettim. Mihal Terşi, Etiyen Soşay, Andrenaki gibi kahramanlarınıza canlarını bağışladım. Vadiye çekildim. Geçip gitmeleri için yol verdim. Haydi gelin. Siz de teslim olun. Nafile yere kanınızı döktürmeyin... Kale ile beraber bütün ordunun işittiği bu teklifi, tercüman, avazı çıktığı kadar bağırarak tekrarladı. Derin bir sükut... Arslan Bey'in atı duramıyor, şaha kalkıyor, sağa sola tepiniyor, kethüdâ dizgininden tutmaya çalışıyordu. Burcun tepesinden bir cevap verdiler. Tercüman tekrarladı: :&mdash; "Ne gibi şartlarla?"diyorlar, beyim. Arslan Bey, deminkinden daha sert bir sesle haykırdı: :&mdash; Şartım filan yok. Biz teslim olanın canına kıymayız. Teslim olmazsanız, beş dakika sonra kalenin içinde bir canlı adam kalmaz. Karşınızdaki yolun gediği üzerinde gördüğünüz nedir? Anlamıyor musunuz? Babalarınızdan işitmediniz mi? Elli manda ile buraya getirdiğim bu topun iki güllesiyle binlerce Şalgo kuvvetinde olan İstanbul kaleleri tuzla buz oldu. İşte İstanbul'u alan bu top... Bir kere ateş edeceğim. İkinci atıma hacet yok. Ne kaleniz kalacak, ne de kendiniz. Acıyorum size... Genç tercüman, bu sözleri, yine avazı çıktığı kadar tekrarlarken, bütün askerler, gözlerini yolun gediğine çevirdiler. Mandaların yanında, uzun, büyük, gayet büyük, gayet kalın, gayet siyah, gayet müthiş bir topun korkunç bir ejderha gibi uzandığını gördüler. Safların arasında sevinç sadâları yükseldi. Herkes Arslan Bey'in bir haftadır ne beklediğini şimdi anlıyordu. Demek bu top geliyormuş... <center>🙝🙟</center> Biraz sonra... Şalgo'nun tepesinde, şan, namus kefeni olan meş'um beyaz bayrak dalgalanıyordu. Demir kapılar açılmıştı. Korkudan sapsarı kesilen tuğlu kumandan, altın kılıçlı asilzâdeler, zırhlı şövalyeler, Arslan Bey'in önünde dize gelmişlerdi. Silahları alınan düşman ikişer ikişer bağlanıyor, takım takım ordugâhın arkasına götürülüyordu. Kalenin içindeki kıymetli şeylerden bir dağ ortada kabarıyor; al yeşil bayraklarla kalenin tepesine dolan askerler bağırışıyorlar, aralarındaki dervişler, bedenlerden sarkarak ezan okuyorlar, tekbir çekiyorlardı. Teslim olan kumandanla erkânına Arslan Bey: :&mdash; Korkmayınız. Hayatınız bağışlanmıştır. Biz ''Vire''yi bozmayız. Gelin, size elli manda ile buraya getirdiğim topu seyrettireyim, dedi. Tercüman bunu tekrarlayınca, hepsi birbirlerine bakıştılar. Bu müthiş, bu korkunç, aleti yakından görmeyi hem merak ediyorlar, hem çekiniyorlardı. Arslan Bey'in arkasına takıldılar. Büyük topa doğru yürüdüler. Yaklaşınca Arslan Bey: :&mdash; İşte, dedi, sizin böyle topunuz var mı? Düşman kumandanı tercümanla cevap verdi: :&mdash; Hayır. :&mdash; Niçin yapmıyorsunuz? :&mdash; Bilmiyoruz. Genç irisi bir şövalye tercümana bir şey sordu. Arslan Bey: :&mdash; Ne diyor? Dedi. :&mdash; "Bey bu topu kaç günde İstanbul'dan buraya getirmiştir?" diyor. :&mdash; Sen de ki: "İstanbul'dan getirmemiş. Burada bir hafta içinde kendisi yapmış." Tercüman bu sözleri söyleyince esirler afallaştılar. Arslan Bey, daha ziyâde yaklaşıp elleriyle yoklamalarına, daha yakından görmelerine müsaade ettiğini söyledi. Mağrur kumandan, kahraman asilzâdeler, cesur şövalyeler, büyük topun etrafına toplandılar. Bir elini hançerinin elmas sapına dayayan Arslan Bey, öteki eliyle, gülümseyerek palabıyıklarını büküyor, arkasındaki kethüdâ, başını kaşıyarak gülmekten katılıyor, tercüman aptallaşıyordu. Yirmi adım uzakta duran mızraklı nöbetçiler de gülüşüyorlardı. Esirler topa ellerini sürdüler. Deliğini aradılar. Bulamayınca sarardılar. Sonra kızardılar. Birbirlerine bakıştılar. Öyle kaldılar. Kollarını çaprazlayarak yere bakan kale kumandanı titreyerek mırıldandı. Arslan Bey, tercümana baktı: :&mdash; Ne diyor? :&mdash; "Bu mertlik değil..." diyor. :&mdash; Ona sor ki: "Henüz bir kere patlamayan bir toptan korkarak hemen teslim oluvermek mi mertlik?" Tercüman sordu. :&mdash; ..... :&mdash; ..... Kale kumandanı, gözlerini yerden kaldırıp cevap veremedi. Asilzâdeler, şövalyeler birbirlerinin yüzlerine bakmaya cesaret edemediler; âni bir ölüm darbesiyle vurulmuş gibi oldukları yerde donup kaldılar. Bir güllesiyle kaleyi yıkacak olan bu korkunç top, siyaha boyanmış, kocaman bir kütükten başka bir şey değildi!... Gelişmiş Özel karakterler Yardım Başlık Biçim Ekle {{eser başlığı | önceki = | sonraki = | başlık = Kütük | bölüm = | eser sahibi = Ömer Seyfettin | notlar = İlk yayım:''Yeni Mecmua'', 27 Eylül 1917, sene 1, sayı 12 }} Alaca karanlık içinde sivri, siyah bir kayanın müphem hayali gibi yükselen Şalgo burcu uyanıktı. Vakit vakit inlettiği trampete, boru seslerini akşamın hafif rüzgarı, derin bir uğultu halinde, her tarafa yayıyor... Kederli bağırışmalarıyla ölümü hatırlatan küfürbaz karga sürüleri, bulutlu havanın donuk hüznünü daha beter artırıyordu. Mor dağlar gittikçe koyulaşıyordu. Yamaçlardaki dağınık gölgeler, kuşsuz ormanlar, hıçkıran dereler, kaçan yollar, ıssız korular, sanki korkunç bir fırtınanın gürlemesini bekliyorlardı. Burcun tepesinde, beyazlı siyahlı bir bayrak, can çekişen bir kartal ıstırabıyla kıvranıyordu. İkibin kişilik muhâsara ordusunun çadırları, kaleye giren geniş yolun sağındaki büyük dişbudak ağaçlarının etrafına kurulmuştu. Yerlere kazıklanmış kır atlar, yabancı korkular duyuyorlar gibi, sık sık başlarını kaldırarak kişniyorlar, tırnaklarıyla kazmaya çalıştıkları toprakların nemli çimenlerini otluyorlardı. Dallarda kırmızı çullar, sırmalı eğerler asılı duruyordu. Cemâatle kılınmış akşam namazından dağılan askerler, çadırların arasından gürültü ile geçiyorlardı. Kısa emirler, çağırılan isimler, bir kahkaha, bir söz... Başlayacak sükûnu bozuyor, atların yanında itişen birkaç gencin şen nâraları duyuluyordu. Çifte direkli yeşil çadırın kapısı önüne serilmiş büyük bir kaplan postu üzerinde kehribar çubuğunu fosur fosur çeken koca bıyıklı, iri vücutlu, ateş nazarlı şâir kumandan, gözlerini, alacağı kalenin sallanan bayrağına dikmişti. Karşısında diz çökmüş kethüdâsının anlattıklarını dinliyordu. Ordugâha yarım saat evvel dört nala gelen bu adam, yaşlı, şişman bir askerdi. İşte kaç hafta oluyor, kumandanının "Göndersdref Baronu Erasm Tofl'u beraber vurmak" teklifini hâvî mektubunu, tek başına, Hadım Ali Paşa'ya götürmüştü. Ama, paşa çok meşguldü. Vakit bulup cevap verememişti. Dregley kalesini sarıyordu. Muhâsaranın iptidâsından nihayetine kadar hazır bulunan kethüdâ, şimdi orada gördüklerini söylüyordu; bu kale gayet sarp, gayet dik, bir kayanın zirvesine yapılmıştı. Arslan Bey sordu: :&mdash; Bizim kaleden daha yüksek mi? :&mdash; Daha yüksek beyim. Kumandanın ``bizim kale´´ dediği, henüz çırpınan bayrağına hasretle baktığı Şalgo burcu idi. Fakat o, burasını birkaç gün içinde zaptedeceğini iyice biliyordu. Daha birkaç hafta evvel Boze kulesinde hücumlarına karşı durmak isteyen Andrenaki, Mihal Terşi, Etiyen Soşay, nasıl kendisine kuleyi teslim etmişler; nasıl kahramanlığını, cesaretini alkışlayarak, lütfuna teşekkürler ederek çekilip gitmişlerdi... :&mdash; Ben, bir kalenin karşısında çok duramam dedi, hiç sabrım yoktur. Ama Ali Paşa, çok sabırlı... M&acirc;şallah! Kethüd&acirc; başını kaldırdı: :&mdash; O da sabırsız... Ama, ne yapsın? Dregley, pek yalçın, pek sarp... Borsem dağları içinde baş kale bu imiş diyorlar. :&mdash; Paşa, muhafızlara evvel&acirc; teslim teklif etmedi mi? :&mdash; Etti. :&mdash; Kabul etmediler mi? :&mdash; Hayır, etmediler. :&mdash; Kalenin kumandanı kimdi? :&mdash; Zondi isminde bir kahraman... :&mdash; Ben onların kahramanlıklarını bilirim. Verdikleri sözü tutmazlar.. ''Vire''yi bozarlar. Elçiye hakaret ederler. :&mdash; Hayır, Arslan Bey, Zondi bildiklerinizden değil. Çok mert bir adam. :&mdash; Paşa, teslim teklifini kiminle gönderdi? :&mdash; Papaz Marten Uruçgalo ile... :&mdash; Ne ise... Türk elçi gönderseydi, mutlaka kafasını keserler, bedenlerden aşağı fırlatırlardı. :&mdash; Paşa, Türk elçisi gönderseydi, Zondi, bunu yapmazdı. :&mdash; Ne biliyorsun? :&mdash; Papaz Marten'e söylediği sözlerden anladım. :&mdash; Ne demiş? :&mdash; Demiş ki: "Git, paşaya söyle. Bana teslim teklif etmesin. Bir askere bundan büyük hakaret olamaz. O nasıl harp adamı ise, ben de harp adamıyım. Ya ölürüm, ya galip gelirim. Ama, görüyorum ki, benim işim bitti. O, durmasın, bütün kuvvetiyle hücum etsin. Ben mutlaka yıkılacak kalenin taşları altında kalmak isterim." :&mdash; S&acirc;hi, namuslu bir askermiş... Kethüd&acirc;: :&mdash; Yalnız namuslu bir asker değil, Arslan Bey, dedi, hem de gayet &acirc;licenap bir mert... :&mdash; Nasıl? :&mdash; Bakın anlatayım. Papaz Marten, ordug&acirc;ha red haberini getirmek için dönerken, Zondi, onu tutmuş. Evvelce esir aldığı iki Türk delikanlısını yanına getirmiş. Bunlara gayet kıymetli erguvan&icirc; elbiseler giydirmiş. Ceplerini altınla doldurmuş. "Al bunları paşaya götür. Benimle beraber ölmelerini istemiyorum. Çok yiğit gençlerdir. Terbiyelerine dikkat etsin. Devletine iki büyük asker yetiştirmiş olur." demiş. :&mdash; S&acirc;hi, &acirc;licenap bir adammış... :&mdash; Sonra, elimize diri geçen esirlerden işittik; kalenin avlusuna silahlarını, gümüş takımlarını, en kıymetli eşyalarını yığarak yakmış. Ahırındaki muharebe atlarını, ağlayarak, kendi eliyle öldürmüş. Son hücumda bizim asker kalenin kapısını zorladı. Kırdı. Yeniçeriler, bir kurşunla yaralanan Zondi'yi diri diri yakalamaya çok çalıştılar. Ama mümkün olmadı. O, diz üstü sürünerek, her tarafı kılıçla, mızrakla delik deşik olup ölünceye kadar vuruştu. :&mdash; Demek paşa bu mert düşmanla konuşamadı. :&mdash; Evet, konuşamadı. Vücuduyla kesik başını kalenin karşısına gömdürdü. Mezarının üstüne bir mızrak, bir bayrak dikilmesini emretti. :&mdash; Aşkolsun! Ben olsam bir türbe yaptırırım. Vall&acirc;hi... Arslan Bey düşmanın cesurunu, kahramanını, yılmazını severdi. Onca harp bir mertlik sanatıydı. Düşman ordusundan kaçıp kendisine iltic&acirc; edenlere hiç aman vermez. "Hain her yerde haindir" diye hemen boynunu vurdururdu. Ortalık bütün bütün kararıyor, gece oluyordu. Kethüdâ, uzun uzadıya anlattığı Dregley kalesinin hikâyesini hâlâ bitiremiyordu. Yatsı namazı için abdest suyu taşıyan angaryacılar, meş'alelerle geçmeye başladılar. Arslan Bey, Şalgo'nun, ıslanmış, hasta, ateş böcekleri gibi sönük sönük parlayan ziyâlarına bakıyor, kethüdânın sözlerini işitmeyerek, kendi planını düşünüyordu. O biliyordu; düşmanların hepsi Zondi gibi, Plâs Batanyus gibi, Lozonci gibi kahraman değildi. İçlerinde tavşan kadar korkakları da vardı. Mesela; Seçeni kalesinin muhafızları, daha Ali Paşa yaklaşırken, toplarını, tüfeklerini, cephânelerini, erzaklarını, mallarını, hatta ihtiyarlarını, çocuklarını bırakıp bir kurşun atmadan kaçmışlardı. Birkaç güne kadar burası da alınınca Holloko, Boyak, Şağ, keparmat kaleleri kalıyordu. Ama Allah kerimdi. :&mdash; Hepsinin zaptı belki bir ay sürmez. Diye mırıldandı. Kethüdâ, kumandanın ne düşündüğünden haberi yoktu, anlamadı. Sordu: :&mdash; Bu kalenin zaptı mı beyim? :&mdash; Hayır, canım... Bu, birkaç günlük iş! Hele hava biraz kapansın... Fulek'e kadar dört beş kale var... Onların hepsini diyorum. :&mdash; Bir ayda dört beş kale... Bu güç beyim. :&mdash; Niçin? :&mdash; Daha bu kaleye bir tüfek atılmamış... Ben attan inerken yoldaşlar söylediler. :&mdash; Ben, burasını, bir kurşun atmadan alacağım. :&mdash; Nasıl beyim? :&mdash; Senin aklın ermez. Hava biraz kapansın, görürsün... :&mdash; Hiç topa tutmadan hücum mu edeceğiz? :&mdash; Hayır. :&mdash; Ya ne yapacağız? :&mdash; Havanın kapanmasını bekle, dedim ya... Göreceksin. :&mdash; ! ! ! Arslan Bey, planlarını en yakın adamlarından bile saklardı. "Yerin kulağı var." derdi. Ağzından çıkan bir sır mutlaka işitilecekti. Kethüdâ gibi bu sessiz, bu mânasız beklemeden bütün askerler sıkılıyorlar, bir şey anlamıyorlardı. Kumandanın imdat, cephâne, top beklediği söyleniyordu. İhtiyar sipâhîler: "Biz burasını imdat gelmeden alamaz mıyız? İki top yetmez mi? Ne duruyoruz?" diye çadırlarında dedikodu yapıyorlardı. Buraya gelindiği günden beri askere istirahat ettiren Arslan Bey, her sabah erkenden atına biniyor, tek başına gerilerdeki ormanların içine dalıyor, saatlerce kalıyor, gülerek dönüyor: :&mdash; Hava bozmayacak mı? Ah, biraz sis olsa... Diye gözlerini gökten, kalenin sallanan bayrağından ayıramıyordu. İşte kethüdânın getirdiği mektupta Ali Paşa da, teklifini kabul ediyordu. Onunla birleşince ordusu yedibin kişi kadar olacaktı. O vakit şüphesiz Tofeli, Pallaviçini'yi diri diri esir tutabilecekti. Koyu karanlık içinden, uzaktan uzağa, Şalgo burcundaki nöbetçilerin attıkları acı nâralar, acı köpek ulumaları işitiliyordu. Gökte hiç yıldız yoktu. Arslan Bey, hademesinin tuttuğu billûr bardaktaki yakut suyu içti. Yeniden doldurulan çubuğunu çekiyor, kethüdâsıyla öteden beriden konuşuyordu. Konuşurken düşündüğü hep kendi planıydı. Yine göğe dalmıştı. Birdenbire sordu: :&mdash; Hava kapanıyor gibi, değil mi? :&mdash; Evet... :&mdash; Bakalım yarın... :&mdash; Hücum mu edeceğiz beyim? :&mdash; Hayır canım, hava bozsun, görürsün. Kethüdâ yine bir şey anlamadı. <center>🙝🙟</center> Bir sabah... Binlerce bacadan henüz tütmüş soğuk, nemli bir duman kadar koyu bir sis her tarafı kaplamıştı. Ordugâh, sancaklar, tuğlar, çadırlar, dişbudak ağaçları, atlar, hiç, hiçbir şey görünmüyordu. Evvelâ birbirlerini çağıranların sözleri duyuluyor, sonra iki hayal, ses yordamıyla bu beyaz karanlığın içinde buluşuyordu. Arslan Bey, atını hazırlamıştı. Yine yapyalnız, her günkü gittiği yere doğru kaybolacaktı. O kadar neşeli idi ki... Bütün zâbitleri, çavuşları çağırttı. Hepsi hücum var sanıyordu. At dîvanı yapar gibi, bir ayağı yerde, bir ayağı özengide: :&mdash; Ağalar, dedi, bugün kaleyi alacağız. Ben iki saate kadar geleceğim. Şimdi hepiniz hazır olunuz. Nihâyetleri görünmeyen beyaz, büyük sakalının çerçevelediği yüzü sis içinde muallâkta duruyor sanılan ihtiyar topçubaşı sordu: :&mdash; Siz gelmeden ben döğmeye başlayım mı, beyim? Arslan Bey güldü: :&mdash; Hayır... Senin iki topunun güllelerine ihtiyacımız yok. Yalnız bize çok gürültü yap. :&mdash; Nasıl gürültü beyim? :&mdash; Toplarını nafile yerinden kımıldatma. Topçularını kalenin bedenlerine doğru yaklaştır. Avazları çıktğı kadar ``heya, mola, yisa..´´ diye bağırt! :&mdash; ...... :&mdash; Anlamıyor musun? Yalnız gürültü istiyorum. :&mdash; Pekala beyim. Sonra diğer zâbitlere döndü: :&mdash; Siz de bütün askerlerinizi muharebe niz&acirc;mıyla bunlara yaklaştırın. Mümkün olduğu kadar çok gürültü yaptırın. ``Heya, mola...´´ çektirin, Angarya n&acirc;raları attırın. İş türküleri söylettirin. İhtiyar topçubaşı gibi zâbitler de, çavuşlar da bu emirden bir şey anlamadılar. Fakat onlar anlamadan yapmasını pek iyi bilirlerdi. :&mdash; Başüstüne, başüstüne.... :&mdash; Haydi, ama çabuk... :&mdash; ...... Hepsi iki adım ayrılınca sisin içinde görünmez oldular. Arslan Bey, tepinen atına binince yuları tutan kethüdâsına: :&mdash; Sen de koş, yanına bir adam al, gerideki Değirmenli Çiftliği'nde biriktirdiğim elli mandayı hemen buraya sür. Burca giden yolun yanında hazır tut... Orada beni bekle. Haydi. :&mdash; Başüstüne... :&mdash; Ama çabuk.... :&mdash; ..... Hızla mahmuzlanan azgın at şaha kalkarak sisin içine atıldı. Üzerindeki, sırmalı kaftanının etekleri altın kanatlara benzeyen Arslan Bey'le, esâtirî bir kuş gibi uçtu. Biraz sonra.... Nereden geldiği belli olmayan derin bir gürültü sis içinde kaynıyor, ileri geri yaklaşıyor, uzaklaşıyor, dalgalanıyordu. Kös, kalkan, boru sesleri at kişnemelerine karışıyor, alınan emirler, verilen kumandalar yüzlerce ağız tarafından ayrı ayrı tekrarlanıyordu. Bastıkları yerleri görmeyen askerler, harp nizâmında bağırışarak, duyduklarını tekrarlayarak, dirsekleriyle, kalkanlarıyla birbirlerine dokunarak duman içinde ilerliyorlardı. Sağ taraftan topçuların ``Heya, mola´´ları işitiliyordu. Etrafını saran gürültüden hücumun başladığını kale de anladı. Boru, trampet, hurr&acirc; sesleri aksetmeye, tek tük tabanca, tüfek atılmaya başladı. Gözcüler kale bedenlerinin dibine kadar gidip geliyorlardı. Safların arasında, topçubaşının büyük bir lağım açtığı söyleniyordu. Askerler, z&acirc;bitlerinin emriyle, oldukları yerlerde bağdaş kurmuş bekliyorlar, gürültü ediyorlardı. Nihayet, Arslan Bey, terden sırılsıklam olmuş atı ile duman içinde harp sıralarının arasında, adım adım göründü. Her adımda: :&mdash; Yiğitlerim!... Sis açılmaya başladı mı, hemen susun. Hep birden ayağa kalkın, hücum edecek gibi durun. Ama, ileri gitmeyin. Ateş de açmayın. Ben düşmana teslim teklif edeceğim. Diyordu. Topçuların, topçulara karışan angaryacıların ``Heya, mola´´ nâraları gittikçe ziyâdeleşiyor, büyüyor, tüyleri ürpertecek heyecanlı akislerle görünmeyen dağları, taşları inletiyordu. <center>🙝🙟</center> Öğleye doğru sis açılmaya başladı. Askerler, sallanan siyahlı beyazlı bayrağı ile Şalgo'yu bir hayal gibi gördüler. Sesler kesildi. Şimalden esen bir rüzgar dumanları dağıtıyor; gerilere, ormanlara doğru sürüyordu. Artık herkes birbirini görüyordu. Kaleye pek yaklaşılmıştı. Askerler, gözleriyle kumandanlarını aradılar. O, burç kapısına giden yolun gediğinde, atıyla dolaşıyordu. Gediğin önünde büyük bir manda sürüsü vardı. Burcun tepesinde, siperlerin arasında, kalkanlı, tüfekli adamlar geziniyordu. Cesur Arslan Bey, kır atını ileriye sürdü. Kaleye yüz adım kadar yaklaştı. Arkasındaki kethüdâsıyla, genç tercüman koştular... Gür sesiyle haykırdı: :&mdash; Hey bre Şalgo muhafızları!... Ben, padişahımın dedesine sizin kralınızın memleketlerinden büyük yerler zaptetmiş, Bosna valisi Yahya Paşa'nın torunlarındanım. Ceddim Hamza Bali Bey, daha ondört yaşında iken sizin ordularınızı perişan etmiş, Viyana Muhasarası'nda, Viyenberg önünde şan almıştır. Ben, hangi kaleye gittimse geri dönmemişim, daha geçen gün iki küçük topla ``Boza´´ kulesini yerle bir ettim. Mihal Terşi, Etiyen Soşay, Andrenaki gibi kahramanlarınıza canlarını bağışladım. Vadiye çekildim. Geçip gitmeleri için yol verdim. Haydi gelin. Siz de teslim olun. Nafile yere kanınızı döktürmeyin... Kale ile beraber bütün ordunun işittiği bu teklifi, tercüman, avazı çıktığı kadar bağırarak tekrarladı. Derin bir sükut... Arslan Bey'in atı duramıyor, şaha kalkıyor, sağa sola tepiniyor, kethüdâ dizgininden tutmaya çalışıyordu. Burcun tepesinden bir cevap verdiler. Tercüman tekrarladı: :&mdash; "Ne gibi şartlarla?"diyorlar, beyim. Arslan Bey, deminkinden daha sert bir sesle haykırdı: :&mdash; Şartım filan yok. Biz teslim olanın canına kıymayız. Teslim olmazsanız, beş dakika sonra kalenin içinde bir canlı adam kalmaz. Karşınızdaki yolun gediği üzerinde gördüğünüz nedir? Anlamıyor musunuz? Babalarınızdan işitmediniz mi? Elli manda ile buraya getirdiğim bu topun iki güllesiyle binlerce Şalgo kuvvetinde olan İstanbul kaleleri tuzla buz oldu. İşte İstanbul'u alan bu top... Bir kere ateş edeceğim. İkinci atıma hacet yok. Ne kaleniz kalacak, ne de kendiniz. Acıyorum size... Genç tercüman, bu sözleri, yine avazı çıktığı kadar tekrarlarken, bütün askerler, gözlerini yolun gediğine çevirdiler. Mandaların yanında, uzun, büyük, gayet büyük, gayet kalın, gayet siyah, gayet müthiş bir topun korkunç bir ejderha gibi uzandığını gördüler. Safların arasında sevinç sadâları yükseldi. Herkes Arslan Bey'in bir haftadır ne beklediğini şimdi anlıyordu. Demek bu top geliyormuş... <center>🙝🙟</center> Biraz sonra... Şalgo'nun tepesinde, şan, namus kefeni olan meş'um beyaz bayrak dalgalanıyordu. Demir kapılar açılmıştı. Korkudan sapsarı kesilen tuğlu kumandan, altın kılıçlı asilzâdeler, zırhlı şövalyeler, Arslan Bey'in önünde dize gelmişlerdi. Silahları alınan düşman ikişer ikişer bağlanıyor, takım takım ordugâhın arkasına götürülüyordu. Kalenin içindeki kıymetli şeylerden bir dağ ortada kabarıyor; al yeşil bayraklarla kalenin tepesine dolan askerler bağırışıyorlar, aralarındaki dervişler, bedenlerden sarkarak ezan okuyorlar, tekbir çekiyorlardı. Teslim olan kumandanla erkânına Arslan Bey: :&mdash; Korkmayınız. Hayatınız bağışlanmıştır. Biz ''Vire''yi bozmayız. Gelin, size elli manda ile buraya getirdiğim topu seyrettireyim, dedi. Tercüman bunu tekrarlayınca, hepsi birbirlerine bakıştılar. Bu müthiş, bu korkunç, aleti yakından görmeyi hem merak ediyorlar, hem çekiniyorlardı. Arslan Bey'in arkasına takıldılar. Büyük topa doğru yürüdüler. Yaklaşınca Arslan Bey: :&mdash; İşte, dedi, sizin böyle topunuz var mı? Düşman kumandanı tercümanla cevap verdi: :&mdash; Hayır. :&mdash; Niçin yapmıyorsunuz? :&mdash; Bilmiyoruz. Genç irisi bir şövalye tercümana bir şey sordu. Arslan Bey: :&mdash; Ne diyor? Dedi. :&mdash; "Bey bu topu kaç günde İstanbul'dan buraya getirmiştir?" diyor. :&mdash; Sen de ki: "İstanbul'dan getirmemiş. Burada bir hafta içinde kendisi yapmış." Tercüman bu sözleri söyleyince esirler afallaştılar. Arslan Bey, daha ziyâde yaklaşıp elleriyle yoklamalarına, daha yakından görmelerine müsaade ettiğini söyledi. Mağrur kumandan, kahraman asilzâdeler, cesur şövalyeler, büyük topun etrafına toplandılar. Bir elini hançerinin elmas sapına dayayan Arslan Bey, öteki eliyle, gülümseyerek palabıyıklarını büküyor, arkasındaki kethüdâ, başını kaşıyarak gülmekten katılıyor, tercüman aptallaşıyordu. Yirmi adım uzakta duran mızraklı nöbetçiler de gülüşüyorlardı. Esirler topa ellerini sürdüler. Deliğini aradılar. Bulamayınca sarardılar. Sonra kızardılar. Birbirlerine bakıştılar. Öyle kaldılar. Kollarını çaprazlayarak yere bakan kale kumandanı titreyerek mırıldandı. Arslan Bey, tercümana baktı: :&mdash; Ne diyor? :&mdash; "Bu mertlik değil..." diyor. :&mdash; Ona sor ki: "Henüz bir kere patlamayan bir toptan korkarak hemen teslim oluvermek mi mertlik?" Tercüman sordu. :&mdash; ..... :&mdash; ..... Kale kumandanı, gözlerini yerden kaldırıp cevap veremedi. Asilzâdeler, şövalyeler birbirlerinin yüzlerine bakmaya cesaret edemediler; âni bir ölüm darbesiyle vurulmuş gibi oldukları yerde donup kaldılar. Bir güllesiyle kaleyi yıkacak olan bu korkunç top, siyaha boyanmış, kocaman bir kütükten başka bir şey değildi!... [[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]] e31iltc8omenk841dveulft0qly262q Topuz 0 7116 151638 140743 2022-08-11T05:18:49Z Kwamikagami 19579 wikitext text/x-wiki {{eser başlığı | önceki = | sonraki = | başlık = Topuz | bölüm = | eser sahibi = Ömer Seyfettin | notlar = İlk yayım: ''Yeni Mecmua'', 27 Aralık 1917, sene 1, sayı 25 }} <div style=" text-align:right;"> <small>Karamanın koyunu,<br>Sonra çıkar oyunu...<br>Atasözü</small> </div> Küçük pâyitahtın karışık sokakları bugün çok kalabalıktı. Tıpkı ilkbaharda bir bayram gibi... Bütün kadınlar, bol beyaz yenli, sırma yelekli pazar esvaplarını giymişler, beyaz poturlu dinç erkeklerin dolu testilerle sundukları şarapları içerek coşuyorlardı. Genç, ihtiyar, kadın, çocuk... Nihayetsiz bir "Hurr&acirc;" zinciri, bağırarak, sallanarak kalabalığın içinden geçiyor, canlı bir girdap dalgası halinde, döne döne, sarayın meydanında birikiyordu. Kiliselerin çanları uğulduyordu. Saray kapısının önünde cesur Boyar atlıları saf saf olmuş, bekliyorlardı. Sabahtan beri çektiği şaraplarla epeyce başı dönen meşhur kumandan tolgasının siperini geri itti. Atının ağır üzengileri üstünde biraz kalktı. İleriye baktı. Yanındaki birinci zâbitine: :&mdash; Daha görünmüyorlar, dedi. :&mdash; Geç kaldılar. :&mdash; Evet. :&mdash; Niçin acaba? :&mdash; Mankafa Türkler işte... Teşrifattan, merasimden ne anlarlar? :&mdash; Hem de "Bizans'a l&acirc;yıkız" derler. :&mdash; Nerede o incelik? :&mdash; Nerede?.. :&mdash; ..... Önlerinde birdenbire genişleyen sık bir "hurr&acirc;" halkası ikisini de susturdu. Gemlerini kastılar. Atlarını biraz çektiler. Kumandan, istiklâlini kazanan halkın bu deli, bu sarhoş sevincine bakıyor, keyifleniyordu. Yarı baygın kızlar, şen delikanlıların kucaklarında, gaydaların âhengine ayak uyduruyorlar, "Yaşasın prens! Yaşasın prens!" nakaratını haykırışarak yeni hükümdarlarının şerefine testileri deviriyorlar, oynuyorlar, sıçrıyorlardı... Son Eflâk tacını giyen papazı, Tergoviç'te bozan Mehmed Bey, bir sene vardı ki, kendisini sancak beyi ilan etmişti. Ama, Eflâklılar, bu hâkime boyun eğmemiş, Zips Kontu Zapolya'dan imdat istemişlerdi. İşte bu tehlikeli ittifaktan ürken Mehmed Bey çarçabuk onların haklarını, imtiyazlarını, istiklâllerini vermişti. Açık mavi, bulutsuz ufukta yükselen güneşin aydınlığı kahraman Boyar atlılarının uzun mızraklarını yaldızlıyordu. Kumandan, zırhlı göğsünü kabartan tatlı bir teessürle bir halka, bir askerine bakıyor; mahmuzlarıyla dokunarak atını şahlandırıyordu. Birinci zâbit, onun gibi iri yarı, yakışıklı değildi. Kara kuru bir şey... Uzun saçları kırdı. Köse yüzü hem zayıf, hem buruşuktu. Neşeli kumandan, hora tepenler geçince, yine atını ileri sürdü. :&mdash; Kansız bir zafer kazandık! Dedi. Siyah atının yelesini okşayan zâbit: :&mdash; Kansız zafer olmaz! Diye başını salladı. :&mdash; Niçin olmasın? :&mdash; Benim Türkler'e emniyetim yok... :&mdash; Kuşkulanmaya da hacet yok! Biz daha resmen ihtilale kalkmadan onlar haber gönderdiler: "Gidiniz bir şef tayin ediniz" dediler. Biz zaten prensimizi tahtına çıkarmıştık. Şimdi, işte bize bir de "cem&icirc;le"<ref>kompliman</ref> yapıyorlar. :&mdash; Berat, sancak, davul, topuz göndermek bir "cem&icirc;le" mi? :&mdash; Ya ne? :&mdash; Tabiiyet al&acirc;metleri... Coşkun kumandan, görünmeyen bir surata tokat atacakmış gibi elini yukarı kaldırdı. Hiddetli bir tehâlükle<ref>istekle atılma</ref>: :&mdash; Asla! diye bağırdı. Biz artık müstakiliz! Berat, istikl&acirc;limizi tasdik etmektedir. Sancak, davul, topuz da padişahın prensimize hediyeleri... :&mdash; ...... Zâbit cevap vermedi. Kumandan kadar içmediği için Türkler'in hakikatini hâlâ hatırlayabiliyordu. Elini kalçasına dayadı. Atının siyah yelesine daldı gitti. Kiliselerin çanları beyninde ötüyordu. Halkın gürültüsü taşmış, bir tûfan gibi sarayın saçaklarına çarpıyor, muh&afız neferlerin yüksek atlarını huylandırıyor, tepindiriyordu. Oynayanların içinde zorla kendine yol açan bir atlı kumandanı selamladı: :&mdash; Elçi, maiyetiyle beraber menzilinden çıktı, dedi. :&mdash; Pekala... Maiyeti kaç kişi var? :&mdash; Üç yüz atlı! Kumandanın solundan neferin sözünü işiten zâbit: :&mdash; Üç yüz atlı mı? Diye sapsarı kesildi. :&mdash; Evet... Bugünkü teşrifata memur olan kumandan güldü: :&mdash; Gidi Türkler... Sıkıya geldi mi nasıl küçülürler. Hani eski gururları? Şimdi dünya değişti. Rumeli'nde kuvvvetleri yok. İşte prensimize büyük bir imparator muamelesi yapıyorlar! Birinci zâbit, daha beter sarararak sordu: :&mdash; Nereden anladınız? :&mdash; Elçilerin derecesi maiyetin adediyle münasiptir. İşte bak, padişahın hediyelerini, beratını üç yüz atlıyla bir elçi getiriyor! :&mdash; Elçi bunları yalnız getirseydi, daha iyi olurdu. :&mdash; Niçin? :&mdash; İşte öyle... :&mdash; Ama biz kabul etmezdik. :&mdash; Neden? :&mdash; Çünkü şanımızla mütenasib<ref>uygun</ref> olmazdı. Bir emir, lütuf, bir ihsan gibi... Halbuki böyle maiyetinde üç yüz atlı bulunan bir elçi... Ne demektir? Biliyor musun? :&mdash; Ne demektir? :&mdash; Padişah, bizim prense: "Benimle müs&acirc;v&icirc;sin!" demek istiyor. :&mdash; Keşke müs&acirc;v&icirc;<ref>eşit</ref> olmasaydı da, bu üç yüz atlı Efl&acirc;k'a girmeseydi! :&mdash; Sen bunamışsın, Dimko... Birinci zâbit acı acı gülümsedi. Tüysüz yüzünü ekşitti. Atının yelesinden kaldırdığı dalgın sönük gözleriyle kumandanına baktı: :&mdash; Ben bunamışım ha? Dedi. :&mdash; Koca Efl&acirc;k'ın içinde üç yüz atlıdan kuşkulanıyorsun. Bunlar elçi maiyeti.. İşlemeli mızraklarına, süslü esvaplarına, altın haşalarına<ref>eyer örtüsü</ref>, sırma eyerlerine aldanma... Göze parlaklıklarıyla çarparlar ama, ellerinden bir şey gelmez. :&mdash; Bunlar Türk değil mi? :&mdash; Türk... Ne olacak? :&mdash; Kılıçları ne kadar süslü olsa yine keser.. :&mdash; Sen korkaksın! Bir avuç atlı, üç yüz kişi, koca bir devletin içinde ne yapabilir? :&mdash; ....... Kumandan, sarayın önündeki atlılarına, onların etrafında sıkışık nizamda duran dalkılıç piyadelerine bir göz gezdirdi. Sonra atını oynatarak zâbite döndü: :&mdash; Yalnız şu meydanda dört binden fazla askerimiz var! Türkler teşrifatta bir kabalık yaparlarsa hepsini tükürükle boğarız. <center>🙝🙟</center> Gaydalar sustu. Meydanın gürültüsü birdenbire durdu. Hora zincirleri dağıldı. Ortadan geniş bir yol açıldı. Padişahın gönderdiği Türk, ak bir atın üstünde, yüksek kavuğu ile geliyor, uzun kaftanının etekleri iki tarafında çırpınıyordu. Arkasından tırıs süren sırma takımlı, murassâ<ref>süslü,mücevherli</ref> kılıçlı maiyeti, yeni gördükleri bu halka gülerek bakıyorlardı. Saraya elli altmış adım kalınca, muhafızların meşhur kumandanı, al atını yine şahlandırarak ileri sürdü. Elçinin tâ önüne geldi. Selamladı. Öyle durdu. Yanına koşan yayan tercümanına söyletti: :&mdash; Burada attan ineceksiniz. Prensimizin sarayına yürüyerek gideceksiniz. Mütevazi Türk: :&mdash; Pekâlâ..., dedi. Atından indi. Geniş omuzlu, orta boylu, düşük bıyıklı, esmer bir adamdı. Parlak ipek kaftanının altından görünen sırma kenarlı neftî esvaplarının, murassâ kemerinin ihtişamı, kalın vücuduna pek uymuyordu. Tavrında ince bir çelebilik değil, durgun bir askerlik vardı. Kalabalık meydan üç yüz Türk ile ağzı ağzına dolmuş gibiydi. Teşrifatçı kumandan kabararak tercümanla bir teklif daha etti: :&mdash; Maiyetiniz burada kalacak. Huzura yalnız gireceksiniz. Türk, tercümana sordu: :&mdash; Padişahtan getirdiğim şeyleri ben nasıl yalnız taşıyayım? Tercüman, kumandana anlattı. Aldığı cevabı Türkçe tekrarladı: :&mdash; Maiyetinden üç nefer alacaksın. Onlar da yaya olarak arkandan huzura hediyeleri sokacaklar. :&mdash; Pekâlâ... :&mdash; Haydi. :.......... Kumandan, atını şahlandırarak "Hurr&acirc;, hurr&acirc;!.." diye kendisini alkışlayan keyifli halka boyun kırarak kabarıyordu. Bu ne zaferdi! İşte koca bir Türk elçisi arkasından yaya geliyordu. Sarayın kapısına gelince attan atladı. Tercüman vasıtasıyla nasıl arkasından huzura gireceklerini, nasıl selam vereceklerini, nasıl dîvân duracaklarını, elçiyle "meşin kılıflı bir davul, kırmızı torbaya konulmuş bir sancak, ağır bir topuz" taşıyan üç askere anlattı. Kılıcını çekti. Taş basamakları bir hamlede çıktı. Büyük dehlizi geçti. Yeni mâbeyinin adamları, Türk elçisini görmek için kapılara üşüşüyorlardı. Elçi, büyük kavuğunu sallaya sallaya yürüyordu! Adımları hem seyrek, hem ağırdı. Etrafında kendine bakanlara gülümsüyor, selamlar veriyordu. İri, siyah gözleri pek şen, pek parlaktı. Sağ kaşı yukarı kalkıktı. Kavuğunun kenarına dokunuyordu. Kumandan taç salonuna gelince durdu, döndü. Türkler'in kıyafetinde teşrifata mugâyir<ref>aykırı</ref> bir şey var mı gibi dikkatle hepsini bir süzdü. Sonra eliyle elçinin pek öne eğilmiş kavuğunu düzeltti. Biraz geri itti. Prensin huzurunda nasıl eğileceklerini işaretle anlattı. Sonra iki tarafında yalın kılıç nöbetçiler duran yüksek kapı perdesini açtı. Önden girdi. Tahtta oturan prense ilerledi. Yerlere kadar eğildi. Geri çekildi. Dışarı çıktı. Elçiyle üç Türk ortada kaldılar... Yüksek tahtın etrafına bütün Boyar reisleri, meşhur muharipler, voyvodalar dizilmişlerdi. Hepsi ayakta duruyorlardı. Açık pencerelerden giren çiğ bir aydınlık, bu ağır saray sükununa karışıyor, kalabalık salona tenha bir mâbed hali veriyordu. Elçi koynundan çıkardığı beratı öptü. Başına koydu. Sonra yere bakarak ilerledi. Tahtta murassâ bir heykel gibi kımıldamayan prense uzattı. Prensin sağ elinde altın bir asâ vardı. Sol eliyle aldığı bu kağıda gayet ehemmiyetsiz bir şeymiş gibi baktı. Sonra solundaki mavi sorguçlu genç mâbeyincisine verdi. Elçi yine gözleri yerde, geri geri gitti. Ortadaki neferin omuzundan topuzu aldı. Bu gayet ağır, altın yaldızlı, sarı parlak kabzalı bir aletti. Yere bakarak yürüyor, gülümsüyordu. Bütün gözler hareketini takip ediyordu. Tahtın önüne geldi. Ansızın... Gözle görülmeyecek bir çabuklukla havaya kaldırdığı bu müthiş topuzu prensin elmaslı tacına öyle bir indirdi ki... ...Salonun içinde kimse kımıldayamadı. Hepsi olduğu yerde dondu. Taş kesildi. Akabinde kaftanının altından büyük bir kılıç sıyıran elçi, Ulahça: :&mdash; İşte gördünüz ya... İstikl&acirc;l sevdasına düşen asi cezasını buldu! Diye haykırdı. Gözleri alevlenmiş, boyu birdenbire bir dev kadar büyümüş, kavuğu sivrilmiş, düşük bıyıkları kabarmıştı. Boyar reisleri, zırhlı muharipler, kahraman voyvodalar, cansız gibi kımıldamıyorlar, tahtında kafası ezilmiş ölü hükümdarlarına baka baka titriyorlardı. Elçi, salonun ortasındaki askerlerine döndü: :&mdash; Hasan, dedi, git kapıdan davul çal. Mustafa! Sen de Ulahça nara at. Meydandaki askerler hemen silahlarını bırakıp teslim olsunlar. Sonra sancağı tutana da: :&mdash; Haydi, çabuk koş, meydana sancağı dik! Emrini verdi. :&mdash; Başüstüne... :&mdash; Başüstüne... Diye, üçü de koşarak dışarı çıktı. Saray halkı karanlık duvarlara yapılmış parlak, muhteşem yldızlı resimler gibi sessiz, sakin, cansız duruyorlardı. Hâlâ içlerinden kimse kımıldanamıyordu. Mum rengi çehrelerin şaşkın gözleri karşısında, bu tek Türk, kaftanının uzun eteklerini omuzlarına attı. Kılıcını kınına koydu. Uzandı, ezdiği başın üstünde duran kanlı topuzu aldı. Yere bıraktı. Sonra tahttaki ölüyü aşağı çekti. Onun yerine oturdu. Gayet fasîh<ref>açık ve düzgün konuşma</ref> bir Ulahçayla: :&mdash; Haydi padişah namına bana itaat edin! Dedi... Sebebi bilinmez bir korkunun şaşırtıcı heyecanıyla dilleri tutulmuş kurt kürklü zengin Boyar reisleri, büyük kılıçlı cesur muharipler, çelik zırhlı voyvodalar, iki dakika evvelki hükümdarlarının daha soğumayan naaşını çiğneyerek, bir anda, bir darbeyle bütün Eflâk'ı zaptediveren bu korkunç Türk'ün elini öpüyorlar, yüzüne bakamıyorlardı. <center>🙝🙟</center> Sarayın dışındaki muhafızlar da, içerdekiler gibi şaşırdılar. Korkudan kımıldayamadılar. Silahlarını yerlere atıp teslim oldular. Yalnız iki kişinin... Davul çalana "Teşrifatı bozuyorsunuz!" diye kılıç kaldıran sarhoş kumandanla, dolu dizgin kaçmak isteyen birinci zâbitin kelleleri uçuruldu! İşte bu kadar.. ==Dipnotlar== {{sayfa başı}} {{Dipnot|2}} [[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]] sdaned8598iqg4qgo8f7xshqfi3dr0r Teke Tek 0 7141 151639 140745 2022-08-11T05:19:10Z Kwamikagami 19579 wikitext text/x-wiki {{eser başlığı | önceki = | sonraki = | başlık = Teke Tek | bölüm = | eser sahibi = Ömer Seyfettin | notlar = İlk yayım: ''Yeni Mecmua'', 13 Aralık 1917, sene 1, sayı 23 }} <div style=" text-align:right;"> <small>"...Türkler az söyler, çok yapar."<br>Maktûl İbrahim Paşa</small> </div> Bosna Beyi ile Semendire Beyi'nin askerleri işte kaç haftadır "Yayçe"'yi sarmışlar, kumandanlarının gelmesini bekliyorlardı. Dinmez yağmurların, çılgın fırtınaların döve döve yosunlattığı tekir duvarlı büyük kale, kuvvetine emindi. Ne kapısında, ne bedenlerinde kimse görünmüyordu. Burçlarında sallanan bayraklar olmasa, bomboş bir kaya yığını sanılacaktı. <center>🙝🙟</center> İki ot atımı ötede kurulu beyaz çadırların önünde, yere serili siyah kebelere oturmuş genç voyvodalar ihtiyar bir zâbitin anlattıklarını dinliyorlardı. Hava, tıpkı bir yaz sabahı kadar güzeldi. Etrafta devriye takımları uzun mızraklarıyla cirit oynar gibi koşuşuyorlar, aydınlıktan huylanan atlar şaha kalkarak, deli gibi dörtnala ileri atılıyorlardı. Sanki bütün ordugâhta, dört gündür güneşi göstermeyen ıslak sisin hapsettiği birikmiş bir neşe canlanmıştı. Kırçıl pos bıyıklarını, burnunun ucuna bakarak iki eliyle büken ihtiyar zâbit: :&mdash; Benim büyük babam burada şehit oldu, dedi. :&mdash; Geçen sefer sarıldığı zaman mı? :&mdash; Ne geçen seferi? :&mdash; !.. :&mdash; ... Çocuk musunuz? Ben altmışı tutttum. Büyük babamın kaç yaşında olması lazım gelir? Dinleyenler gülüştüler: :&mdash; Herhalde senden büyük, dediler. :&mdash; Hem çok büyük. Malum ya, asker geç evlenir. İhtimal benim gibi kırkından sonra evlendi. Ben yüzünü görmedim. Yalnız hik&acirc;yesini işittim. Bu kalenin kumandanı imiş... :&mdash; "Yayçe"nin mi? Diye şaştılar. :&mdash; Evet? :&mdash; !... .......... Sağında oturan iri, esmer genç sordu: :&mdash; Öyleyse niçin "şehit oldu" diyorsun? :&mdash; Ya ne diyeyim? :&mdash; "Vuruldu, öldü" de. :&mdash; Niçin? :&mdash; .... Esmer delikanlı, dilinin ucuna gelen lafı söylemedi. Yutkundu. Silah arkadaşlarının karşısında soğuk bir şey söylemek istemiyordu. Hıristiyanken vurulup ölene "şehit" denir miydi? İhtiyar zâbitin etrafında bağdaş kurmuş yoldaşlar, öbür voyvodalar, "niçin, niçin?" gibi yüzüne bakıyorlardı. Sussa, bu sükûn daha ağırlaşacak, kendi daha müşkül bir mevkide kalacaktı. Kızardı. Düşünmeden ağzından kaçırdığı itiraza pişman oldu. Ama artık hiçbir kaçamak yolu yoktu. Sıkılarak: :&mdash; Dedenin adı neydi? Dedi. :&mdash; Sungur... :&mdash; Ay, Türk müydü? :&mdash; Hem cetbecet<ref>soyca</ref>.. :&mdash; Hıristiyanların ordusunda mı askerdi? :&mdash; Hayır bizim ordumuzda. :&mdash; O halde nasıl "Yayçe"ye kumandan olmuş? :&mdash; "Yayçe" bizim kalemizdi, be.. :&mdash; ... Genç, cesur, kahraman voyvodalar şaştılar. Bunlar tam harp adamlarıydı. Yalnız aldıkları emirle yapacakları şeyi bilirlerdi. Sanatları içinde o kadar kaybolmuşlardı ki... Vakaya hiç ehemmiyet vermezlerdi. Uzak, yakın tarihini değil, hatta vaktiyle kendilerinin yaptığı şeyleri bile bilmezler, vurdukları kasabaların, yağma ettikleri şehirlerin isimlerini unuturlardı. Unutmadıkları şey istikbâle aitti: "Kızılelma"ya gidilecekti. Bu hücumlar, bu akınlar, bu muhasaralar<ref>kuşatmalar</ref>, hep oraya yol açmak içindi. Orası, dünya üzerinde bir cennetti! Bütün dünyanın zaferi, şanı, saadeti, ganimeti orada idi. İhtiyar z&acirc;bit, pos bıyıklarına baktı. Biraz düşündü. Başını salladı. Kalın damarları görünen kıllı, esmer elini kaleye doğru uzattı: :&mdash; Burası iki sene bizde kaldı. :&mdash; Ne vakit? Dediler. :&mdash; Fatih Gazi zamanında... Genç muhariplere bu iki senelik h&acirc;kimiyeti anlatmaya başladı. Dedesiyle gelen Türkmenler, kalenin içindekilere aman vermişlerdi. Ne canlarına, ne mallarına dokunulmuştu. Hatta esir bile alınmamıştı. Yerlinin h&acirc;kimden hiç farkı yoktu. O kadar ki... Bir yortu günü pazar meydanında gürültü eden bir sarhoş Hıristiyanı dövdükleri için, iki başıbozuğun boynu vurulmuştu. Tarlalarında, ticaretlerinde rahat rahat çalışan Yayçelileri sanki "adalet" azdırdı. Reâya<ref>Müslüman olmayan halk</ref> larından emin olan Osmanlıların hepsi bir cuma günü camiye toplanmıştı. Namaz kılıyorlardı. Gördükleri iyiliklerin intikamını almak isteyen yerliler, toplanıp camiyi bastılar. Sungur Alp ile adamlarının hepsini bir anda öldürdüler. Kıyıda bucakta kalanları da esir ettiler. İşte... İşte aşağı yukarı yetmiş sene var ki "Yayçe" yine onlarda... Diye hikâyesini bitiren ihtiyar doğruldu. Ellerini dizlerine dayadı. Kükredi: :&mdash; Ama bu sefer mutlaka alacağız. :&mdash; Mutlaka... :&mdash; Hele, beyler gelsinler bir. :&mdash; Fırsat düşerse beyleri de beklemeyiz. :&mdash; ...... :&mdash; Bir hücum... :&mdash; Ama daha asker gelecek... :&mdash; .... ....... İhtiyar, bundan evvelki muhasarada bulunmuştu. O bozgun ne korkunç bir felaketti. Ferhat Bey'i gafil avlayıp kırk sancakla başını alan muharip papazı bulmak için Vuryüzen, Manastır, Semendire Beyleri meydana atılmışlardı. Hüsrev Bey, Sinan Bey, Bali Bey &mdash;Fran Triyban kontu meşhur muharip Kristof, on altı bin kişiyle imdada gelinceye kadar&mdash; Yayçe'yi sıkıştırmışlardı. İhtiyar birden sustu. Yüzünü ekşitti: :&mdash; Ah zavallı Cem... Dedi. Gözleri yaşardı. :&mdash; ...... :&mdash; Dünyada bu Cem'in hali kadar yüreğimi parçalayan bir acı yoktur. Ne cesur, ne kuvvetli, ne bahadır bir tosundu! Zâbit ağlıyordu. Sordular. :&mdash; Şimdi nerede? :&mdash; .... :&mdash; Öldü mü? :&mdash; Keşke ölseydi... :&mdash; Ya ne oldu? :&mdash; Yarım ölü kaldı. :&mdash; ?.. :&mdash; Evet, yarım ölü. Bir asker için ömrü oldukça dövüşmemek, "yarım ölü" demektir. Cem, muharebe için yaratılmıştı. Geçen muhasarada, bir gün, yine işte buracıkta oturmuş, yoldaşlarla sohbet ediyorduk. Cem dedi ki: "Benim canım sıkılıyor. Vuruşmak istiyorum." Sonra: "Haydi gelin, düşmanın başmuharibini teke tek kavgaya çağırayım. Kabul ederse eğleniriz." dedi. Ben, maksat, kendi gücümüzü, kuvvetimizi, göstermek olmadığını söyledim. Meramımız hep birden kaleyi almaktı. Vazgeçirmeye çalıştım. Lafımı dinletemedim. Kalktık. Arkasından gittik. Kaleye yaklaşınca, Cem atını oynatarak: "İçinizden kendine güvenen varsa işte meydan... Teke tek dövüşelim." diye haykırdı. Kaleden "Var, var" diye bağırdılar. Biraz sonra kalenin kapısı açıldı. Bir atlı çıktı. Bu muhafızların kumandanı "Blas Şeri" idi. Tepeden tırnağa kadar zırhlar giymişti. Atı da zırhlıydı. Cem kılıcını çekmedi. Mızrağı sallıyordu. Birbirlerine hücuma başladılar. :&mdash; Blas Şeri ne kullanıyordu? :&mdash; Kılıç... :&mdash; Mızrağa karşı kılıç olur mu? :&mdash; O vakit biz de buna şaştık. Bu adam gayet iri, gayet kuvvvetli bir muharipti. Ama Cem ondan daha iri, daha genç, daha çevikti. :&mdash; Cem'in zırhı yok muydu? :&mdash; Vardı. Ama yalnız göğsünde... İki saat kadar birbirlerini yaralayamadılar. Atları yoruldu. Kalenin siperleri hep seyircilerle dolmuştu. Bizim asker de saf olmuş, uzaktan bu heyecanlı musaraayı<ref>çarpışmayı</ref> seyrediyordu. Berabere kalacaklardı. Bu esnada nasıl oldu göremedik. Çat etti, Cem'in mızrağı kırıldı. Kılıcına davranmaya meydan kalmadı. Blas Şeri, dizine öyle bir kılıç indirdi ki... :&mdash; .... :&mdash; .. Oh, nasıl söyleyeyim. O anda sol bacağı, mahmuzu ile, çizmesi ile beraber yere düştü. Biz koştuk. Atın başını tuttuk. Kendisini aşağı aldık. Blas Şeri "hurr&acirc;, hurr&acirc;" diye kendisini alkışlayan kaleye girdi. Zavallının yüzü sapsarıydı. Yerde duran kopuk bacağına bakıyor: "Allah'ını seven beni öldürsün!" diyordu. Kucağımızda çadıra getirdik. Cerrah, harıl harıl akan kanı durdurdu. ............... İhtiyar, ağlayarak Cem'in eski kahramanlıklarını anlattı. Böyle yaman bir zâbiti ordu görmemişti. Şimdi zavallı kimbilir Anadolu'nun hangi şehrinde, koltuk değnekleriyle gezerek, serhaddin hülyalarıyla ah çekiyordu. Bir muharip için harpten uzak yaşamak kadar acıklı bir şey yoktu. Ölmek, genç yaşında sakat kalmaktan çok iyiydi. Ölen muharip, şan, şeref içinde ebedî istirahate çekilir; kolsuz, bacaksız kalan kahraman harp hasreti içinde ömrü oldukça bir cehennem azabıyla kıvranırdı. İhtiyar zâbit, cesur Cem'in topal kaldıktan sonraki ümitsizliğini, hırsını, alamadığı intikamının ruhunda açtığı yarayı acı acı anlattı. Dinleyenlerin içinden biri hızla ayağa kalktı. Çadırın arkasında duran neferlere: :&mdash; Benim atımla mızrağımı getirin.... Diye haykırdı. :&mdash; ..... Bu, Kasım Voyvoda idi!. Oturanlar: :&mdash; Ne yapacaksın? Dediler. :&mdash; ..... "Hiç!" gibi omzunu silkti. Elleri kalçalarında, önüne bakarak gezinmeye başladı. Her akında, her hücumda ordunun başında giden bu kısa boylu, nahif<ref>çelimsiz</ref> genç, hemen hiç lakırdı söylemez, yalnız dinlerdi. Kıyafetinden kuvveti pek belli değildi. Çelimsizdi. Zırhı vücuduna bol gelir, yüksek tolgasından ince bıyıklı nazik yüzü küçücük görünürdü. Atı gelince üstüne fırladı. Mızrağını eline aldı. Sırmalı siyah kebelerde oturanlar da kalktılar. İhtiyar yoldaşlarına: :&mdash; Teke tek vuruşmaya gidiyor, dedi. Bari zırhını giyse... .................. Arkadaşları, "Kasım, zırhını giy!" dediler. O hiç cevap vermedi. Yine omzunu silkti. Meydana atını sürdü. Kale kapısının önüne gidince teke tek vuruşmak için muharip istedi. Kaleden cevap veren olmadı. Voyvodalar, zâbitler, yayan olarak, seyir için arkasından koşmuşlardı. Kasım, belinden kılıcını çıkardı. Uzağa fırlattı. Atından indi, kıçına mızrağı ile vurdu. At ordugâha doğru dörtnala kaçtı. :&mdash; Bre korkaklar! diye haykırdı. İşte atımdan indim. Kılıcımı attım. Arkamda zırhım, elimde kalkanım yok. İçinizde benimle teke tek dövüşecek bir er yok mu? .................. Siperlerden bakışıyorlardı: :&mdash; Kimi istersin? Dediler. :&mdash; Blas Şeri'yi... :&mdash; O, burada yok.. :&mdash; Ondan üstün birisini istiyorum!.. :&mdash; Öyle ise bekle! :&mdash; .... Kalenin önünde, Kasım Voyvoda, ağır demir mızrağını yere sapladı. Yuvarlak gölgesini çiğneyerek bekledi. Sabırsızlanıyordu. Yoldaşları uzaktan ona bakıyorlardı. Yaptığı, işte bir delilikti. Kılıçsız, kalkansız, atsız, zırhsız hiç dövüş olur muydu? Ama ona laf anlatmaya imkan yoktu. Gayet inatçıydı. Karar verdiği şeyden ölüm karşısında bile dönmezdi. Kale kapısının gıcırdadığını duydu. Siyah zırhlı bir at üzerinde siyah zırhlı bir dev göründü. Yanında ağır bir kılıç asılıydı. Elinde kalın bir mızrak tutuyordu. Bu dev, Jan Hobordanski idi. Düşman ordusunda onun kadar kuvvetli, onun kadar mehîb<ref>korkulan</ref>, onun kadar iri bir muharip yoktu. Teke tek dövüşlerde kimse karşısına çıkamazdı. Atını mahmuzladı. Kasım Voyvoda'nın üzerine sürdü. Bu atsız, kalkansız, kılıçsız, zırhsız, Türk'ü atına ezdirmek istiyordu. Kasım birden mızrağını çekti. Geri fırladı. Tam Hobordanski'nin atı üzerine gelirken eğildi. At üzerinden aştı. Hobordanski, tekrar atını döndürürken yerden fırlayan Kasım, demir mızrağı ile göğsüne öyle bir çarptı ki... Bir anda... Bu harp devi, zırhları şangırdayarak yere yuvarlandı. Kalkanı bir tarafa, mızrağı bir tarafa gitti. Bu düşüşün dehşetinden ürken at şahlanarak kaçtı. Kasım Voyvoda, yere yatmış bir mandaya hücum eden çevik bir kaplan yavrusu gibi, hasımın üstüne atıldı. Tolgasının tepesinden tuttu. Uzaktan: "Yaşa, yaşa!" diye bağıran yoldaşları: :&mdash; Kafasını kes, kafasını kes! Dediler. Cevap vermedi. Omzunu silkti. Hobordanski'nin tel zırhlı geniş sırtına sağ diziyle bastı. Kalın kollarını arkaya kanırttı... Ciğerlerinin hizasına birkaç yumruk yapıştırdı. Her yumrukta, mızrak darbesiyle göğüs kemikleri çöken baygın Hobordanski, "oh, oh" diye inliyordu. Ağzından oluk gibi pıhtılı kanlar fışkırıyordu. İniltisi kesilince, Kasım Voyvoda, hiçbir şey yapmamış gibi soğukkanlılıkla doğruldu. Yerden kılıcını, mızrağını aldı. Arkadaşlarına doğru yürüdü. Kaleden çıkanlar Hobordanski'nin cesedine koşuşuyorlardı. İhtiyar zâbit: :&mdash; Bre Kasım! Neye bu herifin kellesini almadın? Diye omzunu okşadı. Öbür voyvodalar da etrafını çevirdiler: :&mdash; Neye kesmedin be? Neye kesmedin? Diyorlardı. Kasım gülümsedi. İhtiyara baktı. Tembel dudaklarını zorla oynattı: :&mdash; Er meydanında ölmek şerefine o layık mı ki... Dedi. Sonra arkadaşlarına dönerek ilave etti: :&mdash; Artık ömrü oldukça eli silah tutamaz. Onu yatağa gömdüm. Dünyada yataktan daha azaplı bir mezar var mı? <center>🙝🙟</center> Hakikaten Jan Hobordanski bir daha harp edemedi. Yıllarca yatakta kıvrandı... Kalktığı zaman artık o eski müthiş, kuvvetli muharip değil, hasta, mağrur bir siyasetçiydi. İstanbul'a düşmandan ilk defa o sefir geldi. Vezirlerin epeyce canını sıktı. Nihayet... Er meydanında da ölemedi, Sultan Süleyman'ın Macaristan'a kral nasbettiği<ref>atadığı</ref> Yanoş'u vurmak için bir gün gizlice "Buda"ya girerken yakalandı. Bir torbaya konulup Tuna'ya atıldı.... ==Dipnotlar== {{sayfa başı}} {{dipnot|2}} [[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]] 7wc2aeywyom1jsaowynazxpqcii3fiu Kızıl Elma Neresi? 0 7158 151640 140746 2022-08-11T05:19:28Z Kwamikagami 19579 wikitext text/x-wiki {{eser başlığı | önceki = | sonraki = | başlık = Kızıl Elma Neresi? | bölüm = | eser sahibi = Ömer Seyfettin | notlar = İlk yayım: ''Yeni Mecmua'', 29 Kasım 1917, sene 1, sayı 21 }} <div style=" text-align:right;"> <small>"...Hemen göstersünler. Dalkılıç olur, düşmanı<br>har&acirc;b iderüz ve kralın tac ü tahtını başına<br>geçürüp Kızıl Elma'ya dek giderüz.." Kocasekbanbaşı</small> </div> :&mdash; Kızıl-Elma'ya... :&mdash; Kızıl-Elma'ya... :&mdash; Kızıl-Elma'ya gideceğiz! . . . . . . . . Zamanın Süleyman'ı, ansızın... Kükremiş bir tufan halinde akseden bu naraları duydu. Otağında yalnızdı. Yarım saat evvel dağılan Dîvân'ın cenk için gösterdiği kahraman arzuyu düşünüyordu. Bugün, yalnız vezirleri değil, kazaskerleri, defterdarları, nişancıları, "ağa, kethüd&acirc;<ref>kahya</ref>, serdar, yayabaşı, bölükbaşı, vekilharç" gibi, yeniçeri zâbitlerini, hatta solakları bile çağırmış, hepsini huzurunda toplamıştı. Hepsi ".... Kafdağı'na kadar arkandan gelmeye hazırız, padişahım!" diye ayaklarına kapanmışlar, gözlerinden sevinç yaşları dökmüşlerdi. İşte şimdi "sefer kararı" ordu içine yayılmış olacaktı. Otağın biraz uzağında... Küçük meşe ormanının nihayetindeki mahşerde, deminki Dîvân'ın sevinci, büyük bir heyecan ummanı gibi kaynıyor, kabarıyor, kabarıyor; bu ummanın görünmez, işitilir dalgaları, yakın ufukların bulutlu sahillerine değil, sanki bütün cihanın tâk<ref>şenliklerde caddelere kurulan süslü kemer</ref> ına çarpıyordu: :&mdash; Kızıl Elma'ya... :&mdash; Kızıl Elma'ya! :&mdash; Kızıl Elma'yacak.... . . . . . . . . Padişah, tahtından yavaşça ayağa kalktı. Sağ elini altın koltuğa dayadı. Gökten inen, mânâsı anlaşılmaz bir sese kulak verir gibi başını büktü. Ordunun velvelesini dikkatle dinledi. "Kızıl Elma, Kızıl Elma...." Bu ismi şehzadeliğinden beri binlerce defa duymuştu. Sonra tekrar tahta oturdu. Gözlerinin üstüne kadar eğilmiş yusufiyesini<ref>osmanlıda padişah ve vezirlerin giydiği kavuk</ref> geri itti. Gayet çıkık, geniş alnını, esmer uzun parmaklarıyla tuttu. Düşündü. Düşündü. :&mdash; Kızıl Elma neresi? Diye mırıldandı. Şarkta olsun, garpta olsun, sefere çıkarken galeyana gelen asker hep "Kızıl Elma'ya!.." diye bağırışıyordu. Bu narayı yeniçeri kışlalarında, sipahi ocaklarında, geçit resimlerinde, hatta İstanbul'da, sarayın iç bahçesinde bile duymuştu. Kızıl Elma neresiydi? Üvez rengi sırmalı perdenin arkasında nöbet bekleyen Mahmud'u çağırdı: :&mdash; Sadrazama söyle, vezirlerle beylerbeyini, kazaskerleri toplasın. Hemen karşıma gelsin! Dedi. <center>🙝🙟</center> Yarım saat evvelki büyük Dîvân'dan çıkan vezirler, niçin yine huzura çağırıldıklarını ürkek bir ıstırap ile merak ediyorlardı. Ahmed Paşa'yla Hadım Ali Paşa'nın arkasından kazaskerler, Sokullu Mehmet Paşa, Haydar Paşa, Ayas Paşa, İskender Paşa, gözleri yerlerde otağa girdiler. Birer birer tahtın saçağını öpüp el bağladılar. Padişah, beyaz tülbent sarılı, çifte tuğlu yusufiyesini yine çok öne eğmişti. Kaşları hiç görünmüyordu, yüzü her vakitkinden daha sertti. İnce murassâ<ref>süslü,mücevherli</ref> direkler üstüne kurulmuş donuk zümrütten bir kubbeyi andıran otağın loş sükûnunu: :&mdash; "Kızıl Elma" neresi? İçinizden bilen var mı? Suali bozdu. :&mdash; ! :&mdash; ? :&mdash; !... :&mdash; ?.. . . . . . . Kimse cevap veremedi. Herkes önüne bakıyordu. Padişah: :&mdash; Bunu sormak için sizi çağırdım, dedi, otağımızın etrafında daima bu narayı işitiriz. İşte bakınız. Yine "Kızıl Elma'ya Kızıl Elma'ya..." diye bağırışıyorlar.... Burası neresidir? Binlerce defa ismini işittiğim bu memleketin neresi olduğunu öğrenmek isterim. Tamışvar fâtihi Ahmet Paşa kekeledi: :&mdash; Viyana olsa gerek, padişahım.... Padişah, öteki vezirlere döndü: :&mdash; Öyle mi? :&mdash; .... :&mdash; .... :&mdash; .... Ne "evet" ne "hayır" diyebiliyorlar, önlerine bakıyorlardı. Padişah, orduya getirdiği "kaplan postlu, kurt taçlı, çekirdek mahmuzlu, tekne kalkanlı, tepeden tırnağa kadar demire garkolmuş, elleri kostaniçeli<ref>mızraklı</ref>, ak kızıl bayraklı", emsali görülmemiş mükemmel alayı ile iki gün evvel teveccühünü kazanan Rumeli Beylerbeyine sordu: :&mdash; Sokullu! Sen söyle, Kızıl Elma neresi? :&mdash; "Roma" olsa gerek, padişahım! :&mdash; Ne biliyorsun? :&mdash; Öyle sanırım. :&mdash; Sanmak bilmek değildir... . . . . . . Padişah, sırasıyla âlim kazaskerlere de sordu. Kızıl Elma için kimi "Çin", kimi "Maçin" diyordu. Ayas Paşa: :&mdash; Hind'dir. Haydar Paşa: :&mdash; Sind'dir! İskender Paşa: :&mdash; Kafdağı'nın arkası olsa gerektir. Dedi. Büyük padişah, anlamak istediği şeyi kimsenin bilmediğini görünce, canı daha beter sıkıldı. Tahtın koltuklarını asabiyetiyle tuttu. Âdeti olmayan bir hiddetle kazaskerle döndü. Acı acı gülümsedi: :&mdash; Yazık sizin ilminize! :&mdash; ... . . . . . . "Her şeyi biliyoruz!" sanan bu "Horasan&icirc;" kavuklu başlar uğradıkları hakaretin altında hafifçe sallandılar. Onlar, her şeyi kabul edebilirlerdi. Lâkin cahilliği? Asla.... Ortalarından, kara sakallı, bastı bacak, şişman bir fakih, bir adım ilerledi. Bu hem en âlimleri, hem en cesurlarıydı: :&mdash; Padişahım! dedi, bu "Kızıl Elma", halk kullarının uydurduğu bir efsanedir. Ne aslı vardır, ne faslı... Bir hakikat değildir ki, biz bilelim. Halk ise, padişahım, bilmez söyler. Zamanın hâkim Süleyman'ı altın koltuğa dayalı elini kaldırdı: :&mdash; "Halkın dediği! Hakkın dediği!" :&mdash; ... Bodur kazasker, bu sözden bir şey anlamadı. Padişah devam etti: :&mdash; Bu bir hakikattir! Mademki halk söylüyor; halktan gelen ses, Hakk'ın sesidir! Ona efsane denmez. Mutlaka bir aslı vardır. Fakat siz bilmiyorsunuz.... :&mdash; Ne şeriatta ne ilimde böyle bir isim yoktur ki, müsemm&acirc;sı olsun... :&mdash; Ne şeriatta ne ilimde böyle bir isim yok diyorsun.... :&mdash; Evet padişahım. :&mdash; L&acirc;kin örfte yok mu? :&mdash; ... Fakih düşündü. Önüne baktı. "Yok!" diyecekti. Fakat, işte sefer eğlentisi yapmaya başlayan büyük ordunun velvelesi içinde "Kızıl Elma'ya" naraları birbiri arkasına çakan şimşekler gibi gürlüyordu. Asker yalnız sefere gideceği, muharebeye gireceği zaman değil, hatta şımardığı, isyan ettiği vakitlerde bile bu narayı savurmuyor muydu? Bu daima taşan, kabaran, coşan bir kuvvetin ne olduğu bilinmeyen bir gayesi idi. Daha medresede minimini bir çömezken sipahi, yeniçeri bölüklerinin bu narayı bastıklarını işitirdi. Bunu iyice hatırlıyordu. Ama, aslının ne olduğunu merak edip öğrenmemiş, okuduğu metinlerde bu isme dair bir şeye rastgelmemişti. Yutkundu. Önünde bağlı duran ellerini sıktı. Artık "Kızıl Elma örfte yoktur" diyemezdi. Çünkü... İşte.... Duyuyordu! :&mdash; Var padişahım! Dedi. :&mdash; Öyleyse müsemm&acirc;sı da var. :&mdash; ... Fakih sustu. Kızardı. Bir adım geriledi. Yine önüne baktı. Örfün hakikatini şeriat da tasdik etmiyor muydu? Padişah, bunu bilen fâzıllardandı. Karşısında safsataya imkan yoktu. Öbür kazaskerler arkadaşlarının mağlubiyetine bakarak, ağız açmadıklarına için için seviniyorlar, "Sük&ucirc;t sözden hayırlıdır!" hikmetini hatırlıyorlardı. Padişah yine acı acı güldü: :&mdash; Dünya ne tuhaftır! dedi. Siz işte bu halkın başlarısınız. Bu halkı idare edersiniz. Halbuki onun istediği şeyin ne olduğunu bilmezsiniz.. :&mdash; !... :&mdash; ..... :&mdash; ..... :&mdash; ..... . . . . . . . Lâkin hâkim padişah, kahraman, ârif, fâzıl, şâir olduğu kadar da insaflıydı! Her şeyi evvela kendi nefsinde muhakeme eder; her hükmü, her kararı vermezden evvel bir kere kendi vicdanından geçirirdi. Huzurundaki kulları sualine bir cevap bulamamaktan kıvranırlarken, o da sıkıldı. "Der&ucirc;n&icirc; lisanla" kendi kendine sordu: :"Ey Süleyman! Bunlara sorduğun şeyin ne olduğunu acaba kendin bilir misin?" :"Bilmem ama.." :"Ama?" :"...Sezerim!" Azıcık ferahladı. Sezdiğini düşünmeye başladı. Bu, tabiatın, ilmin, irfanın ötesinde bir hakikattı. Evet, işte "Kızıl Elma", ne olduğunu sanki biliyor, fakat söyleyemiyordu. Halbuki bu vezirler, kazaskerler, beylerbeyleri.... Hayır, hiçbir şey sezmiyorlardı. Birisinin lafı ötekininkine uymuyordu. Kimi Çin, kimi Hind, kimi Sind, kimi Viyana, kimi Roma diyordu. Kızıl Elma bunların hiçbiri değildi! İçinden: :"Belki hepsinden daha kıymetli bir yer!" Dedi. Sonra, utançlarından kızaran kullarına sordu: :&mdash; Kızıl Elma'nın neresi olduğunu kimden öğrenebiliriz? :&mdash; .... . . . . . Herkes önüne bakıyor, yanlış bir şey söylememek için kimse ağzını açmıyordu. Yalnız İskender Paşa: :&mdash; Padişahım! dedi, kazasker kullarının ilimleri kitaptandır! Vezir kullarınla, biz kölelerine gelince... Öyle derin &acirc;limlerden değiliz! İşte ne kadar bilgisiz olduğumuz sual-i hüm&acirc;y&ucirc;nunuzla meydana çıktı. "Bin &acirc;limin bilmediğini bir &acirc;rif bilir" derler. İrade buyurun. Bir &acirc;rif bulalım. Ona sorun. :&mdash; &Acirc;rif kimdir? :&mdash; Bilmeyip sezen, padişahım... . . . . . Sonra İskender Paşa, saf bir askerin basit mantığı ile "Kızıl Elma, Kızıl Elma!" diyen halkın mutlaka bir şey murad ettiğini, kuşların ötüşünde bile kendi dillerince bir mânâ olduğunu söyledi. Kısa boylu, inatçı kazasker, halkın ne söylediğini, ne istediğini asla bilemeyeceğini tekrar iddia etti. Padişah, İskender Paşa'ya, çıkıp gizlice ordunun içine girmesini, nümâyiş<ref>merasim</ref> alayında bağıranlardan rasgele üç kişi tutup huzuruna getirmesini irade etti. İskender Paşa çıkınca padişah kazaskerlere örfe dair ayrı ayrı sualler sormaya başladı. Vezirlerle beylerbeyleri, anlamadan, dinliyorlardı. <center>🙝🙟</center> İskender Paşa, biraz sonra, otağa girdi: :&mdash; Üç kişi tuttum, padişahım! Dedi. :&mdash; Evvela bir tanesini getir bakalım. . . . . . İskender Paşa, otağın mehâbet<ref>haşmet</ref> inde ürkerek sapsarı kesilmiş, başında perîşânî<ref>asker ya da memur olmayan halkın giydiği başlık</ref> si dağılmış, tirtir titreyen bir adamı soktu. Bu, uzun boylu, pala bıyıklı, kuvvetli bir garipti. Orduda ayakkabıcılığı yapan serserilerden biriydi. Otağ kapısının dışındaki kapıcıların öğrettikleri gibi, tahta doğru gitti. Yeri öptü. Ayağa kalkmadı. Kolları göğsünde bağlı, dizüstü kaldı. Padişah sordu: :&mdash; "Kızıl Elma, Kızıl Elma" dersiniz, bu, neresi? . . . . . Garip, işledim sandığı cürümden beraat için: :&mdash; Herkes bağırır, padişahım. Ben de bağırdım, dedi. :&mdash; Neye bağırdığını sormam. Kızıl Elma neresidir? Onu söyle! Garip tereddüt etmedi: :&mdash; Padişahımızın bizi götüreceği yer! Dedi. :&mdash; Orası neresi? :&mdash; Padişahımız bilir. . . . . . . Padişah, İskender Paşa'ya döndü: :&mdash; İkincisini getir bakalım! Dedi. Dizüstü duran garip, vezirlerin işaretiyle kalktı. Geri geri gitti. Perdenin yanında dikildi. Bu sefer huzura getirilen, tıknaz, esmer, beyaz keçeli, afacan bir yeniçeri neferiydi. Serbestçe yürüdü. Saçağı öptü. Kalktı, el bağladı. Padişahın "Kızıl Elma neresi?" sualine, düşünmeden: :&mdash; Önümüze düşüp bizi götüreceğin yer... Padişahım! cevabını verdi. :&mdash; Orası neresi? :&mdash; Sen bilirsin padişahım! . . . . . İskender Paşa üçüncüyü huzura soktu. Bu, geniş omuzlarına batarasının uçları düşen genç bir bostancıydı. :&mdash; !.. :&mdash; Kızıl Elma neresi? :&mdash; Atınızın gittiği yer... Padişahım! :&mdash; Orası neresi? :&mdash; Neresi olduğunu ancak padişahım bilir... . . . . . Evet... Orası ne Hind ne Sind, ne Çin ne Maçin, ne Viyana, ne de Romaydı. Padişah, huzurundakilere: :&mdash; Gördünüz ya, dedi, üçünün de cevabında bir fark yok. Hakikat bir! "Kızıl Elma" benim gitmek istediğim yer, işte... Hakk'ın beni göndereceği yer... . . . . . . Doğruyu söyleyen bu üç kişiye hemen üçer yüz kese akçe ihsan etti. Artık "Kızıl Elma'ya, Kızıl Elma'ya" naraları çoğalıyor, taşıyor, daha ziyâde yaklaşıyordu. Padişah, birdenbire, Hakk'ın kendini göndereceği yeri düşündü. Nihayeti bulunmaz Hak yolunun, hakikat yolunun gittiği "Kızıl Elma" denen bu cennet karşısında, Viyana, Roma, Hind, Sind, Çin, Maçin birtakım fâni harabelerden başka bir şey miydi? Başını salladı. Arkasına dayandı. İri siyah gözlerini ufalttı. İlahî, manevi bir zevke varmış gibiydi! Müdebbir<ref>tedbirli</ref> vezirlerinin, âlim kazaskerlerinin, kahraman beylerbeylerinin tekrar saçak öpüp çıkışlarını görmedi bile... Otağın kapısında, onlar da şimdiye kadar asla ulviyetinin, mehâbetinin farkında olmadıkları muazzam bir manzara karşısında donup kaldılar; sefer eğlentisi yapan yüz binlerce asker, kol kol olmuş, cirit oynayarak, kaynaşarak otağ etrafında geniş bir daire çeviriyorlar: :&mdash; Kızıl Elma'ya... :&mdash; Kızıl Elma'ya... Naralarıyla, sanki hayalin eremeyeceği derecede yüksek, pek yüksek bir arşa doğru... Kalkanlardan kanatlarıyla uçmaya hazırlanıyorlardı! ==Dipnotlar== {{sayfa başı}} {{dipnot|3}} [[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]] lsafcvk17simmhbk1vw3nkjkm83yyru Vire 0 7162 151641 49541 2022-08-11T05:19:58Z Kwamikagami 19579 wikitext text/x-wiki {{eser | önceki= | sonraki= | başlık=Vire<ref>bir kalenin müzakere yoluyla teslimi</ref> | bölüm= | yazar=Ömer Seyfettin | notlar=İlk yayım: ''Yeni Mecmua'', 11 Ekim 1917, sene 1, sayı 14 }} İki senedir Goça taraflarını alan, talan eden on altı bin kişilik Türk ordusundan şimdi, bu kalede yadig&acirc;r gibi, yüz elli asker kalmıştı. Onlar da işte iki yazdır padişahın gelmesini bekliyorlardı. Mutlaka alınacak olan "Kızılelma"nın yolu buradandı. Sonbahar başında bir gece Hamza Bey'in ulaklarından bir genç gelmişti. Ondan padişahın Acemistan hud&ucirc;dunda olduğunu öğrendiler. V&acirc;kı&acirc; cephaneleri çoktu, silahları mükemmeldi. L&acirc;kin sadece üç dört aylık erzakları vardı. Ne yapacaklardı? "Tata"ya giden geçitler kapalıydı. Etrafta her nevi kuşlar uçuşuyor... Ama, hiçbir kervan geçmiyordu. <center>🙝🙟</center> Yüksek burcun demir saçaklı küçük penceresinden ufukları ormanlarla, dağlarla çevrilmiş ıssız vadiye dalgın dalgın bakan Barhan Bey: :&mdash; Allah kerim... Diye başını salladı. Böyle sabahleyin erkenden karşısına dikilen, ihtiyar sipahi z&acirc;biti Mahmud Ağa, çok endişede idi. Daha erzak bitmeden Adelsberg, Riskinç, yahut Breg kasabalarına bir akın yapılmasını teklif ediyordu: :&mdash; "Grobing" çok zengindir. Ah, orasını vurabilsek... Dedi. :&mdash; Ey, kaleyi ne yapacağız? :&mdash; İçinde elli kişi muhafız bırakırız... :&mdash; Sonra yüz kişiyle nasıl akın ederiz? :&mdash; Basbayağı... :&mdash; Fakat elli kişi bu kaleyi tutamaz. :&mdash; Biz on gün içinde döneriz. :&mdash; On gün değil, on saat içinde neler olur... Barhan Bey, pek çok düşünen, hiç faka basmayan, akıllı cesurlardandı. Küçük, siyah gözleri daima karanlık bir inin derinliklerinden bakar gibi parlardı. Ne asildi, ne de kul.. Şehz&acirc;de Beyazıd'ın bütün Anadolu'yu hayrette bırakan meşhur pehlivanı kahraman Kuduz Ferhad'ın üvey kardeşiydi. L&acirc;kin ona hiç benzemezdi. Kuduzun çelik zırhları kağıt gibi yırtan pençeleri, kalın demir kalkanları bir dokunuşta delen yumruğu, çeki taşını pamuk torbası gibi zahmetsizce kaldırıp, yirmi adım öteye atıveren bazusu Barhan Bey'de yoktu. Barhan Bey'in kısa vücudu, yuvarlak omuzları üstünde, hatta biraz sakil görünen kocaman bir başı vardı. Ağırlığından daima bir tarafa eğilmiş gibi duran bu başın içinde sönmez ateş, sönmez bir zekâ alevi tutuşuyordu. İşte bu mukaddes alev, onu daha pek genç iken en namlı kumandanların sırasına yükseltti. Yıllarca süren muharebenin hudutsuz meydanındaki en son nokta, en ileri kale, padişahın emriyle ona emanet edilmişti. Ordu gelinceye kadar ne yapıp yapıp, bu ücra kaleyi bırakmamak vazifesiydi. Halbuki akın için askerinden bir kısmını ayırsa, düşman hemen haber alacak, fazla kuvvetle kaleye yüklenecekti. Hem kuvveti ikiye ayırmak hiç münasip değildi. Zaten kuvvet de ne idi? Yüz elli kişi... Sipahi Mahmud tekrar sordu: :&mdash; Erzak bitince ne yapacağız? :&mdash; Allah kerim... :&mdash; Ama, kışın akın güç olur, beyim. :&mdash; Allah kerim... :&mdash; Nasıl? :&mdash; Mesela bakarsın ki ganimet ayağımıza gelir. :&mdash; Ya ganimet gelmeden bir muh&acirc;saraya<ref>kuşatma</ref> uğrarsak? :&mdash; Yine Allah kerim... :&mdash; ... Mahmud Ağa'nın hakkı vardı. Burası ummanın ortasında kaybolmuş öksüz bir ada gibiydi. En yakın kasabaya ancak iki üç günde gidilebilirdi. Kış bastırırsa erzak tedariki imkansızdı. O vakit kaleyi bırakıp mutlaka Tata'ya çekilmek icap edecekti. Halbuki yüz elli kişiyle günlerce düşmanın, martolosların, oskofların, morlokların, haydukların arasından nasıl geçilirdi? Mademki padişah henüz Rumeli'ye geçmemişti, artık bu yaz büyük ordu gelmeyecek demekti. Kırk senedir düşman karşısında saç, sakal ağartan Mahmud Ağa, çok itimat ettiği genç kumandanını yine biraz toy buluyordu. "Tevekkül" ile iş bitmezdi. Sıkılarak: :&mdash; Böyle bekleyip durmaktan ne çıkar? Dedi. Barhan Bey güldü: :&mdash; Merak etme Mahmud Ağa, Allah kerim... :&mdash; Ama... :&mdash; Allah kerim, diyorum ya... :&mdash; ... Tam bu esnada açık kapıdan, kısa boylu, pala bıyıklı, tıknaz bir çavuş girdi. :&mdash; Beyim, dedi, sağ kuledeki nöbetçi, uzaktan bir kervan gördüğünü haber verdi. Gittim. Baktım. Pek kervana benzetemedim. Galiba asker... :&mdash; Çok mu? :&mdash; Üç, dört yüz kişi kadar... Mahmud Ağa: :&mdash; Hayduklar olmalı. Diye mırıldandı. Dayandığı pencereden hızla doğrulan Barhan Bey: :&mdash; Bakalım. Dedi. Odadan fırladı. Mazgallardan sızan hafif bir ziy&acirc;yla aydınlanmış dar merdivenleri üçer üçer atladı. Mahmud Ağa'yla çavuş da arkasından koşuyorlardı. Kuleye çıkınca sabah güneşinin henüz dağılmadığı hafif sislerle örtülü ufka dikkatle baktı: :&mdash; Şövalyeler.. dedi; bizi muh&acirc;saraya geliyorlar. İyi görmeyen Mahmud Ağa sordu: :&mdash; Nereden anladınız? :&mdash; Mızraklarından, bayraklarından... Yanlarında iki de top var... :&mdash; Şimdi ne yapacağız? :&mdash; Allah kerim... Acele yok. Düşüneceğiz. <center>🙝🙟</center> İki saat sonra şövalyelerin gürültücü ordusu kaleyi iyice sarmıştı. Barhan Bey, demir kapıyı kapattı. Müdafaadan başka çare yoktu. Zira kalenin medhali<ref>girişi</ref> pek dardı. Huruç<ref>dışarı çıkma</ref> hareketi imkansızdı. Hafif bir yaylım ateşi bile buradan kimseyi çıkartmazdı. Herkes silah başında tetik duruyor, yirmi kişi, hiç dinlenmeden palanganın iç avlusundaki büyük dibekte evvelce hazırlanmış kömürleri dövüyordu. Bu kömürlerin dövülmesi bitince kumandan, cephaneliği açtırdı. Kapının önüne gelen ilk on iki çuvalın üst taraflarından birer karış kadar barut aldırdı. Başka bir çuvala koydurdu. İçlerinden barut alınan çuvalların üst taraflarını da dövülen kömür tozlarıyla doldurttu. Ağızlarını yine eskisi gibi bağlattı. Sonra sarnıcın başına koştu. Yanından hiç ayrılmayan genç silahtarına: :&mdash; Benim odamda, kapının arkasında iki büyük kutu var. Haydi, çabuk onları getir. Dedi. Yukarıdan koşa koşa gelen sipahi z&acirc;biti Mahmud Ağa kumandana yaklaştı. :&mdash; Hücum başlayacak, beyim, emret, topları dolduralım!.. :&mdash; Hayır, toplara lüzum yok. :&mdash; Onlar toplarını kurdular. :&mdash; Kursunlar. :&mdash; Ey, biz ne yapacağız? :&mdash; Bekleyeceğiz. Gaaz&icirc;lere söyle, ben yukarı gelinceye kadar ateş etmesinler. :&mdash; Başüstüne. Mahmud Ağa ayrılmadan silahtar kutuları getirdi. Barhan Bey kendi eliyle kutunun birini açtı. Sarnıca boşalttı. Bu siyah bir tozdu. Silahtara: :&mdash; Elindekini de git, kuyuya boşalt. Dedi. Sonra anlamadan bakan Mahmud Ağa'ya güldü: :&mdash; Artık serbestçe "Vire"yi konuşabiliriz. :&mdash; Ne? "Vire"yi mi? :&mdash; Evet. :&mdash; Sahi mi söylüyorsunuz, beyim? :&mdash; Sahi ya. :&mdash; Cephaneliğimiz barut dolu, silahlarımız mükemmel, gaaz&icirc;lerimiz hazır, üç aylık yiyeceğimiz de var. Biz nasıl teslim oluruz? :&mdash; ..... :&mdash; Kalede kimse buna razı olmaz, beyim. :&mdash; Nene lazım. Sen şimdi benimle gel, yukarı çıkalım. Barhan Bey, gülümseyerek, bedenlere çıkan taş merdivene doğru yürüdü. Biliyordu ki Türk askeri çok itaatlidir. Kumandanları ne söylerse hemen yaparlar. Fakat yalnız bir emre karşı itaat göstermezler. O da "teslim emri"dir. Türk, ölmeyi teslim olmaya tercih eder... Evet, "Vire"ye kimse razı olmayacaktı. İçinden: "Ama, kandırırım..." dedi. Kalenin üstüne çıkınca Mahmud Ağa'ya döndü: :&mdash; Z&acirc;bitleri, bölükbaşıları, çavuşları çağır. Buraya gelsinler, kendileriyle konuşalım. Haydi... Emrini verdi. Sonra beden siperlerini dolaştı. Diz çökmüş dışarıya bakan askerin sırtından şövalyeler ordusunu tetkik etti. Üç yüz kişiden fazla idiler. Formaları, silahları muntazamdı. Hiç çapulcuya filan benzemiyorlardı. İki dakika sonra zırhlarını giymiş, tolgalı z&acirc;bitler çavuşlar etrafına toplandılar. Barhan Bey bir elini, padişahın son defa ihsan ettiği murass&acirc;<ref>süslü, mücevherli</ref> kılıca dayamıştı. Ağır, levent bir sükûn ile: :&mdash; Ağalar, dedi, görüyorsunuz kaleyi saranlar bizden çok. Belki bizim iki mislimiz... Müdafaada kalsak üç aylık erzakımız var. Çok dayanamayız. Halbuki bu sene bize imdat gelmesinin imk&acirc;nı yok. Huruç da edemeyiz. :&mdash; Niçin? :&mdash; Niçin? Diye mırıldandılar. :&mdash; Bakınz niçin? Bu kaleyi biz yapmadık. Vaktiyle düşmandan "Vire" ile aldık. Düşman, galiba burasını yalnız müdafaa için yapmış, çünkü hem kapısı çok dar, hem de bir meydana doğru açılmıyor. Kapının karşısındaki, şu gördüğünüz tümsekte, elli kişi yaylım ateşi açsa, dışarıya kimse çıkamaz. İhtiyar Mahmud Ağa titriyordu: :&mdash; Biz teslim olmayız!.. Dedi. :&mdash; Hayır, teslim olmayacağız. Vuruşmak için bir meydan bulacağız. Buna razı mısınız? :&mdash; Razıyız, razıyız... :&mdash; Bana emniyetiniz var mı? :&mdash; Var, var. :&mdash; O halde ben düşmanla "Vire"yi konuşacağım. Maksadım teslim olmak değil, muharebe etmektir. Varın yoldaşlara söyleyin. Sakın yanlış fikirlere kapılmasınlar. Benim emrimden dışarı çıkmasınlar. :&mdash; Başüstüne, başüstüne... Diye ayrılan z&acirc;bitler, bölükbaşıları, siperin arasındaki askerin yanına koştular. Mahmud Ağa, Barhan Bey'in yanında kaldı. Tercümanı çağırttılar. Asab&icirc; adımlarla kapının üstündeki yüksek sipere gittiler. Barhan Bey, tercümana: :&mdash; Sor bunlara, ne istiyorlar bizden? Dedi. Tercüman bağırdı. Şövalyelerin saflarından gayet düzgün bir Türkçe ile cevap verdiler. :&mdash; Biz kaleyi istiyoruz, teslim etmezseniz zorla alacağız. Artık tercümana lüzum kalmadığını gören, Barhan bey, bağırarak kendi konuşmaya başladı: :&mdash; Pekâlâ... Kaleyi size bırakalım. "Vire"yi söyleşelim. . . . . . :&mdash; Söyleşelim. :&mdash; Biz burada yüz elli kişiyiz. Hepimiz harp eriyiz. İçimizde çoluk çocuk, kadın, ihtiyar yok. Siz hücumla bu kaleyi bizden alamazsınız. Cephaneliğimiz ağzı ağzına barut dolu. Erzakımız var. Silahlarımız mükemmel. Adamlarınızdan birini gönderin. İçeri girsin. Biz de size bir rehin veririz. Adamınız cephaneliği, silahlarımızı, askerlerimizi gözüyle görsün, yalan mı söylüyoruz, sahi mi? Anlasın. Sonra "Vire"yi konuşuruz. Aralarında bu teklifin tercümesi biraz uzun sürdü. Şövalyeler kabul ettiler. Kapıdan silahsız bir düşman askeri içeri alındı. Bir sipahi de rehin olarak dışarı verildi. Barhan Bey, kendi eliyle bu askere kalenin her tarafını gezdirdi. Dolu cephaneliği, topları, silahları, askeri ayrı ayrı gösterdi: :&mdash; Haydi yiğidim, git, kumandanlarına gördüklerini aynıyla söyle... Dedi. Bu asker dışarı bırakılarak, verilen sipahi de içeri alındı. Yarım saat geçti... Barhan Bey siperde bekliyordu. Henüz cevap verilmemişti. On dakika daha geçti. Deminki Türkçe ses ansızın sordu: :&mdash; "Vire" için şartlarınız ne? Barhan Bey bağırdı: :&mdash; Biz iki senedir burada bekliyoruz. Artık ordumuzun gelmeyeceğini anladık. Bize müsaade edin. Silahlarımızla dışarı çıkalım. Atlarımızı, cephaneliğimizi, erzakımızı size bırakacağız. Aşağıya, memleketimize doğru çekilip gideceğiz. . . . . . . Şövalyeler, bu teklifi kısa bir müzakereden sonra kabul ettiler. Cephaneler, toplar, atlar, erzak ellerine geçtikten sonra muharebeye, hücuma ne hacet vardı? Zaten bu yüz elli Türk yolda açlıktan ölecekti. Tata'ya kadar yollarda binlerce martolos kaynıyordu. Kaleyi bırakmak, sahipleri için muhakkak ölüm demekti. Fakat... Barhan Bey'in sesini yine duydular: :&mdash; "Vire"yi bozmayacağınıza nasıl teminat vereceksiniz? :&mdash; ... Şövalyeler, namusları üzerine söz vermek istediler. Barhan Bey bunu k&acirc;fi görmedi. V&acirc;kı&acirc; onlar hakikatte "Vire"yi bozmasını düşünmüyorlardı. Türkler'den zorla muharebe ile kale almanın ne çetin şey olduğunu hepsi bilirdi. :&mdash; Nasıl teminat isterseniz veririz, dediler. Barhan Bey istediğini söyledi: :&mdash; Biz yüz elli kişiyiz. Siz üç yüzden fazlasınız. Evvela iki kısma ayrılınız. Bir kısmınız bütün silahlarını öteki kısma versin. Silahlarımızın adedi müs&acirc;vi<ref>eşit</ref> olsun. O vakit emniyetle kapıdan çıkarız. Sonra biz çıkınca evvela silahlılarınız, sonra silahsızlarınız kaleye girsin. Biz size birçok cephane, top bırakıyoruz. Siz de toplarınızı içeri alın. Yalnız şu karşıdaki tepelere varıncaya kadar kaleden dışarı çıkmayacağınıza söz veriniz. . . . . Bu teklifin müzakeresi de epeyce sürdü. "Vire"yi zaten bozmayı hiç düşünmeyen şövalyeler, bu teminatı vermekte bir beis görmediler. Sert kumandalarla askeri ikiye ayırdılar. Bir kısmını silahsız bıraktılar. Kalenin açılan kapısından yayan olarak en önde Barhan Bey çıktı. Arkasından, tüfekleri, okları, kalkanları, tolgaları, zırhları parlayan, kaplan postlarına bürünmüş yüz elli ceng&acirc;ver göründü. Silahların, kılıçların şıkırtısından başka hiçbir sada işitilmiyordu. Kapıdan iki yüz adım kadar uzaklaştılar. Düşman askeri, boş kalan kaleye sevinç naraları, zafer hurr&acirc;ları atarak giriyorlardı. Hemen burcun kulesine bayraklarını çektiler. Çifte katırlara yüklü toplarını da dar kapıdan soktular. Dışarıda, yalnız ağırlıkları, cephaneleri, mekk&acirc;re<ref>nakliyat işlerinde kullanılan hayvan</ref>leri kalmıştı. <center>🙝🙟</center> Barhan Bey ansızın haykırdı: :&mdash; Mahmud Ağa, çabuk tümseği tut... Kaleden elli kişi ile bir anda kopan Mahmud Ağa, kale kapısının ta karşısındaki tepeye fırlayıverdi. Barhan Bey'in kumandasıyla yalınkılıç kırk kişi de, sol taraftaki çalılık kenarında duran düşman cephanesinin, mekk&acirc;relerinin üstüne canlı bir çığ gibi düştü. Kaleyi alan galipler, aman verdikleri mağlupların bu garip hareketlerinden evvela bir şey anlamadılar. "Ne oluyor?" diye bedenlerden bakışıyorlardı. Türkçe sordular: :&mdash; İşte biz kalenin içindeyiz... Neye gitmiyorsunuz? Barhan Bey'in kahkahası cevap verdi: :&mdash; Sizi muh&acirc;sara ettik. Hemen teslim olun! :&mdash; ! ! ! ! :&mdash; .... :&mdash; ? ? ? ? Derin bir sükût...Sonra müthiş bir uğultu... Bedenlerin siperlerinde koşuşmalar... Küfürler, kumandalar... Barhan Bey'in bulunduğu tarafa oklar atılmaya başladı. Şaşkın galipler, dışarıdaki ağırlıklarının, cephanelerinin zaptolunduğunu, yük muhafızlarından kesilmeyenlerin bağlanarak esir edildiğini görünce, bütün bütün şaşırdılar. Kale kapısından dışarı atılmak isteyenleri, tümsekteki Mahmud Ağa'nın sipahileri okla, kurşunla birer birer deviriyordu. Gürültü içinde Barhan Bey'in sert sesi tekrar işitildi: :&mdash; Bre şövalyeler! Yazık size! Son kurşunlarınızı atıyorsunuz, cephanelerinizi zaptettim. Sonra ne yapacaksınız. Tüfekleriniz ellerinizde çoban sopası gibi kalacak. Bu dar kapıdan çıkamazsınız. Kim isterse denesin. Gelin, teslim olun, "Vire"yi konuşalım... . . . . . Yavaş yavaş silah sesleri kesildi. Ama bir cevap çıkmadı. Bir dakika evvelki galiplerin bu acıklı, bu şaşkın sükûtuna parça parça cevap verir gibi, Barhan Bey fasılalı narasına devam etti: :&mdash; Bıraktığım toplar boştur. Cephanelikte barut diye adamınıza gösterdiğim çuvallar kömür tozu doludur. İsterseniz gidip bakın... . . . . . :&mdash; Kuyu ile sarnıcın suları da zehirlenmiştir. İsterseniz alınız bakınız, ölmek isterseniz bir damla tadınız. . . . . . :&mdash; Şimdi "Vire"yi reddedip teslim olmazsanız, üç gün sonra susuzluktan öleceksiniz. Yahut yine teslim olacaksınız. O vakit aman vermem... . . . . . :&mdash; Düşünün, taşının. Avucumun içindesiniz. Bir yere kaçamaz, kurtulamazsınız." . . . . . Kalede bir gürültüdür gidiyordu. Dar kapının önünde, zırhlı oklar, çatal kurşunlarla yaralananlar acı acı inliyorlardı. Siperlerde koşuşuyorlar, topları yerlerinden oynatıyorlar, eğilip asab&icirc;, korkunç nazarlarla aşağıya, deminden "Vire" ile bıraktıkları müthiş mağluplarına bakıyorlardı. Bir saat sürmedi; kalede akıl, muhakeme, şaşkınlığa galebe çalar gibi oldu. Sarnıçla kuyunun simsiyah suyunu, cephanelikteki açılan çuvalların kömür tozlarıyla dolu olduğunu gören şövalyeler vaziyetlerinin vah&acirc;metini takdir ettiler. Su yoktu. Barut yoktu. Kalenin dar kapısından çıkmak imk&acirc;nı yoktu. Öyle korkunç bir kündeye gelmişlerdi ki... Artık "Pes" demekten başka çare yoktu! Biraz evvel şövalye saflarının arasından bedenlere teslim teklif eden Türkçe ses, bu sefer bedenlerden aşağıya, pusulara yatmış yeni muh&acirc;sır<ref>kuşatmacı</ref>lara haykırdı: :&mdash; Kaleyi size bırakacağız, "Vire"yi konuşalım. . . . . . :&mdash; Konuşalım... :&mdash; ... Şövalyeler, şart olarak silahlarıyla beraber cen&ucirc;ba<ref>güneye</ref> gitmelerini teklif ediyorlardı. Barhan Bey kabul etmedi. Barutsuz, susuz, bir kale ne işe yarardı? Bu kaleyi alıp içine girmek zaten tuzağa düşmek demekti. İşte buna kendileri bir misaldi! Şövalyeler, Barhan Bey'e şartlarını sordular. Onun şartları gayet m&acirc;kul, gayet basitti. Kalede kapalı kalanlar tüfek, ok, kılıç, kama, meç, topuz, kalkan, piştov gibi ne kadar silahları varsa hepsini bedenlerden aşağı atacaklardı. Barhan bey bunları sayıp topladıktan sonra kalenin içinde herkesin silahsız kaldığına emniyet getirirse bir "şart" ile canlarını bağışlayacaktı. :&mdash; O şart ne? Diye haykırdılar. :&mdash; Silahlarınızın hepsi aşağıya atılmadan bu şart söylenilmez. . . . . . <center>🙝🙟</center> Kalede kapalı kalanlar, Barhan Bey'in karşısında, ümitsiz bir inatla üç gün daha dayandılar. Geceleri dar kapıdan çıkmaya çalışıyorlardı. Fakat aksi gibi ayın on dördü idi. Her taraf gündüzden daha aydınlıktı. Sipahiler, dar kapıdan kayan her gölgeyi hemen deviriyorlardı. İçeride dudaklar kurumuş, susuzluk cana tak demişti. Cephaneleri de tükeniyordu. Sonlarını, akıbetlerini düşünmeye başladılar. Nihayet "Vire" şartını anlamak için silahlarının hepsini kalenin bedenlerinden aşağı atmaya karar verdiler. Dördüncü günü sabahı burcun etrafında ansızın bir ok, yay, kılıç, kalkan, tüfek, meç yağmuru başladı. Bu yağmur beş dakika kadar sürdü. Yeniçeriler, sipahiler, azepler<ref>Osmanlı askerî teşkilatında, bekâr, kuvvetli gençlerden oluşan bir askerî sınıf</ref> için bu silahları kucak kucak toplayıp tümseğin arkasına taşıdılar. Barhan Bey, hepsini dikkatle saydırdı. Denk denk bağlattı. Tam üç yüz kişinin silahları olduğuna kanaat getirdi. Sonra askerleriyle beraber kalenin kapısına doğru ilerledi. Bağırdı: :&mdash; Hepiniz iç avluya toplanın! Silahsız düşman, kendi lisanlarıyla tekrarladıkları bu emre bir koyun sürüsü usluluğu ile itaat etti... Barhan Bey, yalınkılıç sipahilerle kapıdan girdi. Avlu dolmuştu. İstese şimdi hepsini kılıçtan geçirebilirdi. Ama, hayır... Ona kafa değil... Erzak lazımdı. :&mdash; Şövalyelerle asilzadeler bu tarafa ayrılsın. Dedi. Parlak zırhlı, tüylü tolgalarının etrafında altınlı siperleri göze çarpan cesur şövalyeler, gümüş tokalı kemerler bağlamış zengin asilzadeler bir tarafa toplandılar. Sayıldı. Bunların hepsi elli kişiydi. :&mdash; Kumandanınız kim? Diye sordu. İçlerinden iri, kırmızı sakallı bir adam ilerledi. Yüzü sapsarıydı. Bu, meşhur muhariplerden Petonleç idi. Uğradığı susuzluk, cephanesizlik vartasından ziy&acirc;de, vuruşarak namusk&acirc;rane ölmek ihtimalinin adem<ref>yokluk,bulunmama</ref>i onu bitirmişti. Barhan Bey, tercüman vasıtası ile dedi ki: :&mdash; Asilzadelerle şövalyeleri rehin gibi kalede tutacağım. Sen iki yüzelli silahsız askerinle var, git, bir ay içinde bana mutlaka bin çuval un, beş yüz kazevi<ref>kamıştan örülmüş büyük sepet</ref> pirinç, beş yüz koyun, iki yüz tulum yağ, yüz tulum peynir, yüz tulum pekmez getireceksin. Bir ay içinde bu istediklerim kaleye gelmezse, rehin tuttuğum elli kişiyi keseceğim. Prens Petonleç, daha beter sarardı, dudaklarını ısırdı. Bu şart, felaketin en müthiş tarafıydı. Barhan Bey tercümana: :&mdash; Sararıyor, sor bakalım, çok susamış mı? Dedi. Petonleç cevap vermedi. Barhan Bey'in emriyle sipahiler avlunun ortasındaki kuyuya koştular. Bir kova su çektiler. Kovayı getirince, doldurulan kupayı evvela Barhan Bey içti: :&mdash; Korkmayınız, ne sarnıç ne de kuyu zehirlidir, dedi, ben sizi aldatmak için yalnız içine biraz siyah boya attım. Siz tatmaya korktunuz. İnsan ölümden bu kadar korkarsa çok yanılır. Kupayı kumandana verdi. Üç gün susuz duran kumandan kendine uzatılan şeyi reddedemezdi. Artık silahsız esirler kuyunun başına üşüşmüşlerdi... Barhan Bey, rehinlerin sol kuledeki taş odaya götürülmesini emretti. Sonra kumandanı alarak cephaneliğe götürdü. Barut çuvallarının üst taraflarını döktürttü. Bir karış aşağılarının kömür tozu olmadığını gösterdi: :&mdash; Anladın ya... Baruta ihtiyacım yok. Ne vakit istersen beni muhasaraya gel. Dedi. Üç gündür kirli renginden korkup tadamadıkları suları kana kana içince biraz canlanan silahsız düşmanlar, önlerinde yayan kumandanları, gözleri yerlerde, dalkılıç sipahilerin şakaları arasında, dar kapıdan, ikişer ikişer çıkarak, geldikleri tarafa doğru, miskin miskin gittiler. <center>🙝🙟</center> Bir ay geçmeden rehin asilzadelerle şövalyeleri kurtarmak için Prens Petonleç'in gönderdiği büyük erzak kervanı kalenin önüne yıkıldı. Dolu çuvallar, şişkin kazeviler, ağır tulumlar, birer birer içeri taşınıyordu. İç eyaletlerden çok uzaklardaki bu garip kalecik, mutlaka "Kızılelma"yı alacak büyük ordunun gelmesini, artık birkaç yıl daha rahat rahat bekleyecekti. ==Dipnotlar== {{sayfa başı}} {{dipnot|3}} [[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]] feduqxg0fasapu8ryopsy92oi7py362 And 0 7206 151642 140747 2022-08-11T05:20:51Z Kwamikagami 19579 wikitext text/x-wiki {{eser başlığı | önceki = | sonraki = | başlık = And | bölüm = | eser sahibi = Ömer Seyfettin | notlar = İlk yayım: ''Genç Kalemler Mecmuası'', 1912, C.III, sayı 11 }} Ben Gönen'de doğdum. Yirmi yıldan beri görmediğim bu kasaba hayalimde artık seraplaştı. Birçok yerleri unutulan eski, uzak bir rüya gibi oldu. O zaman genç bir yüzbaşı olan babamla her vakit önünden geçtiğimiz Çarşı Camii'ni, karşısındaki küçük, harap şadırvanı, içinde binlerce kereste tomruğu yüzen nehirciği, bazı yıkanmaya gittiğimiz sıcak sulu hamamın derin havuzunu şimdi hatırlamaya çalışıyorum. Fakat beyaz bir nisyan<ref>unutma</ref> dumanı önüme yığılır. Renkleri siler, şekilleri kaybeder... Pek uzun gurbetlerden sonra vatanına dönen bir adam doğduğu yerin ufkunu koyu bir sis altında bulup da, sevdiği şeyleri uzaktan bir an evvel göremediği için nasıl mahzun olursa, ben de tıpkı böyle meraka, sabırsızlığa benzer bir elem duyarım. O, her akşam sürülerle mandaların, ineklerin geçtiği tozlu, taşsız yollar; yosunlu, siyah kiremitli çatılar; yıkılacakmış gibi duran büyük duvarlar, küçük, ahşap köprüler, nihayetsiz tarlalar, alçak çitler hep bu duman içinde erir. Yalnız evimizle mektebi gözümün önüne getirebilirim. <center>🙝🙟</center> Büyük bir bahçe... Ortasında köşk tarzında yapılmış bembeyaz bir ev... Sağ köşesinde her vakit oturduğumuz beyaz perdeli oda... Sabahları annem beni bir bebek gibi pencerenin kenarına oturtur, dersimi tekrar ettirir, sütümü içirirdi. Bu pencereden görünen avlunun öbür tarafındaki büyük toprak rengindeki binanın camsız, kapaksız tek bir penceresi vardı. Bu siyah delik beni çok korkuturdu. Yemeklerimizi pişiren, çamaşırlarımızı yıkayan, tahtalarımızı silen, babamın atına yem veren, av köpeklerine bakan hizmetçimiz Abil Ana'nın her gece anlattığı korkunç, bitmez hikâyelerdeki ayıyı, bu karanlık pencerede görür gibi olurdum. Bu vehim ile, rüya dinlemek, tâbir etmek merakında olan zavallı anneme, her sabah ayılı rüyalar uydurur; iri kızgın bir ayının beni kapıp dağa götürdüğünü, ormandaki inine kapadığını, kollarımı bağladığını, burnumu, dudaklarımı yediğini, sonra Bayramiç yolundaki su değirmeninin çarkına attığını söyler, ona birçok: "Hayırdır inşallah..." dedirtirdim. Tâbir ederken benim büyük bir adam, büyük bir bey, büyük bir paşa olacağımı, bana kimsenin fenalık yapamayacağını temin ettikçe, yalan söylediğimi unutur, ne kadar sevinirdim! <center>🙝🙟</center> Nasıl sokaklardan, kiminle giderdim? Bilmiyorum... Mektep bir katlı, duvarları badanasız idi. Kapıdan girilince üstü kapalı bir avlu vardı. Daha ilerisinde küçük, ağaçsız bir bahçe... Bahçenin nihayetinde ayakyolu, gayet kocaman abdest fıçısı... Erkek çocuklarla kızlar karmakarışık otururlar, beraber okur, beraber oynarlardı. "Büyük Hoca" dediğimiz, kınalı, az saçlı, kambur, uzun boylu, ihtiyar, bunak bir kadındı. Mavi gözleri pek sert parlar, gaga gibi iri, sarı burnu ile, tüyleri dökülmüş hain, hasta bir çaylağa benzerdi. "Küçük Hoca" erkekti. Büyük Hoca'nın oğlu idi. Çocuklar ondan hiç korkmazlardı. Galiba biraz aptalca idi. Ben arkadaki rahlelerde, Büyük Hoca'nın en uzun sopasını uzatamadığı bir yerde otururdum. Kızlar, belki saçlarımın açık sarı olmasından, bana hep "Ak Bey" derlerdi. Erkek çocukların büyücekleri ya ismimi söylerler yahut "Yüzbaşıoğlu" diye çağırırlardı. Sınıf kapısının açılmayan kanadında sallanan "geldi-gitti" levhası yassı, cansız bir yüz gibi bize bakar, kalın duvarların tavana yakın dar pencerelerinden giren donuk bir aydınlık durmadan bağıran, haykırarak okuyan çocukların susmaz, keskin çığlıklarıyla sanki daha ziyâde ağırlaşır, bulanırdı... <center>🙝🙟</center> Mektepte yalnız bir nevi ceza vardı: Dayak... Büyük kabahatliler, hatta kızlar bile falakaya yatarlardı. Falakadan korkmayan, titremeyen yoktu. Küçük kabahatlilerin cezası ise nisbetsiz, mikyassız<ref>ölçüsüz</ref> idi. Küçük Hoca'nın ağır tokadı... Büyük Hoca'nın uzun sopası... ki rastgeldiği kafayı mutlaka şişirirdi. Ben hiç dayak yememiştim. Belki iltimas ediyorlardı. Yalnız bir defa Büyük Hoca, kuru, kemikten elleriyle yalan söylediğim için sol kulağımı çekmişti. O kadar hızlı çekmişti ki, ertesi gün bile yanıyordu. Kıpkırmızı idi. Halbuki kabahatim yoktu. Doğru söylemiştim. Bahçedeki abdest fıçısının musluğu koparılmıştı. Büyük Hoca bu kabahati yapanı arıyordu. Bu, mavi cepkenli, kırmızı kuşaklı, hasta, zayıf bir çocuktu. Haber verdim. Falakaya konacaktı. İnkâr etti. Sonra diğer bir çocuk çıktı. Kendi kopardığını, onun kabahati olmadığını söyledi. Yere yattı. Bağıra bağıra sopaları yedi. O vakit Büyük Hoca, "Niçin yalan söylüyor, bu zavallıya iftira ediyorsun?" diye kulağıma yapıştı. Yüzünü buruşturarak darıldı... <center>🙝🙟</center> Ağladım. Ağladım. Çünkü yalan söylemiyordum. Evet, musluğu koparırken gözümle görmüştüm. Akşam azâdında dayağı yiyen çocuğu tuttum: :&mdash; Niçin beni yalancı çıkardın? dedim. Musluğu sen koparmamıştın... :&mdash; Ben koparmıştım. :&mdash; Hayır, sen koparmamıştın. Öbür çocuğun kopardığını ben gözümle gördüm. Israr edemedi. Yüzüme baktı. Bir an öyle durdu. Eğer hocaya söylemeyeceğime yemin edersem, saklamayacaktı. Anlatacaktı. Ben hemen yemin ettim. Merak ediyordum: :&mdash; Musluğu Ali koparmıştı, dedi, ben de biliyordum. Ama o çok zayıf, hem hastadır. Görüyorsun, falakaya dayanamaz. Belki ölür, daha yataktan yeni kalktı. :&mdash; Ama sen niçin onun yerine dayak yedin? :&mdash; Niçin olacak. Biz onunla and içmişiz. O bugün hasta, ben iyi, kuvvetliyim. Onu kurtardım işte. Pek güzel anlamadım. Tekrar sordum: :&mdash; And ne? :&mdash; Bilmiyor musun? :&mdash; Bilmiyorum! O vakit güldü, benden uzaklaşarak cevap verdi: :&mdash; Biz birbirimizin kanlarını içeriz. Buna "and içmek" derler. And içenler kan kardeşi olurlar. Birbirlerine ölünceye kadar yardım ederler, imdada koşarlar. <center>🙝🙟</center> Sonra dikkat ettim, mektepte birçok çocuk, birbirleriyle and içmişlerdi. Kan kardeşi idiler. Hatta bazı kızlar bile kendi aralarında and içmişlerdi. Bir gün, bu yeni öğrendiğim âdetin nasıl yapıldığını da gördüm. Yine arka rahlelerde idim. Küçük Hoca abdest almak için dışarı çıkmıştı. Büyük Hoca, arkasını bize çevirmiş, yavaş yavaş, bir sümüklüböcek kadar ağır, namazını kılıyordu. İki çocuk tahta saplı bir çakıyla kollarını çizdiler. Çıkan büyük, kırmızı damlayı kolları üzerinde bu çizgiye sürdüler. Kanlarını karıştırdılar. Sonra birbirlerinin kollarını emdiler. And içerek kan kardeşi olmak... Bu beni düşündürmeye başladı. Şayet benim de kan kardeşim olsa idi, hocaya kulağımı çektirmeyecek, ihtimal falakaya yatacağım zaman beni kurtaracaktı. Koca mektebin içinde kendimi yapayalnız, arkadaşsız, hâmisiz zannediyordum, anneme fikrimi, her çocuk gibi birisiyle and içmek istediğimi söyledim. Andı tarif ettim. Razı olmadı. "Öyle münasebetsizlikler istemem. Sakın yapma ha..." diye tembih etti. <center>🙝🙟</center> Lâkin ben dinlemedim. Aklıma and içmeyi koymuştum. Fakat kiminle? Bir tesadüf, beklenilmeyen bir kaza bana kan kardeşimi kazandırdı. Cuma günleri bizim evin bahçesine ,bütün komşu çocukları toplanırlardı. Akşama kadar beraber oynardık. Arkamızdaki evlerin sahibi Hacı Budak'ların benim kadar bir çocukları vardı ki, en çok adı hoşuma giderdi: Mıstık... Bu kelimeyi söylerken sanki mütelezziz<ref>lezzet duyan, tat alan</ref> olur, hep tekrarlardım. O kadar ahenkli, tanînli<ref>tınlamalı</ref> idi. Kızlar, bu güzel isme uydurulmuş kafiyeleri, Mıstık'ı bahçede, sokakta görünce bir ağızdan söylerler; hâlâ hatırımda: <center>Mustafa Mıstık,<br> Arabaya kıstık,<br> Üç mum yaktık,<br> Seyrine baktık!<br></center> Diye bağrışırlar, ellerini yumruk yaparak ona karşı dururlardı. Mıstık hiç kızmazdı. Gülerdi. Biz de, bazen bu beyitleri bağırarak tekrarlar, eğlenirdik. Bu iki minimini beyit, benim hayalime bile tesir etmişti. Rüyamda, birçok arsız kızın onu büyük bir muhâcir arabasına sıkıştırarak, etrafına üç mum yakarak seyrine baktıklarını görürdüm. Niçin Mıstık öyle uslu dururdu. Niçin birden fırlayıp bu kızlara birkaç tokat atmaz, sıkıştığı katran kokulu arabadan kurtulmazdı? Hepimizden kuvvetli o idi. Sanki adı gibi her tarafı yuvarlaktı; başı, kolları, bacakları, vücudu... Hatta elleri... Bütün çocukları güreşte yenerdi... Yazın, her Cuma sabahı, büyük bir deste söğüt dalı getirirdi. Bu dallardan kendimize atlar yapar, cirit oynar, yarışa çıkardık. Yarışta da hepimizi geçerdi. Onu hiçbirimiz tutamazdık. İşte yine böyle bir Cuma günü, Mıstık söğüt dallarıyla geldi. Ben en uzununu kendime ayırdım. Öbürlerini çocuklara dağıttım. Bir çakı ile bu dalların ucunu keser, kabuklarından iki kulak, bir burun çıkartır, tıpkı bir at başına benzetirdik. Bunu en güzel ben yapardım. Kendi atımı yapıyordum. Mıstık'la diğer çocuklar sıralarını bekliyorlardı. Nasıl oldu, farkına varmadım, söğüdün kabuğu birden yarıldı. Arasından kayan çakı sol elimin şehâdet parmağını kesti. Sulu, kırmızı bir kan akmaya başladı. O saatte aklıma bir şey geldi: And içmek... Parmağımın acısını unuttum, Mıstık'a: :&mdash; Haydi, dedim, hazır elim kesildi. Kan kardeşi olalım. Sen de kes... Tereddüt etti. Siyah gözlerini yere dikerek, büyük, yuvarlak başını salladı: :&mdash; Olur mu ya... And için kol kesmek lazım... :&mdash; Canım ne zararı var? diye ısrar ettim, kan değil mi? Hepsi bir. Ha koldan, ha parmaktan... Haydi, haydi!... Razı oldu. Elimden aldığı çakıyla kolunu, hatta biraz derince kesti. Kanı o kadar koyuydu ki, akmıyor, bir damla halinde kabarıyor, büyüyordu. Parmağımın kanıyla karıştırdık. Evvela ben emdim. Bu, tuzlu, sıcak bir şeydi. Sonra o da benim parmağımı emdi. Bilmiyorum aradan ne kadar zaman geçti. Belki altı ay... Belki bir yıl... Mıstık'la kan kardeşi olduğumuzu adeta unutmuştum. Yine beraber oynuyor, mektepten eve beraber dönüyorduk. Bir gün hava pek sıcaktı. Büyük Hoca, bizi yarım azad etti.. Tıpkı Perşembe günü gibi... Mıstık'la sokağın tozları içinde yavaş yavaş yürüyorduk. Ben fesimin altına mendilimi koymuştum... Terimi silemediğim için yüzüm sırılsıklam idi. Büyük, geniş bir yoldan geçiyorduk. Kenarda yıkılmış bir duvarın temelleri vardı. Birdenbire karşıdan iri, kara bir köpek çıktı. Koşarak geliyordu. Arkasından birkaç adam kalın sopalarla kovalıyorlardı. Bize, "Kaçınız, kaçınız, ısıracak!.." diye bağırdılar. Korktuk, şaşırdık. Öyle kaldık. Evvela ben biraz kendimi toplayarak, "Aman, kaçalım..." dedim. Gözleri ateş gibi parlayan köpek bize yetişmişti. O vakit Mıstık, "Sen arkama saklan!..." diye haykırdı, önüme geçti. Köpek onun üzerine hücum etti. İlkin hızla birbirlerine çarptılar. Sonra tıpkı güreşir gibi boğaz boğaza geldiler. Köpek de ayağa kalkmıştı. <center>🙝🙟</center> Biraz böyle savaştıktan sonra ikisi de yere yuvarlandılar. Mıstık'ın küçük fesi, mavi yemenisi düştü. Bu muharebe bana pek uzun geldi. Titriyordum. Sopalı amcalar yetiştiler. Köpeğe odunlarının bütün kuvvetiyle birkaç tane indirdiler. Mıstık kurtuldu. Zavallının kollarından, burnundan kan akıyordu. Köpek, kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış, ağzı yerde, dörtnala kaçtı. Mıstık, "Bir şey yok... Acımıyor... Biraz çizildi..." diyordu. Evine götürdüler. Ben de hemen evimize koştum. Anneme başımıza geleni anlattım. Abil Ana beni yere yatırdı. Uzun uzadıya kasıklarıma, korku damarlarıma bastı. Öyle bir duâ okuyarak yüzüme üfledi ki, sarmısak kokusundan aksırdım. Ertesi günü Mıstık mektebe gelmemişti. Daha ertesi günü yine gelmedi... Anneme, Hacı Budak'lara gidip Mıstık'ı görmemizi söyledim. "Hastaymış yavrum" dedi, "inşallah iyi olunca yine oynarsınız, şimdi rahatsız etmek ayıptır." Ondan sonra ben her sabah Mıstık'ı iyileşmiş bulacağım ümidiyle mektebe gittim. Fakat heyhat... O hiç gelmedi... Köpek kuduzmuş. Baktırmak için Mıstık'ı Bandırma'ya götürdüler. Oradan İstanbul'a göndereceklerdi. Nihayet bir gün işittik ki, Mıstık ölmüş... <center>🙝🙟</center> Erken kalktığım açık, bulutsuz sabahlar, herkes gibi bana da çocukluğumu hatırlatır. Yâdımda ezeli ve mor bir fecr memleketi gibi kalan doğduğum yeri gözümün önüne getirmek isterim. Daima, farkında olmayarak sol elimin şehâdet parmağına bakarım. Birinci boğumun üstünde hâlâ beyaz çizgi şeklinde duran bir küçük yara izi, bence çok mukaddestir. Andı için ölen, hayatını mahveden kahraman kan kardeşimin, sıcak dudaklarını tekrar parmağımın ucunda duyar, beni kurtarmak için o kendisinden büyük, kudurmuş, iri ve kara çoban köpeğiyle pençeleşen aslan ve bahadır hayalini görürüm. Ve kavmiyetimizden, hadsî Türklük'ten uzaklaştıkça, daha müteâffin<ref>kokmuş</ref> derinliklerine yuvarlandığımız karanlık uçurumun, bu ahlaksızlık ve bozukluk, vefasızlık ve hodgâmlık<ref>bencillik</ref>, âdîlik ve miskinlik cehenneminin dibinde meyus ve şartlanmış kıvranırken, saf ve nurdan mazi, kaybolmuş bir cennetin hakikatten uzak bir serabı halinde karşımda açılır... Beni mütesellî ve mesut eder. Saatlerce Mıstık'ın hatırasıyla, bu muazzez ve necip matemin eskiyip unutuldukça daha ziyâde kıymeti artan tatlı ve mahzun acısıyla mütelezziz olurum... ==Dipnotlar== {{sayfa başı}} {{dipnot|2}} [[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]] pa58bw20zmx3j7v3balbu83y9e4qb56 Forsa 0 7213 151643 140748 2022-08-11T05:21:12Z Kwamikagami 19579 wikitext text/x-wiki {{eser başlığı | önceki = | sonraki = | başlık = Forsa | bölüm = | eser sahibi = Ömer Seyfettin | notlar = İlk yayım: ''Büyük Mecmua'', 6 Mart 1919, C.I, numara 1 }} Akdeniz'in, esâtir yuvası nihayetsiz ufuklarına bakan küçük tepe, mini mini bir çiçek ormanı gibiydi. İnce uzun dallı badem ağaçlarının alaca gölgeleri sahile inen keçi yoluna düşüyor, ilkbaharın tatlı rüzgarlarıyla sarhoş olan martılar, çılgın naralarıyla havayı çınlatıyorlardı. Badem bahçesinin yanı geniş bir bağdı. Beyaz taşlardan yapılmış kısa bir duvarın ötesindeki zeytinlik, ta vadiye kadar iniyordu. Bağın ortasındaki viran kulübenin kapısız medhalinden bir ihtiyar çıktı. Saçı sakalı bembeyazdı. Kamburunu düzeltmek istiyormuş gibi gerindi. Elleri, ayakları titriyordu. Gök kadar boş, gök kadar sakin duran denize baktı, baktı. :&mdash; Hayırdır inşallah! dedi. Duvarın dibindeki taş yığınlarına çöktü. Başını ellerinin arasına aldı. Sırtında yırtık bir çuval vardı. Çıplak ayakları topraktan yoğurulmuş sanılacaktı. Zayıf kolları kirli tunç rengindeydi. Tekrar başını kaldırdı. Gökle denizin birleştiği dumandan çizgiye dikkatle baktı. Fakat görünürde bir şey yoktu. <center>🙝🙟</center> Bu, her gece uykusunda kendini kurtarmak için birçok gemilerin pupa yelken geldiğini gören zavallı eski bir Türk forsasıydı. Esir olalı kırk seneden ziyâde geçmişti. Otuz yaşında dinç, levent, kuvvetli bir kahramanken Malta korsanlarının eline düşmüştü. Yirmi sene onların kadırgalarında kürek çekti. Yirmi sene iki zincirle iki ayağından rutubetli bir geminin dibine bağlanmış yaşadı. Yirmi senenin yazları, kışları, rüzgârları, fırtınaları, güneşleri önün granit vücudunu eritemedi. Zincirleri küflendi, çürüdü, kırıldı. Yirmi sene içinde birkaç defa halkalarını, çivilerini değiştirdiler. Fakat onun çelikten daha sert adaleli bacaklarına bir şey olmadı. Yalnız abdest alamadığı için üzülürdü. Daima güneşin doğduğu tarafı sol ilerisine alır, gözlerini kıbleye çevirir, beş vaktini gizli gizli, işaretle edâ ederdi. Elli yaşına gelince, korsanlar onu, "Artık iyi kürek çekemez!" diye çıkarıp bir adada satmışlardı. Efendisi bir çiftçiydi. On sene kuru ekmekle onun yanında çalıştı. Allah'a çok şükrediyordu. Çünkü artık bacaklarından mıhlı değildi. Abdest alabiliyor, tam kıblenin karşısına geçiyor, unutmadığı âyetlerle namaz kılıyor, duâ edebiliyordu. Bütün ümidi memleketine, Edremit'e kavuşmaktı. Otuz sene içinde hiçbir an ümidini kesmedi. "Öldükten sonra dirileceğime nasıl inanıyorsam, elli yıl esirlikten sonra da memleketime kavuşacağıma öyle inanırım!" derdi. En şanlı, en meşhur Türk gemicilerindendi. Daha yirmi yaşındayken Tarık Boğazı'nı geçmiş, poyraza doğru haftalarca, aylarca, kenar, kıyı görmeden gitmiş, rast geldiği ücra adalardan cizyeler almış, irili ufaklı donanmaları tek başına hafif gemisiyle berbat etmişti. O vakitler Türkeli'nde namı dillere destandı. Padişah bile kendisini saraya çağırtmış, maceralarını dinlemişti. Çünkü Hızır Aleyhisselam'ın gittiği diyarları dolaşmıştı. Öyle denizlere gitmişti ki, üzerinde dağlardan, adalardan büyük buz parçaları yüzüyordu. Oraları tamamıyla başka bir cihandı. Altı ay gündüz, altı ay gece olurdu! Karısını, işte bu, senesi bir büyük günle bir büyük geceden ibaret olan başka cihandan almıştı. Gemisi altın, gümüş, inci, elmas, esir dolu vatana dönerken, kenarsız denizin ortasında evlenmiş, oğlu Turgut, Çanakkale'yi geçerken doğmuştu. Şimdi kırkbeş yaşında olmalıydı. Acaba yaşıyor muydu? Hayalini unuttuğu, karlardan beyaz karısı acaba hâlâ sağ mıydı? Kırk senedir, yalnız taht şehrinin, İstanbul'un minareleri ufku, hayalinden hiç silinmemişti. "Bir gemim olsa gözümü kapar, Kabataş'ın önüne demir atarım" diye düşünürdü. Altmış yaşını geçtikten sonra efendisi, onu sözde âzâd etti. Bu âzâdetmek değil; sokağa, açlığa, perişanlığa atmaktı. İhtiyar esir, bu viran bağın içndeki harap kulübeyi buldu. İçine girdi. Kimse bir şey demedi. Ara sıra kasabaya iniyor, ihtiyarlığına acıyanların verdiği ekmek parçalarını toplayıp dönüyordu. On senes daha geçti. Artık hiç kuvveti kalmamıştı. Hem bağ sahibi de artık kendisini istemiyordu. Nereye gidecekti? Fakat işte, eskiden beri gördüğü rüyaları yine görmeye başlamıştı. Kırk senelik bir rüya... Türkler'in, Türk gemilerinin gelişi... Gözlerini kadit elleriyle iyice ovdu. Denizin gökle birleştiği yere yine baktı. Evet, mutlaka geleceklerdi. Buna o kadar emindi ki... :&mdash; Kırk sene görülen bir rüya yalan olamaz! Diyordu. Kulübe duvarının dibine uzandı. Yavaş yavaş gözlerini kapadı. İlkbahar bir umut tufanı gibi her tarafı parlatıyordu. Martıların: :&mdash; Geliyorlar, geliyorlar, seni kurtarmaya geliyorlar! Gibi işittiği tatlı seslerini dinleye dinleye daldı. Duvar taşlarının arasından çıkan kertenkeleler üzerinde geziniyorlar, çuvaldan esvabının içine kaçıyorlar, gür beyaz sakalının üstünde oynaşıyorlardı. İhtiyar esir rüyasında, ağır bir Türk donanmasının limana girdiğini görüyordu. Kasabaya giden yola birkaç bölük asker çıkarmışlardı. Al bayrağı uzaktan tanıdı. Yatağanlar, kalkanlar güneşin aksiyle parlıyordu. <center>🙝🙟</center> :&mdash; Bizimkiler! Bizimkiler! Diye bağırarak uyandı. Doğruldu. Üstündeki kertenkeleler kaçıştılar. Limana baktı. Hakikaten kalenin karşısına bir donanama gelmişti. Kadırgaların, yelkenlerin, küreklerin biçimine dikkat etti. Sarardı. Gözlerini açtı. Kalbi hızla çarpmaya başladı. Ellerini göğsüne koydu. Bunlar Türk gemileriydi. Kenara yanaşıyorlardı. Gözlerine inanamadı. "Acaba rüyam devam mı ediyor?" şüphesine düştü. Fakat uyanıkken rüya görülür müydü? Kanaat getirmek için elini ısırdı. Yerden sivri bir taş parçası aldı. Alnına vurdu. Evet, işte hissediyordu. Uyanıktı. Gördüğü rüya değildi. O uyurken, donanma burnun arkasından birdenbire zuhur etmiş olacaktı. Sevinçten, hayretten dizlerinin bağı çözüldü. Hemen çöktü. Karaya çıkan bölükler, ellerinde al bayrak, kalenin etrafına doğru ilerliyorlardı. Kırk senelik bir beklemenin son azmiyle davrandı. Birden kemikleri çatırdadı. Badem ağaçlarının çiçekli gölgeleriyle örtülen yoldan yürüdü. Kenara doğru koştu. Koştu. Koştu. Karaya çıkan askerler, ak sakallı bir ihtiyarın kendilerine doğru koştuğunu görünce: :&mdash; Dur! Diye bağırdılar. İhtiyar durmadı, bağırdı: :&mdash; Ben Türk'üm, oğullar, ben Türk'üm. :&mdash; ... Askerler onun yaklaşmasını beklediler. İhtiyar, Türkler'in yanına yaklaşınca önüne ilk geleni tutup öpmeye başladı. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Haline bakanların hepsi müteessir olmuştu. Biraz heyecanı sükun bulunca ona sordular: :&mdash; Kaç yıldır tutsaksın? :&mdash; Kırk! :&mdash; Nerelisin? :&mdash; Edremitli. :&mdash; Adın ne? :&mdash; Kara Memiş. :&mdash; Kaptan mıydın? :&mdash; Evet... İhtiyarın etrafındaki askerler birbirine karıştı. Bir çığlıktır koptu. "Bey'e haber verin!... Bey'e haber verin!" diye bağrışıyorlardı. İhtiyarın kollarına girdiler. Kuş gibi deniz kenarına uçurdular. Bir sandala koydular. Büyük bir kadırgaya çıkardılar. Askerin içinde onun menkıbelerini bilmeyen, şöhretini duymayan yoktu. Biraz güvertede durdu. Sevinçten kırk senedir hasret kaldığı millettaşlarını görmekten, şaşırmış, aptallaşmıştı. Ayağına bir çakşır geçirdiler. Sırtına bir kaftan attılar. Başına bir kavuk koydular. :&mdash; Haydi, Bey'in yanına! Dediler. Kendini kadırgaya getiren askerlerle beraber büyük geminin kıçına doğru yürüdü. Kara palabıyıklı, sırmalı esvabının üzerine demir, çelik zırhlar giymiş, iri bir adamın karşısında durdu. :&mdash; Sen kaptan Kara Memiş misin? :&mdash; Evet! dedi. :&mdash; Hızır Aleyhissel&acirc;m'in geçtiği yerlerden geçen sen misin? :&mdash; Benim. :&mdash; Doğru mu söylüyorsun? :&mdash; Ne yalan söyleyeceğim? :&mdash; Aç bakayım sağ kolunu! İhtiyar, kaftanın altından kolunu çıkardı. Sıvadı. Bey'e uzattı. Pazusunda haç şeklinde derin bir yara izi vardı. Bu yarayı, gecesi altı ay süren bir adadan karısını kaçırırken almıştı. Bey, ellerine sarıldı. Öpmeye başladı. :&mdash; Ben senin oğlunum! dedi. :&mdash; Turgut musun? :&mdash; Evet :&mdash; ... <center>🙝🙟</center> İhtiyar esir sevincinden bayılmıştı. Kendine gelince oğlu, ona: :&mdash; Ben karaya cenk için çıkıyorum. Sen gemide rahat kal, dedi. Eski kahraman kabul etmedi: :&mdash; Hayır. Ben de beraber cenge çıkacağım. :&mdash; Çok ihtiyarsın baba. :&mdash; Fakat kalbim kuvvetlidir. :&mdash; Rahat et! Bizi seyret! :&mdash; Kırk yıldır dövüşü özledim. Oğlu: :&mdash; Vurulursun! Vatana hasret gidersin! Diye onu gemide bırakmak istedi. Kara Memiş, o vakit birdenbire gençleşmiş bir kaplan gibi doğruldu. Duramıyordu. Kalkan, kılıç istedi. Sonra geminin kıçında sallanan sancağı göstererek: :&mdash; Şehit olursam bunu üzerime örtün! Vatan al bayrağın dalgalandığı yer değil midir? dedi. . . . . . . [[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]] cpsv6dnsnft2w2qifx2rzojcm7mz56r Ferman 0 7223 151644 140749 2022-08-11T05:21:36Z Kwamikagami 19579 wikitext text/x-wiki {{eser başlığı | önceki = | sonraki = | başlık = Ferman | bölüm = | eser sahibi = Ömer Seyfettin | notlar = İlk yayım: ''Yeni Mecmua'', 23 Ağustos 1917, sene 1, sayı 7 }} Sanki bir tûfandı. Gök delinmiş gibi fasılasız yağmurlar yağıyor ve bütün ordu Semlin'e doğru sel, çamur, sis ve bora içinde ilerliyordu. Belgrad - Şabaç yolu çökmüştü. Karanlık ormanlara, sarp yokuşlara, uçurumlu dağlara alışkın olmayan nakliye develeri, yedekçileriyle beraber kaybolmuşlardı. Zâbitler bağırıyor, boru sesleri işitiliyor, atlar kişniyordu. Hatta padişahın otağı bile meydanda yoktu. Bu kısa yol, üç gündür bitip tükenemiyordu. Konak yerine, yalnız sadrâzamın çadırı kurulabilmişti. Padişah gerdûnesinin penceresinden kendi otağını göremeyince, etrafındaki ıslanmış, allı yeşilli, sırmalı esvablarıyla gözleri kamaştıran iri ve çevik muhafızlarına: :&mdash; Daha durmayacak mıyız? Dedi. :&mdash; ..... Hiç kimse cevap vermedi. Herkes önüne bakıyor ve şakır şakır yağmur yağıyordu. İhtiyar padişah hastaydı. Fakat ayaklarındaki nikris sızılarını duymuyor, Kurban Bayramı namazını Semlin'de kılmayı düşünüyordu. Artık eskisi gibi ata binemiyor, hatta vezirleriyle istişâre için bile gerdûnesinden çıkamıyordu. Konak yerinde otağ-ı hümâyunu görmeyen bütün ordu, âsumânî bir gazap karşısında donakalmış; günahkâr bir cemaat gibi birdenbire sustu. Sesler, borular, uğultular, hatta atların kişnemesi bile kesildi. Yalnız yerlere ve çalılara düşen yağmur damlalarının şıkırtışı duyuluyordu. Sadrazam ne yapmıştı? Tâ İstanbul'dan beri padişahtan bir konak ileri gidiyor, yolları düzeltiyor, otağ-ı hümâyunu kurduruyordu. Bu onun vazifesiydi. Fakat hangi otağ-ı hümâyun?.. Yağmurun loş gölgeleri içinde, koca kavuğu ve uzun boyuyla Sokullu'nun, elleri önünde bağlı, gözleri yerde, yavaş yavaş gerdûneye yaklaştığı görüldü. Ulaklar açılarak yol veriyordu. Arkasından üç tuğlu vezirler de geliyordu. Kavuğundan sızan sular solgun yüzüne, sarı sakalına akıyordu. Som sırma perdenin yanına gelince: :&mdash; Padişahım, merhamet ediniz, kulunuzun çadırına teşrif buyurunuz, dedi. :&mdash; Bizim otağımız niçin yapılmadı? :&mdash; Otağcılar fırtınadan yolu kaybetmişler. Konak yerine gelemediler, padişahım... :&mdash; .... :&mdash; .... Padişah bir şey söylemedi, perdenin gerisine çekildi. Yağmur durmuyor, daha ziyâde şiddetleniyordu. Sokullu'nun işaretiyle, altın yaldızlı muhafız mızraklarının arasındaki murassâ gerdûne hareket etti. Sakin ve ıslak vezirler, büyük kavuklarındaki parlak tuğları sallayarak, gözleri yerlerde, altın tekerleklerin yanı sıra yürüyorlardı. Çadırın önüne gelince, gerdûneden inen padişahın kollarına girdiler. Sırma perdeli kapıdan içeri soktular. <center>🙝🙟</center> Hiç durmadan yağmur yağıyordu. ... İstanbul'dan kırk dokuz günde Belgrad'a gelen yorgun ordu, yollarda birtakım haydutların taarruzuna uğramıştı. Yeniçeri ağası bunların takibine çıktı. Malkara Beyi, Evren Bey'le birleşti. Hepsini saklandıkları kovuklarda tuttu. Konak boylarında astırdı. Bu takiplerde Dergah-ı âlî mensuplarından ve padişahın gözdelerinden pek genç bir kahraman olan Tosun Bey yine kendini gösterdi. Tek başına dağları, ormanları, mağaraları dolaştı. Beşer, onar rastgeldiği eşkiyalarla tek başına vuruşarak hepsini yere serdi. Bütün ordu yolunu temizledi. Hiçbir yasakçı onun arkasından at süremiyor, kimse ona yetişemiyordu. İleri, geri, üç konağı birden gidiyor; uykusuzluk, yorgunluk nedir bilmiyordu. Dört sene evvel padişah, onu sipâhîler arasında görmüş, güzelliğine, şeci tavırlarına meftun olarak maiyetine almış, kendisine birçok hizmetler vermiş, hatta bir sene içinde çavuşbaşlığa kadar çıkarmıştı. Henüz yirmi beş yaşındaydı. Gür siyah bıyıkları, şahin bakışlı iri ela gözleri, geniş ve kalın omuzları, levendâne yürüyüşü, her göreni hayran ederdi. Muharebelerde, ayrı ayrı yerlerinden şimdiye kadar otuz yara almış ve ne kadar general kafalarını mızrağına takarak paşalara hediye etmişti... O, bütün ordu içinde rakipsiz bir cesaret, kahramanlık ve çabukluk enmuzeci idi. İhtiyar Zal Mahmud'dan daha kuvvetli olduğunu herkes biliyordu. Kuş gibi uçar, yıldırım gibi seğirtir, arslan gibi atılır, kaplan gibi parçalardı. Sadrazam en tehlikeli işlere onu saldırır, büyük ve harikulâde muvaffakiyetlerden sonra padişahın huzuruna sokar, ona iltifat ettirirdi. Kendilerinden başka yiğit olduğuna asla ihtimal vermeyen mağrur yeniçeriler bile önlerinden o geçerken kendilerini tutamazlar, galeyana gelirler: :&mdash; Yaşa Tosun Bey! Seni hangi ana doğurdu! Diye nara atarlardı. Tek başına yaptığı şeyler dillere destandı. Muhâsaradaki kalelere gece gizlice kurulan ince merdivenlerden çıkmış, yalınkılıç, tek başına, düşman arasına atılmış... Düşman ordugâhlarının görünmeden arkasından dolaşarak, cephânelerine ateşe vermiş... Esir olduğu vakit yüzlerce muhafızın arasından kurtularak, kendini beklerken öldürdüğü nöbetçilerin silahları ve atlarıyla dönmüştü. Herkes onu sever, herkes ona hürmet ederdi. Hatta vezirler bile... Çünkü Tosun Bey, bu cesaretiyle yakında beylerbeyi olacak, vezirlik içın çok beklemeyecek, ihtimal... Evet ihtimal daha sakalına kır düşmeden padişahın mührüne nail olacaktı. Hem cesur, hem fâzıldı! Seferlerde sedefli curayla kahramanlık destanları söyler; sulh zamanında gayet çelebice hikmetlerle dolu gazeller, kasideler yazardı. Kılıç kabzasının nasırlattığı elinde, kalem yabancı durmuyordu. Halkın ağzında kendisine dair birçok efsaneler dolaşırdı. Babasının bir emektarı onu büyütmüştü; haksız yere kafası kesilmiş bir beyin oğlu idi. Yağmur durmadan yağıyordu. Konak, çamurlu ve bozuk bir yolun sağında kurulmuştu. Her taraftan seller akıyor, askerler sırayla yerlerine geliyorlar, çadırlar kuruluyor, kazanlar indiriliyor, ötede beride ateşler parlıyordu. Bu kalabalığın arasında Tosun Bey'in al atıyla süzüldügü görüldü. İki konak geriden orduya yetişmişti. Yol kenarında semeri devrilmiş bir katırı kaldıran yeniçerilere sordu: :&mdash; Otağ-ı hüm&acirc;yun nerede, ağalar? Yeniçeriler onu görünce doğruldular, hürmetle selamladılar. En yaşlıları cevap verdi: :&mdash; Kurulmadı. :&mdash; Efendimiz geri mi gitti? :&mdash; Hayır. :&mdash; Ya nerede? :&mdash; Sadrazam Paşa'nın çadırında. Tosun Bey durdu. Yeniçerinin yüzüne dikkatle baktı. Yeniden sordu: :&mdash; Otağ-ı hüm&acirc;yun nerede kurulmuş? :&mdash; Kurulmamış. :&mdash; Niçin? :&mdash; Kaybolmuş... :&mdash; Ne?.. :&mdash; ... Yeniçeri sustu. Önüne baktı. :&mdash; Otağ-ı hüm&acirc;yun mu kaybolmuş? :&mdash; Evet... Tosun Bey fena halde hiddetlendi. Dişlerini sıktı. Otağ-ı hümâyun nasıl kaybolurdu? Bunu havsalası almıyordu. Padişah, onca mukaddesti. Otağ, onun nazarında müteharrik bir Kâbe'ydi. Kâbe'si yıkılan bir mümin tehâlükü ile ağır ve keskin mahmuzlarını atının karnına vurdu. Islak tuğlarıyla bayrak direkleri görünen sadrazam çadırına doğru saldırdı. Ama pek ileri gitmedi. Seğirdim ustaları yağmur içinde dolaşıyordu. Kendisini pek seven Kazasker Perviz Efendi'nin çadırını gördü. Yere atladı. Atını, koşan bir hizmetkâra verdi. Kahramanlık şiirlerini okuduğu Perviz Efendi, çadırın içinde ayaktaydı. Nişancı Eğri Abdizâde Mahmut Çelebi'yle Şabaç Köprüsü'nün, Semendire Beylerbeyi Bayram tarafından nasıl yapıldığını konuşuyordu. Onun girdiğini görünce: :&mdash; Hayrola, Tosun Bey! Diye lafını kesti, Tosun Bey titriyordu. Kendine mâlik değildi: :&mdash; Otağ-ı hüm&acirc;yun kaybolmuş. :&mdash; Evet oğlum. :&mdash; Bu nasıl olur, efendi hazretleri? :&mdash; Yolu şaşırmışlar belki... :&mdash; Sadrazam paşa bir konak önden gidiyor. Nasıl Kaybetmiş? :&mdash; .... Perviz Efendi cevap vermedi. Mahmut Çelebi yağmurun, fırtınanın şiddetinden bahsetmek istedi. Tosun Bey coşuyordu. Açtı ağzını kapadı gözünü... Artık bu kadar kayıtsızlık olur muydu? Bu kulluğa yakışır mıydı? Hasta velinimet hiç düşünülmüyordu. Ya otağı suya kaptırdılarsa... Ya taht bulunmazsa... Daha İstanbul'dan çıkmazdan evvel bir çavuş gönderilerek Semlin'e mülakat için çağrılan Zigismond'u, padişah nerde huzuruna kabul edecekti? Bir parça yağmurdan yollarını şaşıran, dağılan orduya, padişah nasıl emniyet edecekti? Tosun Bey cesur adamlara mahsus o mütecaviz pervasızlıkla ağzına geleni söylüyordu: :&mdash; İki konak arasında bir otağa sahip olamayan adam, koca bir devleti nasıl idare eder? dedi. Bu çok ağır bir sualdi. Perviz Efendi, kalın halının üzerine serilmiş erguvânî şiltesine çöktü. Mahmud Çelebi bu sözü hıç işitmemiş gibi davrandı. Durmadan yağan yağmurun sayısız ve asabi damlaları tıpır tıpır çadırın üstüne düşüyor, orduğâhın müphem uğultusu içinde, sanki hayali bir akının uzak ve muntazam ayak seslerini duyuruyordu. <center>🙝🙟</center> Tosun Bey dışarı çıkınca, aceleyle adamlarını buldurdu. Atını değiştirdi. Kimseyle konuşmadan, tek başına, otağ-ı hümâyunu aramaya çıktı. Hava gittikçe kararıyordu. Derin yarlardan, sel yarıklarından aştı. Taşan, köpüren derelerden geçti. Ormanlara dalan yollara girdi. Tepelere çıktı. Dört tarafa naralar savurdu. Sesinin boğuk akislerinden başka bir cevap alamadı. Gelen gece pek karanlıktı. Yağmur durmuyordu. "Sabah erkenden çıkar, bulurum" diyerek geri döndü. O kadar karanlıktı ki... Dizgini boş bırakıyor, geldiği yollardan atının sevk-i tabiisiyle dönebiliyordu. Meşaleleriyle, ordugâh uzaklardan görünmeye başladı. Karanlığın, yağmurun, rüzgârın içinde at, âdi adımlarla yürüyordu. :&mdash; Kimdir o? On adım ötede koyu bir karaltı belirdi... :&mdash; Yabancı değil... :&mdash; Sen misin, Tosun Bey! :&mdash; Benim! :&mdash; Sadrazam Paşa Efendimiz sizi arattırıyor. Biz on sip&acirc;h&icirc;, etrafa dağıldık. :&mdash; Pekâlâ, gidelim. Ve karanlığın içinde Tosun Bey önde, sipâhî arkada, ordugâha koştular. Meşaleleri, nöbetçileri, mehterleri geçtiler. Zaten hizmetkârlar, solaklar, çavuşlar yağmurun altında bekleşiyorlardı. Tosun Bey'i, sadrazamın yanına götürdüler. Paşa büyük şiltesine yaslanmış, uzun ve murassâ çubuğunu çekiyordu. Karşısında Silahtar Cafer Ağa ile Nişancı Feridun Bey dîvan duruyordu. :&mdash; Oğlum Tosun, dedi, sana bir iş çıktı. Senin gibi at sürecek er yok. Bu ferman-ı hüm&acirc;yunu şimdi al. Koş, Niş'e götür... Oradaki Bey'e ver... Karşısında sırılsıklam dîvan duran Tosun Bey'e, öpüp başına koyduğu kırmızı bir keseyi uzattı. Tosun Bey, elleri bağlı, ilerledi. Eğildi. Keseyi aldı. Öptü. Basına koydu. Dışarı çıkarken Sadrâzam: :&mdash; Haydi arslanım, çabuk, yolun uğurlu olsun! Diyerek gülümsedi. Çadırın önünde mükemmel bir kır atın onu beklediğini gördü. Yağmur hâlâ eski şiddetiyle yağıyordu. Bindi. Karnı açtı. Üzengisini tutan hizmetkârlardan su istedi. Verdikleri çotrayı nihayetine kadar içti; ağır, keskin mahmuzlarını atın karnına vurdu. Ordugâhın kalabalığı, ışıkları, uğultusu arasından beş dakikada çıktı. Karanlığın, yağmurun, rüzgârın içinde dörtnala uzaklaştı. Kayboldu... Ormanlardan, derelerden, köprülerden, tepelerden, uçurumlardan şimşek gibi geçti. Belgrad'da durmadı. Hemen atını değiştirdi. Azığını aldı. Yine yola atıldı. Hiç uyumuyor, yalnız düz yerlerde atı tırıs giderken, rüyasız ve uyanık bir uykuya dalıyordu. Gecelerden gündüze, yağmurlardan güneşe girdi. Haziran sıcaklarıyla esvabları kurudu. Kendi ve atı terledi. Akşamları serin rüzgârlara karışan bülbül sesleri işitti. Sabahları cıvıldayan tarlakuşlarının saklandığı ekin deryaları içinde yürüdü. Nihayet bir gece, pek uzaktan Niş'in aydınlıklarını gördü. Büyük bir çiftliğin önünden geçiyordu. İri ve azgın köpekler arkasından koşuyor ve havlıyorlardı. "Gün doğuncaya kadar şurada kalayım. Erken şehre girerim," dedi ve çiftliğe saptı. Herkes gibi çiftliğin adamları da onu tanıyorlardı. Atını aldılar. Hürmetlerle yukarıya, kuleye çıkardılar. :&mdash; Ben biraz dinleneceğim. Gün doğmadan beni uyandırın! Emrini verdi. Ne vakit olursa olsun, her gelen yolcuya yemek çıkarmak âdetti. Tosun Bey: :&mdash; Hiçbir şey istemem. Bana biraz ayran getirin, dedi. Getirip bıraktıkları testiyi dikti. Susuzluğu geçince sedire uzandı. Gözlerini kapadı. Fakat uyuyamadı. At üzerinde gelen uykusu, böyle hareketsiz kalınca kaçıyordu. İki tarafına döndü. Tolgasını çıkardı. Kılıç kemerini gevşetti. ... Tam dalacağı sırada birdenbire sıçradı. Göğsünün üzerine koyduğu ferman ateş almış yanıyordu. Elini götürdü. Hayır... Tuhaf bir rüya. Ferman yerinde duruyordu. Biraz daldı. Rüyasında, götürdüğü, fermanın eriyerek kan olduğunu, sonra tûfan dalgasının kırmızı alevler halinde bütün vücudunu sardığını görüyordu. Siçradı, uyandı. Hiçbir tehlike karşısında intizamını bozmayan kalbi şimdi hızlı hızlı çarpıyordu. Doğruldu: "Hayırdır, inşallah..." dedi. Oturdu. Bir şeyler okudu. Döndü. Üç defa sol tarafına tükürdü. Elini titreyerek fermana götürdü. Yerinde idi. Yavaşça tuttu ve gayr-i ihtiyâri bir hareketle çekti. Ocağın üzerindeki kandilin titrek ve sönük aydınlığı içinde baktı. Üstüne sardığı çevreyi çıkardı. Bu kırmızı bir kese idi. Yanından balmumu ile mühürlenmişti. Dikkat etti. terden, yağmurdan ve hareketten bu mum mühür yerinden oynamıştı. Acaba içinde ne vardı? Dehşetle rüyasına giren bu ferman ne idi? Mutlaka inzibata dair bir emr-i şerif... Çünkü harp yukarıda idi. Haydutlar, cephâne, yahut yollar ve mekkâreler için bir şey olmak ihtimali vardı. Ama, hayır... Bu mühim, pek mühim bir emirdi. Çünkü bilhassa kendisiyle gönderiliyordu. Acaba ne idi? Fermanı tekrar çevreye sardı. Koynuna koyacaktı. Fakat göğsünün görünmez bir cendere ile sıkıldığını duydu. Boğazı tıkandı. Sanki ferman sahiden ateş almış, vücudunu yakıyordu. Sönmez bir merak ateşi ruhunda tutuştu. Zaten işte mühür bozulmuştu. Açsa... Belli bile olmayacaktı. Başını salladı. Kendi kendine: :&mdash; Sakın, sakın! Dedi. İçinde tutuşan merak ateşi öldürücü bir sıtma gibi her yerini sarsıyordu. Hararetten yanan elleri, sanki kendi iradesiyle inat eden başka bir vücudun âza imiş gibi torbayı açtı. Üçe katlanmış kâğıdı çıkardı. Tosun Bey, iradesine isyan eden ellerinin cinayetinden titredi. Bir ferman açılabilir miydi? Fakat kımıldayamıyor, ellerine hükmedemiyordu. Zincire vurulmuş, hareketsiz yatarken, başkasının işlediği cinayeti karışmadan seyreder gibi, ellerinin hiyanetine bakakaldı. Kendisini dinlemeyen bu eller, fermanı da açtı. Tosun Bey az ışık veren kandilin ziyâsıyla ancak gördüğü satırları okudu. Taş odanın beyaz duvarları, nakışlı tavan, halı örtülmüş döşeme etrafında dönmeye başladı. Deli oluyordu. Cinayetten sonra kaçan katiller gibi elleri iki tarafına düştü. Açık ferman dizlerinin üstünde kaldı. "... İşbu emr-i şerifimizin h&acirc;mili devletimize vücudu muzır olan Tosun Bey kulumun da hemen, vücudundan başın kesesin ve şöyle bilesin ki..." Gözünü bu cümleden ayıramıyordu. Aşağısını okuyamadı. Demek, gece gündüz, hıç durmadan koşarak getirdiği, rüyasında vücudunu yakan bu kırmızı kese, kendi idam fermanıydı. Şaşkınlığı çok sürmedi. Belki elli defa ölümün pek yakından geçerek korkunç kanatlarını sürttügü geniş ve parlak alnını tuttu. Arkasına dayandı. Sağındaki pencereden siyah ve dağınık bulutların geçişine baktı. Bir an öyle durdu. Derin bir nefesle göğsünü kabarttı: :&mdash; Ama niçin? Ama niçin? Dedi. Sadakatten, cesaretten, fedakarlıktan, harpten, hücumdan başka ne yapmıştı? Tâ on beş yaşından beri... On senedir at sırtından inmiyordu. Bütün dünyayı dolaşıyor, en nâmdar kahramanların çekindikleri yere gözünü kırpmadan atılıyordu. Muhâsaradaki burçların içine, yüzlerce zırhlı düşmanın arasına, tek başına yalın kılıç atıldığı zamanlar ölmediği halde, şimdi bir celladın, âdî,köpek bir çingenenin satırı altında mı can verecekti? Maziyi hep birden düşünüyor ve kırılır gibi olan cesareti yavaş yavaş yerine geliyordu. Doğruldu. Ayağa kalktı. Ferman ve kese yere düştü: :&mdash; Ben kafamı kolay kolay vermem. Dedi. Pencereye yaklaştı. Siyah bulutlar daha hızlı geçiyor, tan yeri morlaşıyor, çiftliğin yanından akan küçük bir derenin hüzünlü ve hafif şırıltısı işitiliyordu. Bütün Rumeli, bütün Anadolu kendisini tanırdı. Anadolu'ya atlayınca hangi şehzadenin yanına gitse, muhabbetle kabul olunacağına emindi. On kişiye, yüz kişiye değil, icabında bin kişiye karşı koyabilecek bir cesareti vardı. Sonra kuvveti, mahareti, çevikliği... Bütün memlekette daha bir eşi yoktu. Bir kere Anadolu'ya kapağı atınca, ele geçmek imkansızdı. İran'a, Turan'a kadar vura kıra gider, nâmına birçok şanlar, şerefler ilave ederdi... Tekrar kalbi: :&mdash; Ama niçin? Niçin?.. Diye burkuldu. Hiçbir şey beklemiyordu. Aklına ancak mükafat ve iltifat gelirdi. Böyle bir kelime... Asla... Acaba ne kabahat yapmıştı? Düşünüyor, düşünüyor, bir türlü kabahate benzer bir şey yaptığını hatırlamıyordu. :&mdash; Ah müzevirler! Allah'tan korkmaz bühtancılar... Kimbilir aleyhinde ne yalan uydurmuşlardı. Fakat... O, babası gibi celladın pis kılıcına bir koyun itaatiyle başını uzatmayacak, canını almaya gelenlerin canlarını alacak; kendi canı alınıncaya kadar, başkalarından can alacaktı.. :&mdash; Vakit geçirmeyeyim. Diye mırıldandı. Tolgasını başına geçirdi. Kılıcının kayışını, kuburluklarını sıkıştırdı. Yerdeki fermanla keseyi aldı. Yine gözüne "...devletimize vücudu muzır olan..." kelimeleri ilişti. Niçin onun vücudu devlete muzırdı? Böyle bir itham, canını devlet uğruna nezretmiş bir insan için ne acı bir tahkir, ne acı bir küfürdü... Yazıya dikkat etti. Acaba padişahın hattı mıydı? Silahtar Cafer Ağa'nın da olmak ihtimali vardı. Padişahla onun hattı, farksız derecede birbirine benzerdi. Fermanı katladı. Yine keseye soktu. Balmumunu hohladı. Mührü eski yerinden hafifçe yapıştırdı. Azrailin kanadından kopma kanlı bir tüy kadar hafif olan bu müthiş bez içinde, işte hayatı duruyordu. Evirdi, çevirdi. Böyle... Bu müthiş şeye bakarken, yâdından hep eremediği muradları, mübhem emelleri geçti. Bu dakikaya kadar ne mesuttu. Şan, şeref, şöhret, servet, debdebe içinde yaşıyordu. Padişahın en sevgili gözdesiydi. Gördügü lütufları düşündü. Sipâhîlik zamanlarını hatırladı. Daha on beş yaşındayken bile kuvveti, şecaati görenleri şaşırtıyordu. Cirit oyunlarında, güreşlerde, mübârezelerde hep birinci geliyordu. Sonra... Kendini evinde büyüten, babasının eski emektarı ihtiyar Salih Ağa gözünün önüne geldi. İstanbul'dan çıkarken veda için elini öpmeye gittiği zaman, bu ihtiyarın verdiği nasihatı işitir gibi oldu: "Padişah'ın emrinden dışarı çıkma. Canını istese ver. Düşünme. Dünyada olmasa bile ahirette mükafatını görürsün..." Maziyi hatırlamaya devam edemedi. Ansızın bozulan bir saat gibi sanki dimağı durdu. Yalnız kulağından Salih Ağa'nın sesi çıkmıyordu: :&mdash; Padişahın emrinden dışarı çıkma... Halbuki... Halbuki... O, işte padişahın emrinden dışarı çıkıyor, hatta isyana hazırlanıyordu. Bu büyük ve şenî günahı yapmış gibi kalbinde heyecan ve nedametle karışık zehirli bir sızı duydu. Canını padişah ve devlet uğrunda vermeye ahdetmiş miydi? O halde bu canı kimden, nereye, niçin kaçıracaktı? Artık, birdenbire kuvvetlenmiş iraddesinin hükmüne tâbi demir elleriyle tuttuğu bu kırmızı keseyi kaldırdı. Dudaklarına dokundurdu. Sonra başına götürdü. <center>🙝🙟</center> Güneş bulutlar içinden gizlice doğarken, doludizgin Niş'e girdi. Canlı bir yıldırım gibi, dar ve bozuk sokaklardan geçti. Beyin konağı önünde atından atladı. Kendisini tanıyan kapıcılar, sipâhîler, askerler: :&mdash; Tosun Bey! Tosun Bey! Diye koşuştular. İki kanadı açık geniş kapının, ortasında bir fener sarkan beyaz badanalı kemeri altından, temiz ve zemini kara taş kaplı iç avluya ilerledi. Bağırdı: :&mdash; Çabuk Bey'e haber verin, ferman var... Hizmetkârların arasından ayrılan uzun boylu kapıcıbaşı öne düştü. Onu taş merdivenlerden çıkardı. Bey, sabah namazını kılarak selamlığa çıkmış, rahat rahat çubuğunu çekiyor, mahmurluk keyfini yetiştiriyordu. Odasına ansızın Tosun Bey'i girdiğini görünce şaşaladı. Bu Bey, onun cesaret ve kahramanlığına meftun, ihtiyar, feleğin çemberinden geçmiş eski bir askerdi. Hemen ayağa kalktı. Kucakladı. Alnından öptü: :&mdash; Safa geldin yiğidim, hayır haberler getirdin... Tosun Bey gülerek: :&mdash; Bir ferman-ı hüm&acirc;yun getirdim. Dedi. Ve koynundan kırmızı keseyi çıkardı. Öptü. Başına koydu. Uzattı. İhtiyar Bey, bilhassa tosun Bey'le gönderilen bu fermanın ehemmiyetini düşündü. Yorgun yüreği hopladı. Sarardı. Titrek, zayıf ve kıllı elleriyle bu keseyi aldı. Öptü. Başına koydu. Mumun bozukluğuna bile dikkat etmedi. Kopardı. Fermanı çıkardı. Açtı. Okudu. Uzun çubuğunun dayalı durduğu yüksek sedire yıkılıverdi. Karşısında Tosun Bey, bir eli kalçasında, dinç ve levent duruyor, gülümsüyordu. Zavallı ihtiyar ağlamaya başladı: :&mdash; Ne ağlıyorsun, Bey hazretleri? İhtiyar inledi: :&mdash; bu fermanın ne yazdığını biliyor musun? :&mdash; Biliyorum: Benim kafamın kesilmesini yazıyor.. :&mdash; ... İhtiyar bey, bütün memlekette kahramanlığı dillere destan olan bu al yanaklı, gür bıyıklı, dağ parçası, heybetli, cesur, güzel bahadıra ıslak gözleriyle uzun uzun baktı. Acaba niçin gazaba uğramıştı? Böyle bir arslanı, celladın eline vermek ne büyük bir insafsızlıktı. Hangi vicdan buna razı olurdu? Ak sakalına yakışmayan masum bir hıçkırıkla: :&mdash; Kabahatin ne? Diye sordu. :&mdash; Padişahım bilir... :&mdash; Ben senin basını kesmem, Tosun Bey. Şimdi affını yazacağım. Çifte tatar çıkaracağım. İstirhamım kabul olunmazsa kendi başımın kesilmesini isteyeceğim. :&mdash; Hayır, Bey! Hayır... Padişahın emrinden dışarı çıkma. Başımı kes... Kestikten sonra affımı istirham et. Padişahım, kendi emri yerine geldikten sonra, ben kulunu affetsin. İhtiyar bey daha ziyâde ağlıyor, hıçkırıyordu: :&mdash; Ben senin gibi bir yiğide kıyamam. Ben seni kesemem. Elim dilim buna varmaz. :&mdash; ... :&mdash; Vallahi seni kesemem... :&mdash; ... Yeni uyanmış erkek bir arslan sükunuyla gülümseyen Tosun Bey'in parlak çehresi birdenbire karardı. Gür kaşları çatıldı. Şahin bakışlı iri ela gözleri açıldı. Nefret ve hiddetle kılıcını çekti: :&mdash; Padişahımın emrini yapmayan âsilerin başını ben keserim!... Diye kükreyerek yumuşak kalplı, zayıf ve itaatsız ihtiyarın üzerine yürüdü. Al çuhadan büyük kapı perdesinin arkasında gizli nöbet bekleyen silahlı hademeler koşuştular. Ve onu tuttular. <center>🙝🙟</center> Yarım saat sonra: Sırmalı resmî kavuğunu çıkararak başına mütevazi ibadet külahını geçirmiş olan ak sakallı bey, tenha odasında, seccadesine oturmuş, boynu bükük "Yâsin" okurken, dışarda mahzun ve belirsiz bir yağmur serpeliyor; iç avlunun siyah taşlarındaki taze ve sıcak kanlar üstüne, sahipleri görünmeyen samimi gözyaşları gibi damlıyordu. [[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]] t8cwcawvf3swvq07q7enby61di9uytn Diyet 0 7235 151645 140750 2022-08-11T05:22:00Z Kwamikagami 19579 wikitext text/x-wiki {{eser başlığı | önceki =Kolpa Ali | sonraki =Kazma Osman | başlık = Diyet | bölüm = | eser sahibi = Ömer Seyfettin | notlar = İlk yayım: ''Yeni Mecmua'', 10 Ocak 1918, sene 1, sayı 27 }} {{Osmanlıca|د يت}} Dar kapısından başka aydınlık girecek hiçbir yeri olmayan dükkânında, tek başına, gece gündüz kıvılcımlar saçarak çalışan Koca Ali, tıpkı kafese konmuş terbiyeli bir arslanı andırıyordu. Uzun boylu, iri pençeli, kalın bazulu, geniş omuzlu bir pehlivandı. On senedir bu karanlık in içinde ham demirden dövdüğü kılıç namluları bütün Anadolu'da, bütün Rumeli'de, serhat boylarında büyük bir nâm kazanmıştı. Hatta İstanbul'da bile yeniçeriler, satın alacakları kamaların, saldırmaların, yatağanların üstünde "Amel-i Ali Usta" damgasını arıyorlardı. O, çeliğe "çifte su" vermesini biliyordu. Uzun kılıçlar değil, yaptığı kısacık bıçaklar bile iki kat olur, yine kırılmazdı. "Çifte su vermek", sanatının, yalnız ona özgü bir sırrı idi. Yanına çırak almaz, kimseyle çok konuşmaz, dükkânından dışarı çıkmaz, habire uğraşırdı. Bekardı. Hısımı, akrabası yoktu. Memleketin yabancısıydı. Kılıçtan, demirden, çelikten, ateşten başka laf bilmez, pazarlığa girişmez, müşterileri ne verirse alırdı. Yalnız muharebe zamanları ocağını söndürür, dükkânının kapısını kilitler, kaybolur; muharebeden sonra meydana çıkardı. Şehirde ona dair birçok hikâyeler söylenirdi. Kimi "cellat elinden kaçmış bir çelebi", kimi "sevgilisi öldüğü için vakitsiz dünyayı terketmiş bir garip" derdi. Siyah şahane gözlerinin yüksek bakışından, kibar tavrından, mağrur sükunundan, düzgün sözlerinden onun öyle sıradan bir adam olmadığı belliydi... Ama kimdi? Nereliydi? Nereden gelmişti? Bunları bilen yoktu. Halk kendisini seviyordu. Şehirde böyle meşhur bir ustanın bulunması herkes için ayrı bir iftihardı. :&mdash; Bizim Ali... :&mdash; Bizim koca usta... :&mdash; Dünyada eşi yoktur... :&mdash; Zülfikâr'in sırrı ondadır!.. derlerdi. Koca Ali en kalın, en katı demirleri mısır yaprağı gibi incelten, kağıt gibi yumuşatan sanatını kimseden öğrenmemiş, kendi kendine bulmuştu. Daha oniki yaşındayken, sert bir beylerbeyi olan babasının başı vurulmuş, öksüz kalmıştı. Amcası çok zengindi. Debdebeli bir vezirdi. Onu yanına aldı. Okutmak istedi. Belki devlet katında yetiştirecek, büyük mevkilere çıkaracaktı. Fakat Ali'nin mizacında "başkasına minnettar kalmak" ihtimali derin bir elem sızlatıyordu. "Ben kimseye eyvallah etmeyeceğim," dedi. Bir gece amcasının konağından kaçtı. Serseri bir adsız gibi dağlar, tepeler, dereler aştı. İsmini bilmediği memleketler dolaştı. Nihayet Erzurum'da ihtiyar bir demircinin yanına girdi. Otuz yaşına kadar Anadolu'da uğramadığı şehir kalmadı. Kimseye boyun eğmedi. Minnettar kalmadı. Ekmeğini taştan çıkardı. Alnının teriyle kazandı. Çok çalıştı. Emsalsiz işler meydana getirdi. Pek az kazanca kanaat etti. İçinde "mukaddes ateş"ten bir şûle bulunan her mucit gibi, para için değil, sanatı, sanatının zevki için çalışıyordu. "Çeliğe çifte su vermek" onun aşkıydı. Gönüllü gibi muharebelere gittiği zamanlar yeniçerilerin, sipâhîlerin, sekbanların içinde "Ali Usta" işinin methini işittikçe tadı dille anlatılmaz manevi bir zevk duyardı. Ölünceye kadar böyle hiç durmadan çalışırsa daha birkaç bin gazîye kırılmaz kılıçlar, kalkanları parçalayan çelik yatağanlar, zırhları kesen ağır saldırmalar yapacaktı. Bunu düşündükçe gülümser, tatlı tatlı yüreği çarpar, ruhundan kopan bir hamleyle örsünün üzerinde milyonlarca kıvılcımlar tutuştururdu. :&mdash; Tak! :&mdash; Tak, tak!... :&mdash; Tak, tak! İşte bugün de sabah namazından beri durmadan on saat uğraşmıştı. Dövdüğü eğri namluyu örsünün yanındaki su fıçısına daldırdı. Ocağının sönmeye başlayan ateşine baktı. Çekici bırakan eliyle terini sildi. Kapıya döndü. Karşıki mescitte hazin hazin akşam ezanı okunuyor; bacasının tepesindeki yuvada leylekler nihayetsiz bir takırtı koparıyorlardı. İkindi abdesti daha duruyordu. Yalnız ellerini yıkadı. Kuruladı. Yenlerini indirdi. Saltasını omzuna attı. Dışarıya çıktı. Kapısını iyice çekti. Kilitlemeye lüzum görmezdi. Uzun meydandan mescite doğru yürüdü... Şehrin kenarındaki bu mütevazi mabede hep fakirler gelirdi. Minaresi sokağa bakan küçük bir pencereydi. Müezzin buradan başını çıkarır, ezanını okurdu. Koca Ali mescide girince her vakitkinden fazla bir kalabalık gördü. Daima üç kandil yakılırken bu akşam Ramazan gibi bütün kandiller yanmıştı. Daha namaz safları dizilmemişti. Kapının yanına çöktü. Yanında alçak sesle konuşanların sözlerine istemeye istemeye kulak kabarttı. Konya'dan iki garip derviş geldiğini, yatsı namazına kadar Mesnevî okuyacaklarını duydu. Akşam namazı kılınıp bittikten sonra cemaatin bir kısmı çıktı. Koca Ali yerinden oynamadı. Zaten biraz başı ağrıyordu. "Mesnev&icirc; dinler, açılırım!" dedi. Büyük bir gönül rahatlığı içinde, iki garip dervişin ruhu ürperten nağmeleriyle gaşyoldu. Her âşık gibi onun kalbinde de nihayetsiz bir vecd, bir heyecan, bir galeyan istidâdı vardı. En küçük bir vesileyle coşardı. Mânâsını anlamadığı bu lisanın uhrevî ahengi onun sakin kanını sular altında saklı derin bir girdap gibi kaynattı. Her tarafı sebepsiz bir sarsıntıyla titriyor, sökülmez bir hıçkırık boğazına tıkılır gibi oluyordu. Yatsı namazını kıldıktan sonra mescitten çıkınca, doğru dükkânına giremedi. Yürüdü. Uykusu yoktu. Ilık, yıldızlı bir yaz gecesiydi. Saman uğrusu, sarı altın tozundan nihayetsiz bir bulut gibi göğün bir tarafından öbür tarafına uzanıyordu. Yürüdü, yürüdü. Şehirden mandıralara giden yolun geçtiği tahta köprüde durdu. Kenara dayandı. Geniş derenin dibine akseden yıldızlar, nurdan çakıltaşları gibi parlıyor, şırıldıyordu. Kenarlardaki karanlık top söğütlerde bülbüller ötüyordu. Daldı, gitti. Saatlerce kımıldamadı. Dinlediği nağmelerin, ruhunda kalan ahenklerini işitiyor, tıpkı mescidde gibi gaşyoluyordu. Ansızın arkasından bir ses: :&mdash; Kimdir o?... Diye bağırdı. :&mdash; .... Daldığı tatlı âlemden uyandı. Döndü. Köprünün öbür tarafından iki üç karaltı ilerliyordu. Gayr-i ihtiyarî cevap verdi: :&mdash; Yabancı yok! :&mdash; Kimsin? :&mdash; Ali... :&mdash; Hangi Ali? :&mdash; ..... Gölgeler yaklaştılar. Bir adım kalınca onu kıyafetinden tanıdılar: :&mdash; Koca Ali... Koca Ali, be! :&mdash; .... :&mdash; Sen misin, Ali Usta? :&mdash; Benim! :&mdash; Ne arıyorsun bu vakit buralarda? :&mdash; Hiç... :&mdash; Nasıl hiç? Suya çekicini mi düşürdün yoksa!... :&mdash; !.... Bunlar şehir subaşısının adamları, dizdarlardı. Kol geziyorlardı. Ne cevap vereceğini şaşırdı. Geceleri afyon yutan bu serseriler, ehl-i ırzlar nazarında hırsızlardan, uğursuzlardan daha korkunçtu. Kendilerinden başka dışarıda bir gezeni yakaladılar mı, dayaktan canını çıkarırlardı. Ama, ona fena muamele etmediler. Dizdarbaşı: :&mdash; Ali Usta, sen deli mı oldun? dedi. :&mdash; Yok... :&mdash; Böyle gece yarısına yakın değil, hatta yatsıdan sonra sokakta, b&acirc;husus böyle şehir kenarında kimsenin dolaşmasına ağamızın razı olmadığını bilmiyor musun? :&mdash; Biliyorum. :&mdash; Ey, ne arıyorsun buralarda? :&mdash; Hiç... :&mdash; Nasıl hiç?.. :&mdash; ..... Koca Ali yine cevap vermedi. Dizdarlar onun namuslu bir adam olduğunu biliyorlardı. Hırpalamadılar. Yalnız: :&mdash; Haydi yerine git, dolaşma... dediler. Geldiği yollardan hızlı hızlı dönen Koca Ali, ruhunda demin dinlediği ahengi tekrarlıyordu. Bülbüller keskin keskin ötüyor, uzaktan mandıraların köpekleri havlıyorlardı. Sokakta hiç kimseye rastgelmedi. Dükkânının önüne gelince durdu. Bacasının üstündeki leylek uyumamış, kefenli bir hayal gibi ayakta duruyordu. Kapısı aralıktı. Çıkarken sıkı sıkıya kapadığını hatırladı: :&mdash; Tuhaf, rüzgâr açmış olacak!... Dedi. Dükkanında örsü ile çekicinden başka kıymetli bir şeyi yoktu. Bunlar da çalınmaya değmezdi. Kimsenin işine yaramazdı ki, hırsız aşırmak sıkıntısına girsin... İçeriden kapıyı sürmeledi. Dizdarların müdahalesi canını sıkmıştı. İşte şehirde yaşamak da bir türlü esirlikti. Halbuki dağ başında, köyde sanatı geçmezdi. Birden ağır bir yorgunluk duydu. Kandilini yakmaya üşendi. Ocağın soluna gelen alçak musandıraya el yordamıyla çıktı. Büyük bir ayı pöstekisinden ibaret olan yatakçığına uzandı. <center>🙝🙟</center> Sıçrayarak uyandı. Kapısı vuruluyordu. Uyku sersemliğiyle: :&mdash; Kim o? diye haykırdı. :&mdash; Aç çabuk. . . . . . Sabah olmuştu. Kapının aralıklarında bembeyaz ziya çizgileri parlıyordu. O hiç böyle dalıp kalmaz, güneş doğmadan uyanırdı. Doğruldu. Musandıradan atladı. Ayakkabılarını bulmadan yürüdü. Hızla sürmeyi çekti. Birdenbire açılan kapının, dükkânı dolduran aydınlığı içinde, palabıyıklı, yüksek kavuklu dizdarbaşıyı gördü. Arkasında keçe külâhlı, çifte hançerli genç yamakları da duruyorlardı. "Ne var?" gibi yüzlerine baktı. Dizdarbaşı: :&mdash; Ali Usta, dükkânı arayacağız! dedi. Koca Ali şaşkınlıkla sordu: :&mdash; Niçin?... :&mdash; Bu gece Budak Bey'in mandırasında hırsızlık olmuş. :&mdash; Ee, bana ne?... :&mdash; Onun için işte dükkânı arayacağız. :&mdash; O hırsızlıktan bana ne? :&mdash; Hırsızlar, çaldıkları bir kuzuyu köprünün altında kesmişler. Meşin keselerin içindeki paraları alarak bir tanesini oraya bırakmışlar. :&mdash; Bana ne?... :&mdash; O keselerden bir tanesini de bu sabah senin dükkânın önünde bulduk. Sonra... Şu eşiğe bak. Kan lekeleri var! Koca Ali, kamaşan gözleriyle kapısının temiz eşiğine baktı. Hakikaten el kadar bir kan lekesi sürülmüştü. O, bu kırmızı lekeye dalgın dalgın bakarken, palabıyıklı dizdar: :&mdash; Hem bu gece, geç vakit, ben seni köprünün üstünde gördüm. Orada ne arıyordun? dedi. :&mdash; ... Koca Ali yine verecek bir cevap bulamadı. Önüne baktı: :&mdash; Arayın... Diye geri çekildi. Dizdarla yamakları dükkâna girdiler. Örsün yanından geçen yamaklardan biri haykırdı: :&mdash; Ay! İşte, işte... :&mdash; !.. Koca Ali gayr-i ihtiyarî, dizdarın baktığı tarafa gözlerini çevirdi. Yeni yüzülmüş bir deri gördü. Şaşırdı. Yamaklar hemen deriyi yerden kaldırdılar. Açtılar. Daha ıslaktı. Bir ağalarının, bir de mücrimin yüzüne bakıyorlardı. Dizdarbaşı hiddetlenerek sordu: :&mdash; Çaldığın paraları nereye sakladın? :&mdash; Ben para çalmadım. :&mdash; İnkâr etme, işte kuzunun derisi dükkânında çıktı. :&mdash; Bu deriyi ben buraya koymadım. :&mdash; Ya kim koydu? :&mdash; Bilmiyorum. . . . . . . Koca Ali zaten çok lakırdı söyleyemezdi. Subaşının karşısına çıkartıldığı zaman da, gece geç vakit köprünün üstünde ne aradığını anlatamadı. Dizdarların bulduğu bütün deliller aleyhine çıkıyordu. Budak Bey'in yeni sattığı beşyüz koyun ücreti de mandıradan çalınmıştı. İki kuvvetli hırsız, bekçi çobanı sımsıkı bağlamışlardı. Sonra canını çıkarıncaya kadar dövmüşler, hatta işkence için bir kolunu da kırmışlardı. Ertesi gün hâkimin huzurunda bu çoban, hırsızın birini Koca Ali'ye benzettiğini söyledi. Gece geç vakte kadar dükkânına gelmemesi, derinin dükkânda, para keselerinden birinin kapısı önünde bulunması, Koca Ali'nin ithamına kâfi geldi. Ne kadar inkâr etse hırsızlığı te'vil götürmüyordu. Zaten hükümetçe nereden geldiği, nereli olduğu da belli değildi. Sol kolunun kesilmesine karar verildi. Koca Ali, bu kararı duyunca ömründe ilk defa olarak sarardı. Dudaklarını ısırdı. Karara rızadan başka çare yoktu... Sendeleyerek ayağa kalktı. Hâkime dik bir sesle: :&mdash; Kolumu bırakın, kafamı kesin! Diye rica etti. bu ömründe ilk ricasıydı. Fakat ihtiyar hâkim çok adildi: :&mdash; Hayır oğlum, dedi, sen adam öldürmedin. Eğer çobanı öldürseydin, o vakit kafan giderdi. Ceza kabahate göredir. Sen yalnız hırsızlık ettin. Kolun kopacak. Hak böyle istiyor. Şeriatin kestiği yer acımaz.. :&mdash; ... . . . . . . Koca Ali'nin kolu kafasından çok kıymetliydi. Çeliğe "çifte su"yu bu iki kol sayesinde veriyor, bu iki el sayesinde serhadlerde dövüşen binlerce gaaz&icirc;lere çelik kalkanları kıran, ağır zırhları yırtan, demir tolgaları ikiye biçen tüy gibi hafif kılıçlar yetiştiriyor, yok pahasına, p&icirc;r aşkına çalışıyordu. Onu, Ağa kapısında dizdarların odası altına kapattılar. Kısas gününü burada bekliyor, hıç sesini çıkarmıyor, çolak kalınca örsünün başında çekiç vuramayacağını düşünerek, m&acirc;budu ölen bir mümin matemini duyuyordu. Kolunun diyetini verecek on parası yoktu... Şimdiye kadar para için çalışmamıştı. ...Bütün şehir halkı, Koca Ali gibi mahir bir ustanın kolu kesileceğine acıdı. Bu kadar yakışıklı, mert, çalışkan, kuvvetli, güzel bir adamın ölünceye kadar sakat sürünmesine en duygusuz vicdanlar bile dayanamıyordu. İşte herkes onu seviyordu. Sip&acirc;h&icirc;ler kendilerine pek ucuz kılıç döven bu adamı kurtarmaya sözleştiler. Şehrin en büyük zengini Hacı Mehmed'e müracaat ettiler; bu adam Karun kadar mal sahibi olduğu halde son derece hasisti. Hâlâ şehrin pazar yerinde küçük bir dükkânda kasaplık yapıyordu. Düşündü, taşındı; nazlandı. Suratını ekşitti. Başını salladı. Ama sip&acirc;h&icirc;lerle hoş geçinmek lazımdı. :&mdash; Madem ki siz istiyorsunuz, dedi, ben de önün kolu için diyet veririm. Ama bir şartla... :&mdash; Ne gibi? diye sordular. :&mdash; Varın kendisine söyleyin. Eğer ben ölünceye kadar bana bedava hizmetçilik, çıraklık etmeye razı olursa... :&mdash; Pekâlâ, pekâlâ... ...Sip&acirc;h&icirc;ler, Ağa kapısına koştular. Hacı Kasap'ın teklifini Koca Ali'ye söylediler. O, evvela "kasaplık bilmediğini" ortaya sürdü. Kabul etmek istemiyordu. Sipâhîler "Adam sen de! Kasaplık iş mi? O kadar harp gördün. Kılıç salladın. Bağlı koyunu yer yatırıp kesemez misin?" diye ısrar ettiler. "Kula kul olmak", fâni dünyada "birisine minnettar kalmak" azapların en ağırı idi. O daha pek gençken, vezir amcasının lütfunu bile çekememiş, minnettar kalmamak için aile ocağından kaçmış, gurbet ellerine atılmıştı. Şimdi kör talihi, onu bak kime köle edecekti? Sipâhîler: "Hacı'nın yaşı yetmişi aşmış... Zaten daha ne kadar yaşar ki... O ölünce yine sen hür kalır, bize kılıç yaparsın. Haydi, düşünme usta, düşünme!" diyorlardı. <center>🙝🙟</center> Hacı Kasap, kesilecek kolun diyetini hâkime saydığı gün, Koca Ali'yi arkasına taktı. Dükkâna getirdi. Bu adam gayet titiz, gayet huysuz, gayet berbat bir ihtiyardı. Hiç durmadan dırdır söylenirdi. Hasisliğinden şimdiye kadar bir hizmetçi, bir çırak tutamamıştı. Koca Ali'yi eline geçirince hemen dükkânının köşesinde bir set yerleştirdi. Üstüne bir şilte koydu. Geçti, oraya oturdu. Her şeyi ona yaptırmaya başladı. Ama her şeyi... Sabah namazından beş saat evvel şehirden iki saat ötedeki mandırasından o gün satılacak koyunları ona getirtiyor, ona kestiriyor, ona yüzdürüyor, ona parçalatıyor, ona sattırıyor... Tâ akşam namazına kadar durmadan emirler veriyordu. Zavallıya verdiği yalnız bulgur çorbasıydı. Bazen kendi artıklarını köpeğe verir gibi önüne atardı. Geceleri dükkanı baştan aşağı yıkatıyor, uykuya yatırmadan ertesi sabah için koyun getirmek üzre mandırasına yolluyordu. Odununu bile ormandan ona kestiriyor, suyunu ona taşıtıyor, her işi, her işini ona gördürüyordu. Hatta evinin bahçesindeki lağım kuyusunu bile ona ayıklattı. Koca Ali sade suya bulgur çorbasıyla bu kadar zahmetlere yıllarca göğüs gerebilecekti. Fakat Hacı Kasap'ın ikide bir: :&mdash; Ulan Ali!... Kolunun diyetini ben verdim. Yoksa çolak kalacaktın!... Diye yaptığı iyiliği tekrarlamasını çekemiyordu. Bir gün, iki gün, üç gün dişini sıktı. Durmadan çalıştı. Gece uyumadı. Gündüz koştu. Efendisinin karşısında elpençe dîvan durdu. Yine: :&mdash; Kolunun diyetini ben verdim. :&mdash; ... :&mdash; Şimdi çolak kalacaktın, ha... :&mdash; ... :&mdash; Benim sayemde kolun var. :&mdash; ... Hacı Kasap, âdeta bu sözleri "aferin" tarzında diline pelesenk etmişti. Her emrinin icrasından sonra kır sakallı, çirkin, sıska suratını ekşiterek, mavi çukur gözleriyle onu tepeden tırnağa kadar süzer, "Aklında tut, benim esirimsin!" der gibi verdiği diyeti hatırlatırdı. Koca Ali susar, kalbinin yırtıldığını, göğsüne sıcak sıcak bir şeyler yayıldığını, kilitlenen çenelerinin çatırdadığını, şakaklarının attığını duyardı. Geceleri uyuyamıyor, gündüzleri uğraşırken, mandıraya gidip gelirken, salhânede koyunları yüzerken, müşterilere et keserken, "Ne yapacağım, ne yapacağım?" diye düşünüyor, hiçbir şeye karar veremiyordu. Dünyada kimseye eyvallah etmeyerek kanaatle, gururunun saadeti için yaşamak isterken başına gelen bu bela neydi? Kaçmayı namusuna yediremiyordu. İşte o vakit gerçekten hırsızlık etmiş olacaktı. Fakat bu herifin ikide bir de bu yaptığını başa kakmasına tahammül... Ölümden pek güç, ölümden pek acı, ölümden pek ağırdı... <center>🙝🙟</center> Hacı Kasap'a köle olduğunun tam haftasıydı. Günlerden Cuma idi. Yine erkenden mandıraya gitmiş, koyunları getirmiş, salhânede yüzmüş, dükkandaki çengellere asmıştı. Tezgahın solundaki büyük, yağlı siyah taşta satırları biliyor, yine "Ne yapacağım, ne yapacağım?" diye düşünüyor, dudaklarını ısırıyordu. Daha efendisi gelmemişti. Satırları bitirince, büyük bıçakları bilemeye başladı. "Ne yapacağım, ne yapacağım?" hülyasına öyle dalmıştı ki... Kasabın geldiğini duymadı. Ansızın uğursuzun boğuk sesi yüreğini ağzına getirdi: :&mdash; Ne yapıyorsun be?... Döndü. Efendi köşesinde oturmuş, çubuğunu tüttürüyordu: :&mdash; Bıçakları biliyorum, dedi. :&mdash; Hay tembel miskin hay!... Sabahtan beri ne yaptın? Cevap vermedi. Kapakları çürümüş bu küçük, bu hain, bu yılan gözlere kırpmadan baktı, baktı. İhtiyar beklemediği bu acı bakıştan kızdı. Sordu: :&mdash; Ne bakıyorsun? :&mdash; ... Koca Ali, sesini çıkaramıyor, bir hafta içinde belki beş senelik hizmetini durup dinlenmeden gördüğü halde, kendini yine "tembel, miskin" diye tahkir etmeye sıkılmayan bu kötü insanı ezici bir bakışla süzüyordu. Yine kalbi yırtılır gibi oluyor, göğsüne sıcak bir şeyler yayılıyor, çeneleri kilitleniyor, şakakları zonkluyordu. Bir anda bu titreme durdu. Koca Ali gözlerini açtı. Bir hafta buna nasıl tahammül etmişti? Şaşırdı. Hacı Kasap çubuğu yanına bıraktı. Hizmetçisinin bu ağır bakışından kurtuluvermiş gibi dırlandı: :&mdash; Kolunun diyetini benim verdiğimi unutuyorsun galiba, dedi, ben olmasam şimdi çolak kalacaktın... Koca Ali yine cevap vermedi. Acı acı gülümsedi. Kızardı. Sonra birden sarardı. Hızla döndü. Bilediği satırların en büyüğünü kaptı. Sıvalı kolunu, yüksek kıyma kütüğünün üstüne koydu. Kaldırdığı, ağır satırı öyle bir indirdi ki... O anda kopan kolunu tuttu. Gördüğü şeyin dehşetinden gözleri dışarı fırlayan Hacı Kasap'ın önüne: :&mdash; Al bakalım, şu diyetini verdiğin şeyi! diye hızla fırlattı. Sonra esvabının kolsuz kalan yenini sıkı bir düğüm yaptı. Dükkândan çıktı. Onun, vaktiyle geldiği yer gibi, şimdi gittiği yeri de, şehirde kimse öğrenemedi. [[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]] bry2jfatqzxok69a7k1a1ji1pt5yoxd Teselli 0 7255 151646 140752 2022-08-11T05:22:19Z Kwamikagami 19579 wikitext text/x-wiki {{eser başlığı | önceki = | sonraki = | başlık = Teselli | bölüm = | eser sahibi = Ömer Seyfettin | notlar = İlk yayım: ''Yeni Mecmua'', 25 Ekim 1917, sene 1, sayı 16 }} Batıdan gelen büyük düz yolun tâ ağzındaki taş konak, zairsiz bir türbe gibi sakindi. Yeşil boyalı demir kapısının aralığına yaslanmış ak sakallı, garip, meyus bir kethüdâ; yere, karmakarışık serseri izlere bakarak düşünüyordu. Kapakları örtülü ıssız pencerelerin arkasında sanki derin, duyulmaz bir matem feryadı gizliydi. Beş hafta evvelki bozgunun şehri dolduran yaralıları, kuskunsuz atlar, aç katırlar, kırık arabalar, topallayan askerler, kalkansız süvariler, tolgasız yeniçeriler, mızraksız sipâhîler; yüksek, beyaz duvarlara, geçici bir gölge kabusu halinde, mahzun akislerini bir an sürüyorlar, sonra titreyerek, siliniveriyorlardı. <center>🙝🙟</center> Bu türbede yatan ölü, Erzurum kumandanı İskender Paşa idi. Haftalardan beri, tozlu bir sanduka içi gibi karanlık odasında, dizlerini acıtan seccadeye kapanmış, yapayalnız oturuyordu. Mihânikî bir huzur ile "Sal&acirc;tü selam" çekerek beklediği, geç kalan Azrail'di. İşte tam otuz gün... Daima kulağında bir ayak sesi işitir gibi olur, genç kahyasını çağırırdı: :&mdash; F&acirc;zıl! :&mdash; Efendim. :&mdash; Bir gelen mi var? :&mdash; Hayır efendim. :&mdash; .... Sadık genç, araladığı kapıyı çekince, yine birden kararan sanduka sükunu içinde, İskender Paşa, galeyansız ibadetine başlardı. Artık dünyaya dair hiçbir ümidi kalmamıştı. İstediği yalnız bir iman selametiydi. Vâkıa korkak bir adam değildi. Ama, muhakkak bir ölümü her gün, her saat, her dakika, hatta her saniye beklemek... Onun cesaretini kırmış, sinirlerini zayıflatmıştı. Evet, ya kafası kesilecek, ya boğulacaktı! Düşündükçe, ensesinde soğuk bir satırın sarih temasını duyar gibi oluyordu. Bu sarih temas silinirken karşısına kendi boğuk hayali gelirdi; gözleri patlamış, kavuğu bir tarafa yuvarlanmış, boynu yağlı bir kement ile sıkılmış, ayağından pabuçları çıkmış, ipek kuşağı çözülmüş, karanlık, köpüklü ağzından siyah dili sarkmış bir naaş... İskender Paşa'nın yerde sürünen ölüsü! Titrer, gözlerini oğuşturur, yine salât-ü selamlarını çekmeye başlardı. Yakın akıbetinin bu uzvî hatırası o kadar bariz, o kadar kuvvetliydi ki... Çocukluğunun saf muhayyilesini süsleyen cennet bahçelerini, hûri, gılman alaylarını, Tûba ağacını, Sırat köprüsünü şimdi düşünemiyordu bile... Zihni durmuştu. Sinirleri, beyni pek yorgundu. Yemek yiyemiyordu. Boğazına kurşundan bir yumruk tıkanmıştı. Yalnız ara sıra su içerdi. Abdestini tazelemeye kalktığı zamanlar dizleri çözülüyor, gözlerinde karanlık, kırmızı benekler uçuşuyordu. Bazen sedirin üstüne uzanıp dalınca, korkunç, muzip rüyalarla uyanırdı. Ölümden sonrası havsalasına sığamıyor, adem, tasavvuru gibi birdenbire kararıyordu. En büyük hakikat işte, gözünün önünden ayrılmayan, şu kendi boğuk hayaliydi! Evet, hiçbir ümit, hiçbir kurtuluş ümidi yoktu. Kabahati pek büyüktü. Zamanın Süleyman'ı, Türk bayrağını, Viyana surlarına doğru dalgalandırırken... Er meydanlarında beraber şan aldığı birçok arkadaşları, bahtiyar beylerbeyleri, en asil düşmanları önlerinde dize getirirken, o kıymetsiz bir türedinin pususuna düşmüş, perişan olmuştu; Şah'ın oğlu İsmail Mirza, hile ile Erciş'e girmiş, kaleyi yıkmış, kale muhafızı, padişahın o kadar sevdiği cihan pehlivanı İbrahim'in başını kestirmiş, sonra Ahlat ahalisini bin düzenle kandırmış, "Vire" ile şehri terke davet etmişti. Sözde zavallılar serbestçe çekilip gideceklerdi. Halbuki İsmail Mirzâ haini, daha kalenin kapılarından çıkar çıkmaz hepsini, çoluk çocuk, kadın, ihtiyar... Hepsini doğramış, bir tek cana olsun aman vermemişti. Bu canavar katili cezalandıracakken, o, acemi bir asker dalgınlığı ile, aleyhine kurulan pusuya yuvarlanmıştı. Yanında en namdâr kahramanlar; Trabzon, Malatya, Bozok, Karahisar Beyleri şehit düşmüştü. Biga Sancak Beyi Mahmud Bey gibi zarif, kıymettar, şair bir adamla sağ ve sol cenah ağaları esir olmuşlar, ihtimal ki kesilmişlerdi de... Kendi, nasılsa kurtulmuştu! Bu bir mucize idi. Ama keşke kurtulmasaydı. Beklenilmeyen bir ölüm kadar ehemmiyetsiz ne olabilirdi? Fakat bu ölüm beklenildiği zaman ne müthişti! İskender Paşa, yine ayak sesleri işitti: :&mdash; F&acirc;zıl! :&mdash; Efendim. :&mdash; Bir gelen mi var? Kahya, kapının aralığından cevap verdi: :&mdash; Birkaç z&acirc;bit gelmiş efendim. :&mdash; Defterdara gönder, onunla konuşsunlar. :&mdash; Başüstüne efendim. . . . . . . . Bir aydır her şeyi defterdarına bırakmış, "Bizim artık dünya g&acirc;ilesi ile uğraşacak vaktimiz kalmadı. Tövbe zamanımızdır." demişti. Halbuki bozuk ordunun erzakını, intizâmını, zapt ü raptını temin edemeyen defterdar, yine ara sıra zâbitleri kumandana yollamaya mecbur oluyordu. Efendilerinin akıbetini, tıpkı kendisi gibi sarih bir ümitsizlikle bekleyen, kapı halkı, artık onu taciz etmiyorlardı. Herkes kendi başının çaresine düşmüştü. İçinde Azrail beklenilen bu boş konağın mezar havasını hiçbir ses bozmuyordu. Vakit vakit esen serin, hiddetli bir rüzgar, duvarlara çarparak çatılardan süzülüyor, tenha sofalarda cinler top oynuyordu. <center>🙝🙟</center> Fakat İskender Paşa, bir gün seccadesinin üstünde, iki büklüm, sülûke varmış bir derviş tevekkülüyle, muhakkak ölümünü unutmak istedi. O an mazisini hatırladı. Pek gençken Hüsrev Paşa'nın yanındaki silahşörlüğü, sonra kapıcıbaşılığı, daha sonra çavuşluğu hayalinden geçti. "Orta defterdarı" iken evlenmişti. Karısı, çocukları... Çocukları daha pek küçüktü. Şimdi acaba neredeydiler? Ne olacaklardı! Bir vakitler Van kalesinin fethinde gösterdiği yararlıklarla nasıl padişahın gözüne girmişti! Bu tehlikeli kalede ümerâdan kimse kalmaya cesaret edemiyordu. Kendi isteyerek kalmış, kaç defalar düşmanı bozmuştu. Sonra kumandan olduğu Erzurum havâlisinde de nâmı düşmanları titretmiyor muydu? Lâkin işte nasılsa bir tedbirsizlik etmişti. Padişahın bu serhadde gönderdiği yeniçerilerle ümerâ maiyetine "Kışın Erzurum kalesinde çok adam barınamaz" diye izin vermişti. Mirza İsmail'in zuhûrunu hiç düşünmemişti. Elinin altındaki asker pek azdı. Hemen yalnız ümerâ ile kapı halkından asker pek azdı. Sonra, Mirza ile karşılazmazdan bir gece evvel gördüğü o rüya... İşte hatırlıyordu; kendi siyah at üstünde, dar, çalılık bir yoldan giderken, önüne bir yılan çıkmıştı. Bu yılan, iki çatal dilini ona çıkarıyor, çalıların arasına kaçıyordu. Atından atlıyor, koşuyor, onu tutuyordu. Ama tutar tutmaz elleri kan içinde kalmıştı. Artık yılan filan yoktu. Sabahleyin yanına gelen ümerâ ile ulemâya bunu anlatmış, biri: :&mdash; Yılan tutmak zehir tutmaktır. Gam ile gussa suretidir. Demiş, ihtiyar bir hoca da: :&mdash; Şahoğlu galiba üzerinize geliyor. İnşallah onu tutacaksınız... Diye tabir etmişti. İşte o, bu hayırlı tabire inanmış, Mirza'nın kendini aldatmak için ileri sürdüğü iki alayını görünce, sabrını, kararını, aklını, muhakemesini kaybederek üzerlerine atılmıştı. Vâkıa sonra arkasını kaleye verdi. Saatlerce dövüştü. Altında oniki at öldü. Cenk meydanında gece oluncaya kadar, tek başına kalıncaya kadar vuruştu. Fakat harp, yalnız cesaret miydi? Asıl tedbir lazımdı. Tedbirli, büyük padişah, serhadde o kadar asker tayin etmişken, o, bu hareketin hikmetini anlamamış, birçoğuna icazet vererek evlerine göndermişti. Kabahatı büyüktü!.. Affolunamayacak derecede büyüktü! Bu kabahati ancak ölüm temizleyebilirdi... Yine ölümünü düşünmeye başladı. Evet, artık İstanbul'dan çıkan cellatla hasekiler ihtimal çok yaklaşmış olmalılardı. Kazaya rızâdan başka ne çare vardı? Yavaş yavaş doğruldu. Odasının hiç aydınlatmadığı karanlığına gözleri alışıktı. Geniş sedir, köşede duran abdest leğen ibriğini görüyordu. Pencerenin kapakları etrafında ziyâdan ince çizgiler parlıyordu. Kalktı. Ve titreyerek, dolabın rafındaki küçük testiden birkaç yudum su içti... Sonra sedire uzandı. Kahyasını çağırdı: :&mdash; F&acirc;zıl! :&mdash; Efendim. :&mdash; Gel içeri. Uzun, dar cübbeli, bodur üsküflü delikanlı girdi: :&mdash; Buyurunuz efendim? :&mdash; Fermanımızı getirenlerin buraya pek yaklaştıkları bana malum oldu. Sen hep yola bak. Bekle. Yolda atlıları görünce hemen gel, haber ver. Eğer uyuyorsam uyandır, abdest alayım. Namaza durayım. Ben tahiyyatta otururken, cellat, aldığı emri yapsın. Hasekilere söyle. Vasiyetim budur. Ben hiçbirini görmeyeyim. Anladın mı oğlum? :&mdash; Anladım efendim. Delikanlı hıçkırıyordu. İskender Paşa gözlerini kapadı. Kahya dışarı çıkınca odanın eski sanduka sükutu, sabahsız bir bela gecesi gibi, yine karardı. <center>🙝🙟</center> Bir gün, akşama doğru, bu abûs karanlıkta, İskender Paşa, tövbe, istiğfar ederken kahya kapıdan içeri girdi. Ağzını açamadı: :&mdash; ...... :&mdash; Ne var, oğlum? :&mdash; ...... :&mdash; Söylesene... :&mdash; ... Geliyorlar! Kimlerin geldiğini sormaya hacet yoktu. Biliyordu. :&mdash; Pekala, dedi, vasiyetimi aynıyla icra et... Sakın namazımı fazla bozmasınlar. Ne emir aldılarsa yapsınlar. Ben Allah'la beraberim. Delikanlı velinimetinin ellerini tuttu. Ağlayarak öpmeye başladı: :&mdash; Bana hakkınızı helal ediniz efendim. :&mdash; Helal olsun oğlum, inşallah muradına erersin. Sakın bana laf söyletme... Haydi, şimdi şu pencerelerin kapaklarını aç. Ağlayan kahya, haftalarca örtülü kapakları açtı. İçeriye çiy aydınlık boşandı. Uzaktan, kaldırdıkları toz duman önünde birtakım süvariler koşuşuyordu. Paşa'nın zaten abdesti vardı. Kıbleye doğru serilmiş seccadesinde ayağa kalktı. Başını sağa çevirdi. Açılan pencerelere baktı. Bu mavi göğü, bu beyaz bulutları artık son defa görüyordu. zayıf ellerini kulaklarına götürdü; dünyaya, mâsivâya dair aklında ne varsa unutmak için bir daha kendini zorladı. İçinden "Allah'la beraber olayım!" dedi. Sureleri okuyor, rükûa, secdeye varıyordu. İki rekat kıldıktan sonra tekrar namaza durdu. Hem okuyor, hem istemeyerek nal sesleri, kılıç şakırtıları duyuyordu. :&mdash; ... Yukarı çıkıyorlardı! En hafif bir pıtırtı, dimağında gürültülü akislerle büyüyordu. Kahyasının fısıldayan sesini bir nâra gibi işitti. Vasiyetini onlara söylüyordu: :&mdash; Sakın namazını bozmayın. :&mdash; Olur, olur. :&mdash; Ne emir almış iseniz hemen yapın. :&mdash; Peki, peki! :&mdash; İşte burada! Gelin... Arkasındaki kapı açıldı. Vücudunu yakarak damarlarından hızla çekilen bütün kanlarının tıkanmış göğsüne biriktiğini hissetti. Boğulacaktı. Nefes alamıyordu. Tahiyyatta oturuyordu. "Eşhedü enl&acirc;..." derken dizinin üstünde taş kesilen sağ elinin şahadet parmağını kaldırmak istedi. Şuurunun son gayretini sarfetti. Kaldıramadı. Kuvveti yoktu. Ettehiyyâtın aşağısını okuyamadı. Çeneleri kilitlendi. Gözleri kararıyordu. Kalbi durdu. Hatta titreyemedi. Fakat... Hani? Tekrar çarpmaya başlayan kalbiyle zehirli bir ateş bütün vücuduna yayıldı. Her tarafı yanıyordu. Düşecekti. Düşmeden en son bir gayretle selam verdi: :&mdash; Essel&acirc;mü aleyküm ve rahmetullah... Soluna da döndü. Sonra, hiçbir tarafa bakmadan gözlerini kapadı: :&mdash; Ne duruyorsunuz, haydi! Diye son nefesini çıkardı. :&mdash; . . . . . . . . . :&mdash; Size hatt-ı şerifle padişahımızın ihsanları var, paşam! :&mdash; . . . . . . . . Tanımadığı bir ses!... Başını arkaya çevirip, yalın kılıç, yahut elinde kemendiyle yağız bir ifrit görecek yerde, kırmızı esvaplı, şal kuşaklı, sırma üsküflü dört çavuş gördü. Birisi kucağında kundak gibi büyük, sırmalı bir bohça tutuyordu. İkincisinin elinde altın bir kılıç... Üçüncüsüne göz attı, murassâ bir topuz... Dördüncü çavuş yürüdü. Yanına yaklaştı. Diz çöktü. Elinde tuttuğu kırmızı torbayı öptü. Başına koydu. Sonra ona uzattı. Kılıçla kement görmeyen paşa şaşırmıştı. Kendisine uzatılan torbayı dalgın bir isti'calle kaptı. Hızla öptü. Başına koydu, mumu kopardı, açtı. Padişahının yazısını tanıdı: "... İki cihanda yüzün ak olsun. Şahoğlu askeriyle senin küfvün değildi. Ancak ispat-ı vücud ettin. Ve bahadırlıkta taksir etmedin. Nusrat ü hezimet hod meşiyyet-i Hüd&acirc;ya mütealliktir. Hatırın hoş tutasın..." Gözlerine inanamadı. Sevincinden ölecekti. Padişah, eski kahramanlıklarını anlatıyor, uğradığı hezimet felaketi için teselli veriyor, üzülmesin diye kendisine bir hil'at, bir altın kılıç, bir murassâ topuz ihsan ettiğini yazıyordu. Bu ulvi tesliyetnâmeyi, bu adil, bu büyük, bu mukaddes hatt-ı şerifi bitirince, İskender Paşa, o kadar hafifledi ki... Tüy gibi ayağa kalktı. Uzun boyu çelik bir sütun kadar dimdikti. Sararmış yanakları hemen kızardı. İri mavi gözlerinde bir hayat alevi tutuştu. Çavuşta öteki vezirlerin de mektupları vardı. Onları da aldı. Birer birer açtı. Göz gezdirdi. Hepsi padişahın emriyle onu teselli ediyorlardı. Sırma bohçayı, altın kılıcı, murassâ topuzu sedirin üstüne bıraktırdı. Kahyasına: :&mdash; F&acirc;zıl, ağaları bir odaya yerleştir. Rahat etsinler, yarın kendileriyle konuşuruz, dedi. Yerlere eğilerek kendini selamlayan süslü çavuşların arkasından kahyası da dışarı çıktı. İki dakika evvelki, cansız İskender Paşa, ansızın dirilmişti. Yalnız kalınca gülümsedi. Gerindi. Esnedi. Yavaş yavaş sedire doğru yürüdü. Bohçayı açtı. Düğmeleri elmastan, ağır, sırmalı, erguvanî bir hil'at... Uzandı, kılıcı eline aldı. Sapıyla kını som altındandı. Çekti, sol elinin baş parmağı ile namlu demirini yokladı. Sonra başını aydınlık pencereye çevirdi. Ufukta, yolun tâ nihayetinde yarım batmış güneş, tıpkı yaklaşılmış bir cennet kapısı gibi duruyordu. Baktı, baktı: bu ulvi kapının içinde, hatt-ı şerifin hareketinden bahsettiği büyük orduyu ince mızraklarıyla, bayraklarıyla görüyor gibi oldu. Bu ordu, mert Turan'ın ortasındaki şımarık İran'a adalet nurları saçacaktı. Bütün tüyleri ürperdi. Sevinçten, heyecandan gözleri yaşardı. İşte, yarın, şüphesiz kendisi de... Onlarla beraber kendisi de, şimdi elinde tuttuğu şu altın saplı keskin kılıcı hak uğrunda, hakikat uğrunda sallayacaktı! [[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]] 5h3s80hm0p6b8cw6lsxs54ukdztoxb4 Nâdan 0 7357 151647 140755 2022-08-11T05:22:38Z Kwamikagami 19579 wikitext text/x-wiki {{düzenle}} {{eser başlığı | önceki = | sonraki = | başlık = N&acirc;dan | bölüm = | eser sahibi = Ömer Seyfettin | notlar = İlk yayım: ''Vakit Gazetesi'', 11 Mart 1918 }} <div style=" text-align:right;"> <small>'''Nâdan''' ile sohbet etmek güçtür bilene;<br>Çünkü nâdân ne gelirse, söyler, diline! Atasözü</small></div> İstanbul üç gündür sis içindeydi. Topkapı Sarayı'nı, açık kül rengi kalın bir bulut sarmış, sanki bütün dünyadan ayırmıştı. İhtiyar padişah, artık mermer havuzlu küçük bahçenin lale tarhlarını bile göremiyor, gamsız zamanlarında yaptığı gibi murassâ çerçeveli camlara hohlayıp parmağı ile "Çifte vav" yazamıyordu. Yeniçeriler kazan devirmişler, sipâhî zorbaları zâbitlerini parçalamışlar, payitahtı yağmaya hazırlanmışlardı. Serhatteki ordunun hali de perişandı. Ecelin gadriyle tecrübeli vezirler kalmamış, fedakar beyler er meydanlarında can vermişlerdi. Bu korkunç buhranın önünü alacak bir adam yoktu. Son ümit "Köse Vezir"deydi. Vaziyetin fenalığını herkesten ziyâde kavrayan akıllı padişah, işte şimdi onu çağırtmıştı. Mühürünü ona verecekti. Tahtın karşısındaki sırmalı, büyük perde kımıldadı. Kocaman kavuklu, mini mini, nahif bir ihtiyar, belirsiz, bir gölge gibi içeri girdi. Gözleri yerde, elpençe yürüdü. Tahtın basamağına diz çöktü. Takbîl resminden sonra, padişah, asabi eliyle soldaki erguvanî bir kumaştan yapılmış şilteyi gösterdi. :&mdash; Otur. Dedi. Sonra, tahtın, sağ kolunu dayadığı altın koltuğuna bakarak ahvalin fenalığını, devletin geçirdiği muhâtarayı, askerin fesadını, ordudaki perişanlığı anlattı. Yavaş yavaş söylüyor, her kelimede başını sallıyordu. Bu zamanı ıslah etmek için demir bir el lazımdı. Gayet doğru, irtikâp etmez, Allah'tan korkar, akıllı, dünyayı bilir, her şeyden ziyâde devletini sever bir adam işleri düzeltebilirdi. Padişah: :&mdash; İşte bu adam sensin! Seni kendime vekil edeceğim. Deyince, boynunu büküp efendisini dinleyen küçük ihtiyar doğruldu. :&mdash; Beni affedin padişahım, dedi, ben artık devlet işine karışmamaya ahdettim. Sayenizde geri kalan birkaç günlük ömrümü ibadetle, du&acirc; ile geçireceğim. :&mdash; Fakat... ... Padişah, mesuliyetsiz rahatın hayvanlarla ölülere yakışacağını, kulların, padişah davetine icabet etmemelerinin bir küfür olduğunu, âyetlerden, hadislerden bürhanlar getirerek tekrarladı. Haklı bir gazabın mehâbetini duyuran sert bir bakışla, kırlaşmış uzun kirpikli, iri, şahane gözlerini, boynu bükük ihtiyara dikti. Bu bakışta sanki Azrail'in kanatlarından aksetmiş ölüm kıvılcımları tutuşuyordu. Köse Vezir, ateş içinde yanmayan bir semender gibi sakindi: :&mdash; Boynum kıldan incedir! Padişahım, dedi, çoluk çocuğumla veda ettim. Hakkın huzuruna gitmek için iradenizi bekliyorum. Ben mihr-i şerifinizi almam! :&mdash; . . . . . . . . Padişahın soluk çehresi karardı. Elleri titredi. Tahtın gerisine çekildi. Yüzünü buruşturarak: :&mdash; Kaldırın şunu! Diye bağırdı. Sırma perdenin arkasından birer hayal sessizliğiyle koşan hademeler, yere basmıyor sanılacak derecede hafif adımlarla çabucak vezirin başına üşüştüler. Göz açıp kapamadan dışarı çıkardılar. Bu çıkış, mermer revâkında gece gündüz, keskin tığlı, karayağız cellatların bağdaş kurup bekledikleri balıkhaneye doğruydu. <center>🙝🙟</center> Hiddeti geçer gibi olan padişah, devletinin, tahtının üstünde bocaladığı fesat tufanını tekrar hatırladı. Düşündü. Köse Vezir de ölürse, sözün, bir gün olup büsbütün ayağa düşmesi ihtimali vardı. Fakat işte, bu küçücük adam, ölümü gözüne almıştı. Kafası kesilince hakkın huzuruna gidecek, dünya gailesinden kurtulacaktı. Ne vakit olsa, yüzlerce yıl yaşasa, yine ölümden kurtuluş olmadığını bilen, bu hakikati unutmayan ariflerdendi. Bir gün sonranın, beş gün evvelin onca hiç ehemmiyeti yoktu. Padişah huzurunda dîvân duran ağasına: :— Sarık odasına hapsetsinler. Yanına kitap, kalem, kağıt vermesinler. Dedi. Ağa çıktı. Padişah mutlaka onu iş başına getirmeye azmetmişti. Bu cesareti, muhakkak ölüm karşısındaki bu pervasızlığı, şahsiyetini, ahdını muhafaza etmekteki bu inadı ne kıymetli bir hasletti! Ancak böyle bir adam, müşkül zamanlarda büyük işler yapabilirdi. Padişah bunu biliyordu. Gözünün önüne zamanenin paşaları, çelebileri geldi. Hepsi iki kat bir rükû vaziyetinde,ölüm korkusuyla benizleri sararmış, yalnız hile, yalnız fesat, yalnız fitne düşünüyorlar; şeytanların bile aldanacağı yalanlar, iftiralar uydurarak birbirlerinin kanlarını içiyorlardı. Fakat Köse Vezir öyle değildi. Ârifti. Alimdi. "Dünya ve m&acirc;fih&acirc;"nın ne olduğunu sezmişti. Daima "zeval" uçurumuna giden "ikbal" yolunda hakikati unutmaz, mağrurlanmaz, para, servet, ihtişam, saltanat gibi şeylere de tenezzül bile etmezdi. Orta halli bir molla gibi yaşar, sandık sandık filoriler toplayıp fani dünya evini baki sanan, haris gafillerin budalalıklarına şaşardı. Padişah, böyle haktan başka hiçbir kuvvete baş eğmeyen bir adama mühürünü nasıl kabul ettirecekti? İşte, ölümün onca hiç ehemmiyeti yoktu. Yine kalın kaşlarını çattı: :&mdash; Ölümden daha beter bir ceza... Diye söylendi. En korkunç işkenceler, dehşetleri nispetinde ölüme daha yakındı. Padişah saatlerce tahtında düşündü, taşındı. Saatlerce yalnız kaldı. Kılıçla değil, asıl aklın kuvvetiyle galebe çalındığını bildirdi. Fakat aklına, ölümden korkmayan bir adama baş eğdirecek bir vasıta gelmiyordu. Düşünürken tahayyül etmeye başladı. Daldı gitti. Derin uykularda görülen rabıtasız rüyalar gibi şehzadeliği, lalası gözünün önüne geldi. Otuz yıl evvel ölen lalası, hatırında kalan o ak sakallı adama hiç benzemiyordu. Saray kendi sarayı değildi. Ders aldığı rahle, beyaz gül ağacından mıydı? Lalası olduğunu bildiği halde sesini, simasını tanıyamadığı bu müphem hayal, latifsiz bir lisanla: "N&acirc;danla sohbet etmek, &acirc;kile cehennem ateşinden beterdir!..." diyordu. Bu söz bir şiirdi!... Padişah veznini ararken, daldığı derin tahayyülünden uyandı. Başında bir ağırlık vardı. Hareme gidip yatmak için kalktı. Evet, mademki nâdanla sohbet etmek cehennem ateşinden beterdi. Bu ateşte Köse Vezir'i yakmalı, fakat öldürmemeliydi. Koltuğuna giren bendelerine: :— Çabuk bir n&acirc;dan buldurulsun. Onun yanına kapatılsın! dedi. <center>🙝🙟</center> Bostancılar, tebdilağaları, bir hafta kadar bütün şehri, civar köyleri, kasabaları, dağları, kırları dolaştılar. Nihayet Karamürsel meralarında, gayet cahil, gayet akılsız, gayet aksi, hâsılı gayet nâdan bir çoban buldular. Bu, otuz beş kırk yaşlarında, çok kuvvetli, hissiz, hayvan gibi bir adamdı. Köyünde kendisine "Eşek Hasan" diyorlardı. Nâdan olduğu kadar inatçıydı da... Terbiye, hürmet, namaz, niyaz, ne olduğunu bilmez; "Allah'ın kim?" dendiği zaman, "Ne bileyim ben ülen..." diye sırıtırdı. Koyunlarının yanından ayrılmamak için hasekilere mukavemet etmiş; taşla, sopayla birkaçını yaralamıştı. Saraya elleri bağlı getirdiler. Siyaset gününü tesbih çekerek bekleyen Köse Vezir'in yanına koydular. Eşek Hasan, uğradığı haksızlığa karşı üç gün uludu. İşitilmedik küfürler etti. Sonra sustu. Pembe ipek divanların üstüne çarıklarıyla çıktı. Kuşağının arasından çıkardığı kavalı çalmaya başladı. Yalnız başına ölümü bekleyen Köse Vezir'in huzuru, tevekkülü bozuldu. Ama yanına konan bu garip mücrimle bir lakırdı olsun etmedi. Yüzünü pencereden tarafa çeviriyor, odaya yemek içmek getiren hademelere bile gözünü kaçırmıyordu. On gün, yirmi gün geçti. Kapının deliğinden içerisini gözetliyorlardı. Padişah, onun böyle nâdan bir herifle yaşamak azabına da katlandığını görünce ümitsizleniyor, hasekiler çıkararak daha nâdan mahluklar arattırıyor, fakat Eşek Hasan'dan beterini bulduramıyordu. Bir ay geçti. Nâdan çoban kavalı da bıraktı. Hiç ses çıkarmıyor, zindan arkadaşı gibi pinekliyor, susuyordu. ...Bir sabah, Köse Vezir, bu koca herifin hüngür hüngür ağladığını gördü. Çocuk gibi hıçkırması içine dokundu. Zavallı kimbilir karısını, evini, köyünü mü hatırlamıştı. Gayr-i ihtiyari sordu: :— Ne ağlıyorsun oğlum? Bu, vezirin hapsedildiğinden beri söylediği ilk sözdü. Çoban gözyaşlarından sırsıklam olan al yanaklarını kirli yenleriyle silerek ona baktı. :— Söylemem darılırsın... dedi. :— Söyle oğlum derdini bana, ne darılacağım? :— Vallahi darılırsın. :— Darılmam diyorum. :&mdash; . . . . . . Çoban derdini söylemiyor, daha ziyâde heyecana gelerek avazı çıktığı kadar ağlıyordu. Köse Vezir, biraz düşündü. Başkasını ağlatan bir sebebe kendisi nasıl darılabilirdi? Merak etti. Tekrar: :— Söyle oğlum. Senin derdinden bana ne? :— Darılırsın baba. :&mdash; Darılmam, söyle... :&mdash; Benim sürümde bir kösemenim* vardı. Senin yüzüne baktıkça o hatırıma geliyor da... İşte onun için ağlıyorum. :&mdash; . . . . . . Derdini söyleyen Eşek Hasan, birdenbire ağlarken gülmeye, hıçkırıklara kahkaha karıştırmaya başladı. "Tıpkı sakalı seninkine benziyordu." diye tafsilata bile girişiyordu. Köse Vezir hiç cevap vermedi. Kalktı. Kapıyı vurdu. Başını içeri uzatan sivri kavuklu nöbetçiye: :— Efendimize arzedin. Mühr-i hüm&acirc;yunlarını kabul ettim... dedi. <center>🙝🙟</center> Bir sene sonra harp bitmiş, yeniçeriler terbiye edilmiş, sipâhîler nizama konulmuş, hırsızlar, uğursuzlar temizlenmişti. Devlet yine, eski kuvvetini buldu. Padişahın gamlı yüzü güldü. Artık neşesi tamamıyle yerine gelmişti. Yalnız sadrazamına, o nâdan herifin yaptığı ölümden beter şeyin ne olduğunu bilmek istiyordu. Bir gün bunu sordu. Geçirdiği kırk günlük azabı birden hatırlayınca, yeni bir tokat yemiş gibi Köse Vezir'in yüzü kıpkırmızı oldu. Verecek bir cevap bulamadı. Kekeleyerek: :— Hiç Padişahım! dedi. Bu suçsuz köylünün benim için hapsedilmesine vicdanım razı olmadı... Onu azaptan kurtarayım diye ahdimi bozdum. . . . . . . . . . *kösemen: koç [[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]] 8sp02le8afetmswgh6beagcawfj5s0d Aleko 0 7375 151648 140756 2022-08-11T05:22:58Z Kwamikagami 19579 wikitext text/x-wiki {{eser başlığı | önceki = | sonraki = | başlık = Aleko | bölüm = | eser sahibi = Ömer Seyfettin | notlar = }} Küçük Ali, yorgun uykusundan uyanınca kalktı. Gece yattığı tozlu fundalıklardan çıktı. Ilık, parlak bir güneş her tarafı ısıtıyordu. Bulutsuz hava bembeyazdı. Çalıların üstünde kuşlar cıvıldayarak uçuşuyordu. Kalktı. Bir av arıyormuş gibi tereddütlü adımlarla bodur böğürtlen dallarını hışırdatarak şoseye indi. Bir ileri, bir geri baktı. Her taraf tenha idi. Uzun, kıvırcık kirpikli iri siyah gözlerini yırtık çarıklarına dikti. Düşündü. Sırtındaki tozlu deri torbada yarım ekmekle bir soğandan başka bir şeysi yoktu. Altı aydır Gelibolu'da, bir Rum fırıncının yanında çalışıyordu. Birkaç gün evvel hükümet, "muharebe olacak" diye ustasını diğer Hristiyanlarla Anadolu'ya geçirmişti. Gelibolu'da akrabası filan yoktu. Barınacak bir yer bulamadı. Köyüne dönmüştü, ama köyünde de kimseyi bulamamıştı. Evler kapanmış, ahırlar boşalmış, küçük cami meydanı at, araba, asker, çadır dolmuştu. "Buralarda muharebe olacak, devlet ahaliyi geri çekti." diyorlardı. Küçük Ali, işte köyünün geri çekilen ahalisini, anasını, ihtiyar babasını bulmak için iki gündür yürüyordu. Gece açıkta yatmak, gündüz güneşin altında yürümek onu zayıflatmıştı. Zaten esmer olan yüzü şimdi daha siyahtı. Karnı öyle açtı ki! "Ne olur, ne olmaz" diye dün gece yemeyip sakladığı ekmek parçasını torbadan çıkardı. Şosenin kenarına çöktü. Kocaman bir altın parçasına bakıyormuş gibi bu kaba mısır ekmeğini evirdi, çevirdi, ucundan ısırdı. Ağzında lokmayı birdenbire yutmaya kıyamıyor, dilinin üstünde eziyordu. Anası, babası Malkara'ya gitmiş olacaktı. Orada bir akrabaları olduğunu hatırlıyordu. Acaba daha bu tenha şoseyi kaç gün yürüyecekti? Akşama ne yiyecekti? Bütün bütün aç kalmak korkusu ile uyurken rüyada kendini keçilerle beraber çalıları otlarken görmüştü. Tekrar köye dönmeyi, askerlerin arasına katılmayı düşündü. Halbuki köye kimseyi bırakmıyorlar, "Yasak! Dön, dön!" diye bağırıyorlardı. Su nereden içecekti? Mutlaka şosenin üstünde han, yahut karakol vardı. Oturduğu tümsekten kalktı, yola atladı. Yürümeye başlamadan döndü. Geldiği tarafa baktı. Dalgalı tepelerden geçen yol, parça parça gibi bazen görünüyor, bazen yeşillikler arasında kayboluyordu. Uzakta bir kalabalık gördü. Yoksa asker miydi? Dikkat etti. Bu kalabalık gayet yavaş yürüyordu. "Bekleyeyim de şunlardan su isteyeyim" dedi. Tekrar kalktı. Tümseğe oturdu. Dirseklerini dizlerine dayadı. Çenesini ellerinin arasına aldı. Gözlerini, vakit vakit kaybolup, yine şosenin görünen parçasında meydana çıkanlardan ayırmıyordu. Bunlar asker değildi. Çünkü karmakarışık geliyorlardı. Niçin olduğunu bilmediği bir ümitle sevindi. İki gündür kırlarda yapyalnız kalmış, sanki insanları göreceği gelmişti. Ayağa kalktı. Elini gözlerine siper yaptı. Siyah kuşağı, mavi aba saltası, gönden torbasıyla tıpkı koyunlarını arayan mini mini bir çobana benziyordu. Başında keçe filan yoktu. Sert kumral saçları güneşin aydınlığı ile yaldızlanıyor, parlıyordu. :&mdash; Rumlar, be!.. diye haykırdı. En önde semerli bir beygirin üstünde beyaz sakallı, siyah kavuklu, siyah esvaplı papazı farketti. Kırmızı önlüklü, siyah başlıklı kadınlar, siyah aba esvaplı erkekler, çocuklar, eşya dolu arabaların yanında; ineklerle, koyunlarla, keçilerle karmakarışık yürüyorlardı. Küçük Ali, hiç kımıldamadan onların yaklaşmalarına baktı. Bunlar şüphesiz geriye gönderilen bir köy halkı idi. Kendi köyünde komşu Rumlar'ın arasında büyüdüğü için çok iyi Rumca bilirdi. "Bunların arasına katılıp Malkara'ya kadar gidemez miyim?" diye düşündü. Fakat onlar, yanlarında Türk istemezler, Türk'e ekmek değil, bir damla su bile vermezlerdi. Kafile yaklaşıyor, küçük Ali parlak gözleriyle dimdik bakıyordu. Hiç kımıldamadı. Papaz, onu daha uzaktan gördü. Tam hizasına gelince küçük Ali yine şoseye atladı. Papaza yaklaştı. Rumca: :&mdash; Rica ederim, bana bir parça su verin. Dedi. Papaz beygirinin yularını çekti. O durunca, kafile de etrafa yavaş yavaş birikerek durdu. Çorap ören kadınlar tığlarını bıraktılar. Çocuklar babalarının bacakları arasından papazın konuştuğu çocuğu görmeye çalışıyorlardı. :&mdash; Sen çoban mısın? :&mdash; Hayır. :&mdash; Burada ne arıyorsun? :&mdash; Gelibolu'da çalışıyorum. Ustamı sürdüler, köye döndüm. Köyümü de sürmüşler, onları aramaya gidiyorum. Papaz parlak mavi gözleriyle Ali'yi baştan aşağı süzdü: :&mdash; Adın ne? Diye sordu. Bu mânâlı bakışı sanki "Türk müsün? Rum musun?" diyordu. Yarımadanın birçok köylerinde Türklerle Rumlar kıyafetlerinden ayırt edilemezdi. Lisanları, dinleri, âdetleri birleştiremeyen asırlar Boğazın bu tarafında esvapları birleştirmişti. Rum çocuklarının Türk çocuklarından farkı yalnız başı kabak gezmeleri idi. Ali, Gelibolu'da ustasının fırınında fesini kaybetmiş, köyüne dönerken başına bir şey alamamıştı. Kekeledi: :&mdash; Aleko. Dedi. :&mdash; Anan baban var mı? :&mdash; Hayır, ben öksüzüm, kimsem yok. Papaz etrafındakilere döndü. :&mdash; Su verin şu çocuğa! :&mdash; Teşekkür ederim. Hemen eline bir testi uzanmıştı. Kana kana içti. Papaz beygirin üstünde doğruluyor, arkaya bakıyordu. :&mdash; Jandarmalar çok geride.... dedi. Seni görmediler. Bize karış. Haydi yürüyelim. :&mdash; ...... Kalın çizmeli ayağıyla atının karnına vurdu. Ali, atın uzun kuyruklu, al sağrısı yanında yürümeye başladı. Semerin arkasındaki iki dolu heybenin üstünde örtülmüş kırmızı bir battaniyenin uçları sallanıyordu. Kadınlar sessiz sedasız çoraplarını örerek, erkeklerin arabaları, yük hayvanları etrafında daima dikkatli, konuşmadan yürüyorlardı. Ali, küçük bir planla açlıktan kurtulduğuna seviniyor, içinden: "Kandırdım şunları! Ne vakit olsa, köyün nereye göçtüğünü haber alınca, yanlarından kaçarım" diyordu. Atın al sağrısından kalkan gözleri papazın kanburca solmuş siyah cübbeye, hayvanın adımlarına göre bir öne bir arkaya sallanan kadın saçlı başına, siyah yüksek külahına bakıyordu. Yarım saatten ziyade gittiler. Uzaklarda koyun sürüleri duruyordu. Ali, papazın başını arkaya çevirdiğini gördü. Mavi gözleriyle sanki gözlerinin içine saplandı. Titredi. :&mdash; Aleko. :&mdash; Oriste... :&mdash; Yanıma gel bakayım. Birkaç hızlı adım attı. Papazın dizi hizasına geldi. Gözlerini yerden kaldırmıyordu. :&mdash; Sen benim atımla odama bakarsın. :&mdash; Bakarım. :&mdash; Seni kiliseye hizmetçi yaparım. :&mdash; Teşekkür ederim. Öğle üstü bir hanın bahçesinde, asırlık çınar ağaçlarının altında mola verilirken, papaz, jandarmalara verdiği buğday ekmeğinden, haşlama etlerinden Ali'ye de verdi. Bardağının dibinde bıraktığı şarabı da ona içirmek istedi. :&mdash; Teşekkür ederim papaz efendi, içmem. :&mdash; Niçin? Cevap bulamıyordu. :&mdash; ..... :&mdash; Haydi iç. :&mdash; Alışmamışım. :&mdash; Artık alışırsın. Kilisede şarapsız yemek yenmez. :&mdash; ...... Ali durakladı. Eline aldığı bardağın içindeki siyah suya baktı. Köydeki hocanın Ramazan vaazlarında: "Bir damlası haramdır. İçen &icirc;mansız gider." dediğini hatırladı. Ama... Hayır, o keyif için, günah için mi içecekti! Zorla... İçmese bunların arasında barınabilir miydi? Bardağı ağzına götürdü. Zehir gibi bir şey ağzını, boğazını yaktı. Sıcak sıcak karnına indi. Buruşan yüzü ile papaza gülmeye çalıştı. :&mdash; Teşekkür ederim! <center>🙝🙟</center> Kafile üç gün yürüdü. Geceleri, Ali, papazın verdiği bir çula bürünerek yatıyordu. Dördüncü gün, akşama doğru içerlerde bir Rum köyüne gelindi. Jandarmalar her eve bir aile dağıttı. Papaz kiliseye inmişti. Burası karanlık, gamlı, kapalı bir bina idi. Bahçenin kalın, yüksek duvarları koyu maviye boyanmıştı. Papazın odası kaygan taşı döşeli küçük avlunun tâ nihayetinde idi. Ali, kilise hizmetçisinin yanında yatıyor, sabahları erkenden kalkıyor, kiliseyi süpürüyor, sabah ibadetlerinde hazır bulunuyordu. Bir ay geçmeden her şeyi öğrendi. Papaz, jandarma kumandanına hep onu gönderiyordu. Gayet iyi Türkçe bildiğini görmüştü. "Gelibolu'daki ustam Türktü" diyordu. Her sabah kilisede Türkler'in perişan olması için duâ edilirdi. Bütün iki köy halkının ihtiyar, genç, her sabah bu duâları candan, gönülden tekrarlayışları, sanki Ali'yi derin bir uykudan uynadırıyordu. Köydeki hocanın "Hristiyanlar da Allah'ın kuludur, onlara fenalık etmek, Müslümanlar'a fenalık etmekten daha günahtır." diye vaaz ettiğini hatırlıyor, "Acaba yanlış mı aklımda kaldı?" şüphesine düşüyordu. Pazar günleri kilisenin avlusu ağzına kadar dolardı. Efendisiyle, eski papaz muharebeye dair köylüye havadisler verirler, Türkler'in kış geçmeden bozulacağını, bu sefer İstanbul'un mutlaka alınacağını, ne kadar Türk varsa bir tane kalmamak üzere kesileceğini yana yakıla söylerlerdi. Halbuki köyün altındaki şoseden Çanakkale'ye doğru hiç durmadan asker, araba, erzak, cephâne geçiriliyordu. Ali dinlerine girer gibi yaptığı Rumlar'ın bu garazlarından heyecana geliyor, kiliseden kaçarak köyün aşağısından geçen ırmağın başına gidiyor, söğütlerin altına oturarak saatlerce düşünüyordu. Demek kıştan sonra dünyada bir Türk bırakmayacaklar, hepsini keseceklerdi. Türkler'in bundan haberleri yoktu. Hatta geçen askerlerin zâbitleri yolda papaza rastgelirlerse muhabbetle selam veriyorlar: "nasılsın papaz efendi" diye hatırını soruyorlardı. Kilisede edilen duâları bilseler... "Ben jandarma kumandanına gider; Türk olduğumu söylerim. Bunların konuştuklarını anlatırım!" niyetiyle kalkardı. Daha kendi köyünün ne tarafa gittiğini öğrenememişti. Köyde yabancı görünce evvela bunu sorardı. Bir gün yine kiliseden çıkarken ihtiyar papaza rastladı: :&mdash; Nereye gidiyorsun Aleko? :&mdash; Hiç, buradayım, dedi. :&mdash; Öyleyse gel, seninle konuşalım. :&mdash; ...... Papazın arkasından yürüdü. Külahının altındaki örgülü beyaz saçlarını tutup koparmak, kafasına, suratına kamçı gibi indirmek ihtiyacını duydu. Dişlerini sıktı. Başını salladı. Papaz odasına yürüdü. Kapıyı itti: :&mdash; Gir... Dedi. Bahçeye bakan bir pencere vardı. Kahverengi kalın bezden perdesi yarım açıktı. Papaz minderin üstüne, Meryem Ana kandili yanan köşeye oturdu. Ali kapının yanında ayakta duruyordu. :&mdash; Otur bakalım, dedi. Kapıyı it. Ali minderin ucuna ilişti. Papazın gözünün içine bakıyordu. Sordu: :&mdash; Senin anan, baban yok, değil mi? :&mdash; Yok :&mdash; Hayır... Senin anan, baban var, kimsesiz değilsin. Ali'nin yüreği oynadı. "Acaba Türk olduğum duyuldu mu?" şüphesiyle titredi. Bozuntu vermemeye çalıştı. :&mdash; Hayır, papaz efendi, benim sizden başka kimsem yok!.. :&mdash; Var. :&mdash; ..... :&mdash; Var ama, sen bilmiyorsun. Senin anan, baban milletindir. Ali içinden "oh!" dedi. Papazın uzun bir nutkunu cevap vermeden dinledi. Diyordu ki: :&mdash; "Adam anası, babası için her türlü fedakarlığı etmeli. Hatta canını bile vermeli. Öksüzlerin anası, babası milletleridir. Her öksüz, milleti için en büyük hizmetlere hazır olmalı. Öksüze bakan, büyüten milletdir. Millet, evladından yardım ister." Bugünden sonra ihtiyar papaz her vakit Ali'yi odasına alıyor, ona bazı yerlerini anlamadığı bir lisanla eski Rumlar'ın dünyada neler yaptığını, bir Rum kızının yüzerek gidip düşman gemilerini deldiğini, bir Rum kahramanının üçyüz kişi ile bir milyonluk orduları bozduğunu hikaye ediyordu. Ali, elifbeden başka bir şey okumamıştı. Ama bu korkak Rumlar bu kadar yaparsa, Türkler'in evvel zamanda İstanbul'u, Çanakkale'yi almak için neler yapmış olacaklarını düşünebiliyordu. Kış geldi, geçti. Yine bir sabah, Ali, kiliseyi süpürmüş, elinde süpürge, yattığı odaya dönüyordu. Papazın, açık penceresinden eliyle kendini çağırdığını gördü. Koştu. Süpürgeyi kapıda bıraktı. Kapıdan girdi. Papaz saçlarını tarıyordu. Arkasında siyah bir gömlek vardı. Tarağı yatağın yanındaki masaya bıraktı. Eliyle saçlarını arkaya itti. Mindere ilişti. Kırpmadan bakan mavi derin gözlerini Ali'ye dikti: :&mdash; Sana bir şey söyleyeceğim, dedi. Otur karşıma. :&mdash; Buyurun. :&mdash; Sen çok güzel Türkçe biliyorsun. :&mdash; Biliyorum. :&mdash; Ben Türküm, desen askerler şüphelenmezler, inanırlar. :&mdash; Evet. :&mdash; Sana bir mektup vereceğim. Bunu poturunun içine dikeceksin. Çanakkale'ye gideceksin. Askerlerin arasından bir yol bulacaksın. İngiliz kumandanına bu mektubu götüreceksin. :&mdash; Peki. Papazın yüzü güldü. Mavi, derin gözleri parladı. Hala Çanakkale Türkler'den alınamadığı için bütün köy halkıyla beraber matemdeydi. Her gün sinirli sinirli düşünüyor, şoseden gelen geçen askerlerin yüzlerinden mânâlar çıkarmaya çalışıyordu. Ali, sokakta, evlerde, kilisede ibadetlerde bu umûmî yeisi görüyor, için için seviniyordu. Papaz gülümseyince o da gülümsedi. Yine uzun bir nutuk dinledi. Zayıf, uzun parmaklı, uzun tırnaklı sarı elleriyle beyaz sakalını okşayarak coşan bu ihtiyar, onda sarsıcı bir heyecan uyandırıyordu. Sekiz aydır kilisenin alacakaranlığı içinde acı gözyaşları gibi parlayan kandillerin titrediği gölgeler arasında insana canlı gibi bakan resimlerin karşısında ruhu da değişmişti. "Büyük Yunan, büyük Rumluk" emelini dinledikçe kalbi şişiyor, acı bir azap boğazına tıkanıyordu. İşittiği, duyduğu, anladığı her şey onda aksi bir tesir bırakıyordu. Ondört yaşındaki cahil bir çocuk hayaliyle gözünün önüne köyünün camiini getiriyor, daima ahiretten, Sırat köprüsünden, cennetten, cehennemden bahseden ihtiyar imamı mihrabın yanındaki yeşil boyalı kürsüye çıkartıyordu. "Büyük Türklük" için, Türk düşmanlarının perişan edilmesi için, tıpkı ihtiyar papaz gibi söyletiyor, ihtiyar papazın sözlerini Türkçe ona tekrarlatıyordu. Ertesi gün poturunun ağına mektubu diktiler. Türk sanılsın diye başına bir fes aldılar. Torbası dört günlük ekmekle, peynirle, haşlanmış yumurta ile dolduruldu. Veda ederken papaz alnından öptü. Eline bir kağıt uzattı: :&mdash; Bu Atina İngiliz sefirinden evvelce alınmış bir itimatn&acirc;medir, dedi. Bunu İngilizler'e gösterdin mi, bizim tarafımızdan geldiğini hemen anlarlar. Şayet üzerinde yakalanırsa "yerde buldum" dersin. Bizden aldığını inkar edersin. :&mdash; Peki... :&mdash; Karşına İngiliz askerleri çıkınca "Kıbrıs" diye bağır. Bu sene parola budur. Unutma ha: "Kıbrıs." :&mdash; Peki. :&mdash; Hiç korkma. Vatan, evladının hizmetini bekliyor. Milletin kalbi seninle beraber, İngiliz kumandanından bize haber getireceksin. Ne vakit bizi kurtaracaklarını öğreneceksin. Bize müjdeleyeceksin! :&mdash; Peki. Papaz, Ali'nin tekrar alnından öptü. Yolda yemeği biterse almak için beş tane de mecidiye verdi. Kiliseden çıkınca Ali jandarma karakoluna gidip, İngiliz kumandanına verilecek bu kağıdı vermeyi düşündü. Ama vazgeçti. Her şey jandarmaların gözü önünde olurken onlar aldırmıyor, başlarını sallıyorlardı. "Ben bunu Çanakkale'ye paşaya götürürüm" dedi. Şosede hızlı yürümeye başladı. Hava açıktı. Tekerlek izleri, hayvan izleriyle örtülü yol yine tenha idi. Bir gün gitti. İki gün gitti. Üç gün gitti. Geceleri yine fundalıklarda yatıyor, ama eskisi gibi korkmuyordu. Şimdi ruhu çok kuvvetliydi. Ne aç, ne açık kalacağını hiç düşünmüyor, milletine yapacağı hizmeti aklına getiriyordu. Yollarda rasgeldiği askerlerle tatlı tatlı konuşuyor, Rumlar arasında duyduğu havadislerin hep aksini işitiyordu. İngilizler'in bir adım ileri atmak ihtimalleri yoktu. Süngüden hepsinin ödleri kopuyordu. "Daha bir ay tutunamazlar, boyunlarını kırarlar" deniliyordu. Arıburnu, Cehennemdere hücumlarını, batan gemileri, tahtelbahirleri, tayyareleri, bombaları, havadan yağan çivi yağmurlarını dinledi. Dinledikçe damarlarındaki kanı kaynıyor, bir an evvel paşanın oturduğu yere erişmek hırsıyla adeta koşuyordu. Dördüncü gün top sesleri daha yakından işitiliyordu. Yolda daha kalabalık askerler rastladı. Karşıda siyah çalılıkların arasında birçok beyaz çadırlar görünüyordu. Yürüdü, yürüdü. Tepenin dibine geldi. Orada bir taşın üzerinde siyah bıyıklı, soluk kabalıklı, iri bir asker oturuyordu. Silahı yoktu. Ona: :&mdash; Paşa burada mı oturur? Diye sordu. :&mdash; Hayır. :&mdash; Bu çadırlarda kimler var? :&mdash; Yaralılar, burası hastane. :&mdash; Paşa nerede oturur? :&mdash; Ne yapacaksın? Ali ona geriden bir mektup getirdiğini, bu mektubun muharebeye dair olduğunu anlattı. Nefer "Hangi paşayı istiyorsun? Ben yaralıydım, iyi oldum. Alayıma gidiyorum. Bizim fırka siperlerdedir. İstersen seni bizim paşaya götüreyim." dedi. Ali buna razı oldu. Artık şose bitmişti. Yeni yollardan, topçu izlerinden yürüdüler. Mekkarî hayvanlarına, küçük cephane arabalarına, hasta sedyelerine tesadüf ediyorlardı. Top sesleri duyulmasa muharebe oluyor sanılmayacaktı. Denizin üstü süt gibiydi. Akşama doğru bir çam ormanının içine girdiler. Dik bir dereye indiler. Yükseklerden bir çağlayanın şırıltısı duyuluyordu. Derenin sağ tarafındaki sırtta onbeş yirmi kadar çadır vardı. Burası uzaktan beyaz çatılı, tenha bir köye benziyordu. İnce ahşap bir köprüyü geçtiler. Nefer, küçük Ali'ye: :&mdash; Sen burada beni bekle. Dedi. Gitti. İlerledi. Nöbetçilerle konuştu. Çadırın birine yürüdü. Oradan çıkanlara bir şeyler söyledi. Sonra konuştuklarıyla beraber küçük Ali'ye döndü. Elini salladı. :&mdash; Gel! Diye haykırdı. Ali, koşa koşa onların yanına gitti. Sırmalı iri bir adam onu baştan aşağı süzdü. Gülümseyerek sordu: :&mdash; Hani mektup? :&mdash; Poturumda dikili. :&mdash; Ya! Kimden getirdin? :&mdash; Papazdan! :&mdash; Bizim paşaya mı? :&mdash; Hayır, İngiliz paşasına. :&mdash; İngiliz paşasına mı? Bu adam işi iyice anladıktan sonra "Gel, bunları yavere söyle" diye onu arkasına taktı. Tek, büyük bir çadırın yanındaki gölgeliğin altında yatar gibi uzanarak bir kitap okuyan genç bir zâbitin önüne götürdü. Ali, nasıl köyünü bulamadığını, nasıl Rumlar'a karıştığını, nasıl kendini Rum gösterdiğinden başladı. Kilisede olup bitenleri, papazın söylediklerini nihayetine kadar anlattı. Zâbit doğrulmuş, okumaktan yorulan gözleri birdenbire parlamıştı... Kendi eliyle Ali'nin poturunu söktü. Mektubu çıkardı. Rumca tercümanı çağırttı. Ali ile onu arkasına takarak paşanın çadırına götürdü. Paşa, tıknaz, sakallı bir adamdı. Küçük bir masanın önünde zayıf bir zâbitle oturmuş, cigara içiyordu. Yaver selamladı. Ali'nin söylediklerini kısaca anlattı: :&mdash; Mektup da bu... Dedi. Paşa ehemmiyetle tercümana: :&mdash; Oku bakalım, ne? Diye uzattı. Tercüman, tıpkı Girit muhacirleri gibi söylüyordu. Küçük Ali de çadırdakilerle beraber mektubun ne yazdığını işitti. Papaz, sekiz aydır köyün önünden geçen taburların, topların adedini söylüyor, "Daha bizi kurtarmaya gelmeyecek misiniz? Dört gözle sizi bekliyoruz. Her sabah sizin için du&acirc; ediyoruz" diyordu. Ali okunan iftiraları duydukça "Yalan, yalan!" diye haykıracağı geliyordu. Jandarmaların, geçen askerlerin, zâbitlerin Rumlar'a ne kadar muhabbet gösterdiklerini hatırladı. Papaz mektubun nihayetinde kendini İngiliz Generaline takdim ediyor: "Bu öksüz Rum çocuğu bizim tarafımızdan yetiştirilmiştir. Her türlü fedakarlığı, hizmeti yapmak için hazırdır. Kendisine emniyet ediniz. Türkçe'yi de gayet iyi bilir. Her ne isterseniz yapar. Size Rum kahramanlığının nasıl nihayetsiz bir hamiyet olduğunu gösterir." tavsiyesinde bulunuyordu. Mektup bitince paşa, Ali'ye, köye, papaza dair birçok şeyler sordu. Sonra karşısında hiç ses çıkarmadan duran zâbite bakarak yavere emir verdi: :&mdash; Hemen telgrafla bu casusun tutulmasını yazınız. Vakit geçmesin! :&mdash; Başüstüne. Yaver çıkarken ilave etti: :&mdash; Bu çocuğa da beş lira mükafat ver. Fakat Ali zeki bir çocuk serbestliği ile: :&mdash; Ben para istemem. Dedi. Paşa ayağa kalktı. Tâ gözlerinin içine bakarak: :&mdash; Ya ne istersin?.. :&mdash; Hizmet etmek isterim. :&mdash; Nasıl hizmet? :&mdash; .... :&mdash; Küçüksün, muharebe edemezsin. Okuyup yazman var mı? :&mdash; Azıcık okurum. :&mdash; Seni telefoncuların yanına vereyim. Telefoncu ol. :&mdash; .... Ali yutkundu. O, büyük bir iş yapmak, bir fedakarlık yapmak, başkalarının yapamayacağı bir şey yapmak istiyordu. Papazın ruhunda kopardığı fırtınaların gürültüleri hâlâ dinmemişti. Küçük bir Rum kızının yüzerek düşman gemilerinin altını deldiğini, bir genç Rum'un üçyüz kişiyle yüzbinlerce düşmanı bozup vatanı kurtardığını unutamıyordu. Bir Türk çocuğu da böyle bir şey yapamaz mıydı? Rumlar'la İngilizler'in parolasını bildiğini, kolaylıkla düşman tarafına gidip onlara da kendini Rum gösterebileceğini söyledi. :&mdash; Belki bizim taraf için faydalı bir şey görürüm, anlarım. Size haber getiririm. Dedi. Paşa bu fikri çok muvafık buldu. "Bak, bunu düşünemedik." diye hâlâ hiç sesini çıkarmadan oturan zayıf zâbite döndü. Gülerek Ali'yi okşadı: :&mdash; Aferin sana.. :&mdash; .... Yaver, Ali'yi çadırına götürdü. Çikolatalar, şekerler verdi. Hava kararıyor, yavaş yavaş her tarafı gölgeler kaplıyordu. <center>🙝🙟</center> Sabahleyin erkenden yaverle beraber karargahtan çıktılar. O da al ata binmişti. Yaverinki beyazdı. Birkaç tepe aştılar. Tarlaların üzerinde insan büyüklüğünde gölgeler yatıyordu. Duvarları yıkılmış, çatıları yanmış, harap bir köyün hizasına gelince yaver atından atladı. :&mdash; Artık yayan gideceğiz. Dedi. Belli ki buralarda muharebe olmuştu. Ali onun arkasına takıldı. Neferler atların yanında kalmıştı. Yaver önde, o arkada yarım saat kadar yürüdüler. Birtakım askerlere rasgeldiler. Hepsi selam veriyorlardı. Sonra kazılmış yola girdiler. Etraf görünmüyordu. Yürüdüler, yürüdüler. Bir tepenin arkasına çıktılar. Burada in gibi yerler vardı. Yaver bu inlerden birine onu soktu. İçeride üç dört zâbit oturuyordu. Ali'yi onlara gösterdi. Paşa'nın arzusunu anlattı. Kumandan Bey dediği uzun boylu, esmer adam: :&mdash; Pekala, dedi. Ama gündüz gidemez. Vurulur. Onu ben şimdi ileri hatta gönderirim. Son dirseğin nihayetinde bir nöbetçi siperi vardır. Oradan fundalık yarı görsün. Gece yardan aşağı iner, İngiliz mevkiine doğru çıkar. Sabahleyin beyaz mendil gösterir. Belki vurmaz alırlar... . . . . . . . . Telefonu eline aldı. Söylediklerini tekrarladı. Sonra yanına bir emir neferi kattı. :&mdash; Haydi çocuğum, korkma... :&mdash; Korkmam. Küçük Ali gülüyor, seviniyordu. Siperlerin içinden yürüdükçe kalbinin sevinçle çarptığını, tatlı bir hararetin yüzünden göğsüne indiğini duyar gibi oluyordu. Bugün muharebe olmuyordu. Geri hatları geçti. En ileri hatta erişti. Siperin içinde birkaç nefer ayakta ileriye bakıyor, öbürleri aşağı oturmuş konuşuyorlar, gülüşüyorlar, türkü söylüyorlar, kabak çalıyorlardı. Sanki buraları bir düğün yeriydi... Her hatta birtakım genç zâbitlere rasgeliyorlardı. Zâbitler çok meraklıydı. Emir neferinden her şeyi anlıyorlar, Ali'ye de birçok şey soruyorlardı. Kumandan Bey'in "dirsek" dediği sipere gelince emir neferi onu kısa boylu, gözlüklü bir zâbite teslim etti. Döndü. Ali siperde yalnız kalınca bu zâbitin yanına oturdu. Neferin kısaca söylediklerini daha uzun anlattı. Zâbit: :&mdash; Peki çocuğum, bize misafir olursun, gece salıveririm, dedi. Sonra onu kum dolu torbaların arasındaki küçük bir deliğe yaklaştırdı. Funda ormanını, derinyarı gösterdi. Eline bir dürbün verdi. İngiliz siperlerini buldurdu. Bu yarın etrafı boştu. İlerlemek mümkün olmadığı için iki tarafın da askerleri yoktu. Gece oluncaya kadar zâbitin yanında kaldı. Zâbitle beraber yemek yedi. Siyah bulutlar arasında yıldızlar parlamaya başlamıştı. Zâbit, kendi eliyle onu siperin üstüne çıkardı. Hava o kadar karanlıktı ki... Siperlerde sanki hiç insan yoktu. Yalnız mânâsı anlaşılmaz, uzak sesler duyuluyor, fakat hiçbir aydınlık görünmüyordu. Küçük Ali, gündüzden gördüğü yarın dibine doğru inmeye başladı. Düşmemek için çalılara tutunuyor, esvapları, yüzü, gözü çiziliyordu. Belki iki saat uğraştı. Ayağının altında toprak, taş parçaları kayıyor, tutunduğu dallar kopuyordu. Gözü karanlığa alıştı. Bulutlar geçtikçe yıldızlar çoğalıyor, etraf biraz görünüyordu. Yarın İngiliz tarafına tırmanacak bir yer buldu. Belki dört saatte burasını çıkmaya çalıştı. Biraz dinleniyor, bir parça ekmek yiyor, tekrar fundalara sarılıyordu. Bazen karşısına geçilmez bir kaya çıkıyor, tekrar inerek başka bir taraftan tırmanıyordu. Türk siperlerinin üstü morlaşırken, Ali, İngiliz siperlerine iyice yaklaştığını gördü. Sindi. Biraz durdu. Cebinden, karargahtan verdikleri beyaz bezi çıkardı. Kopardığı bir değneğe taktı. Yukarı kaldırdı. Ufkun üstündeki morluk pembeleşiyor, yıldızlar kayboluyordu. Yüz adım kadar yaklaştığı tepesindeki siperden birtakım sesler duydu. :&mdash; Kıbrıs, Kıbrıs! Diye bağırdı. Papazın parolası hemen anlaşılmıştı. Görünmeyen insanlar cevap verdiler: :&mdash; Ela, ela... Küçük Ali, sesin çıktığı tarafa doğru yürüdü. Daha güneş doğmamıştı. Beyaz torbaların arasında tüfek uçları görünüyordu. Torbaların üstüne çıktı. Bayırı atlayamadı. Çünkü pek derindi. Kocaman kırmızı yüzlü, kırmızı saçlı bir askerin açılmış kucağına düştü. Etrafına toplanan İngilizler anlamadığı bir lisanla ona sualler soruyordu. Ali, derin bir haç çıkarıp: "Ben Rumum!" dedi. Getirdiği mektubu gösterdi: :&mdash; Puyne jeneral? :&mdash; Allright. :&mdash; Allright... Siperin içinde koşuşuyorlar, sanki birini arıyorlardı. Onu bir yeraltı yolunda geri götürdüler. Buraları tıpkı bizim tarafa benziyordu. Yalnız insanları ayrıydı. Hepsi sarı, uzun boylu, zayıftı. Hiçbirisi gülmüyor, herkes surat asmış, bir şeye dargın gibi duruyordu. Yeraltı yolunun nihayetindeki inde uzun bir sandalyeye yaslanmış İngiliz zâbite de, Ali, Rumca meramını anlatmaya çalıştı. O vakit biraz durdular. Karşısına orta yaşlı bir Rum getirdiler. Bu tercümandı. Ali, papazın söylediklerini tekrarladı. Mektup koynunda idi. Çıkardı. Zâbite uzattı. Zâbit tercümanı dinledikten sonra sevinerek kalktı. Ali'nin elini sıktı. Yanındaki küçük masanın üstünde çabucak raporunu yazdı. İki askerle beraber Ali'yi kumandanın karargahına gönderdi. Bu karargah gayet kalabalıktı. Tayyarelerin görmemesi için küçük sık bir koruluğun içine, yerin altına yapılmıştı. Hiç çadır yoktu. Ali, küçük pencereli birçok odaların tâ ortasındaki kapıdan girdi. İçerisi şehir evleri gibi muntazam boyalıydı. Odada oturan yavere neferler raporu verdiler. Ali'yi gösterdiler. Yaver, yanda bir odaya girdi. Yarım saat kadar bekledi. Sonra kapıdan gözüktü. Ali'yi çağırdı. Ali içeriye girince büyük bir masada koltuğa yaslanmış, beyaz kesik bıyıklı, kırmızı yüzlü, ihtiyar bir adam gördü. Bu İngiliz paşası olacaktı. Yanında asker esvaplı bir adam duruyordu. Kendine Rumca hitap eden bu askerin bir tercüman olduğu anlaşıldı. Papazın söylediklerini, Rumlar'ın nasıl dört gözle İngiliz ordusunu beklediklerini ballandıra ballandıra anlattı. İhtiyar İngiliz gülümsüyordu. Sözlerini tercümana naklettikçe, kumandan İngilizce bir şeyler söylüyordu. Ali'nin sözü bitince, İngiliz askeri kıyafetindeki Rum sordu: :&mdash; Papazınız mektubunda sizin her türlü fedakarlığa hazır olduğunuzu yazmış, hazır mısınız? :&mdash; Hazırım. :&mdash; Buraya geldiğiniz gibi gidebilir misiniz? :&mdash; Giderim. Beni Türkler de Türk sanıyorlar. Çok güzel Türkçe bilirim. :&mdash; Türkler'in karargahlarına da, siperlerine de girebiliyor musun? :&mdash; Giriyorum. Onlara satmak için tütün, balık falan götürüyorum. :&mdash; Pekala, jekala... İngiliz kumandanı tercümana uzun uzadıya bir şeyler söyledi. Ali, onun yorgun yorgun oynayan dudaklarına bakıyor, anlamadığı kelimelerden bir mânâ çıkarmaya çalışıyordu. Nihayet bu merak çok sürmedi. Tercüman lafa başladı: :&mdash; Kumandan papazınıza selam ediyor. Biraz geç de olsa mutlaka gelip sizi kurtaracağız. Mutlaka İstanbul'u alacağız. Bundan şüpheniz olmasın. Sana küçük bir saatli bomba vereceğiz. Bunu kurup gizlice Türk paşasının çadırı yanına bırakacaksın. Kurulduktan yarım saat sonra patlar. Halbuki sen yarım saat içinde uzağa kaçıp kurtulursun. :&mdash; Kurtulurum. Kumandanın yüzü güldü. Hemen zile bastı. İçeri gelen askere emirlerini verdi. Tercüman, Ali'ye, papazın mektubundaki şeyleri soruyor, Türkler'in korkup korkmadıklarını anlamak istiyordu. İki zâbit bir tahta kutu ile içeri girdiler. Kutudan bir şey çıkardılar. Masanın üzerine bıraktılar. Bu, bombaydı. Üç dört kerpiç büyüklüğündeydi. Üstünde dereceli bir şey vardı. Tercümana gösterdiler. Tercüman kendisine onların sözlerini tekrarladı: :&mdash; İşte bu düğmeyi bu tarafa çevireceksin. Çevirdin mi yarım saat içerisinde işlemeye başlar . Sen hemen kaç. Yarım saat sonra ne karargah kalır, ne paşa... Hepsi uçar. Ali, masanın üstündeki siyah şeye daha dikkatli baktı. Düğme beyaz bir madendi. Zâbit İngilizce daha ziyade tafsilat veriyor, düğmeyi parmağıyla iter gibi yapıyordu. İngiliz kumandanı, hatta çadırın yirmi otuz adım uzağına bile konsa yine tesirinin müthiş olacağını tercümana söyletti. Küçük Ali, saatli bombayı tercümandan isteyerek torbasına soktu. Ağırdı. Belki beş okkadan ziyade idi. Tercüman, kumandanın iltifatlarını tekrar tekrar söylüyordu. Hemen bu gece geldiği yerden gitmesine karar verildi. Kumandan elli İngiliz lirası ihsan etti. Ali kabul etmek istemedi. "Kabul etmezsen, köydeki fakirlere ver." diyorlardı. Onu yandaki odaya geçirdiler. Bir masanın başına oturttular. Önüne et, ekmek, tatlılar, tanımadığı bir içki koydular. Uzun boylu yaver ayakta hizmet eden neferlere bakıyor, tercümanla konuşuyordu. Ali'nin torbası yanındaki sandalyede idi. Ali yemekleri yerken bu adamların alçakça niyetlerini düşünmeye başladı. Halbuki Türk paşası böyle namertçe bir oyun düşünmemiş, teklif etmemişti. İçinden "Gece Türkler'in tarafına gidiyorum, diye atlarım. Bombayı kurar, siperin dibine bırakırım. Kendim kaçarım" dedi. Fakat böyle yaparsa, siper uçacak, içindeki askerler ölecek, bu hainliği düşünen İngiliz kumandanına bir şey olmayacaktı. Gece siperden dönüp buraya gelmenin ihtimali yoktu. Siper başları, büyük karargahın etrafı hep nöbetçi dolu idi. İngiliz yaverle tercüman konuşa konuşa açık kapının yanına gitmişlerdi. Ona dikkat etmiyorlardı. Ali bütün karargahı yerle bir edecek bu korkunç alete bakmak istedi. Yavaşça yanındaki torbayı kucağına çekti. Ağzını açtı. Dört köşe bomba kocaman kurşun bir tuğla gibiydi. Saatin düğmesi beyazdı. Gümüş gibi parlıyordu. Parmağını dokundurdu. Azıcık itti... Bir parmak kadar... Tekrar geri çekmek istedi... Hayır... Düğme geriye gelmiyordu. Düğmeyi nihayete kadar itip bombayı burada bırakmak aklına geldi. Ama nereye kaçacaktı? Hemen onu tutarlar, öldürürlerdi. Bombayı bizim paşaya götürüp teslim etse, ne fayda hâsıl olacaktı? Hiç... Yine İngiliz kumandanının kasti cezasız kalacaktı. Zihninden şimşek gibi bir fikir geçti. Dudaklarını ısırdı. İştahı kesildi. Kapıya baktı. Tercümanla yaver dalmışlar, ellerindeki bir haritaya bakarak konuşuyorlardı. Ne olabilirlerdi? Kendi Kendi de beraber... Papaz "Milleti için ölenler daima yaşarlar" demiyor muydu? Bu sözü yine hayaline getirdiği köyün imamına söyletiyor, içinden: "Bir insan ne kadar yaşasa yine ölecek değil mi?" diyordu. Büyük babasını, büyük anasını, dayılarını, amcalarını, halalarını düşündü. Hepsi ölmüşlerdi. Köyünün mezarları evlerinden çoktu! Nefret ettiği hain düşmanlara güzel bir darbe indirerek, kendi de beraber yüzlercesini öldürerek ölmek... Gülümsedi. Bu büyük fırsat her vakit ele geçer miydi? Parmağı ile düğmeyi yavaş yavaş tâ nihayete kadar itti. Şimdi bomba, tıpkı küçük bir saat gibi işliyordu. Kulağına yaklaştırdı. Tık... Tık... Tık... Hemen torbasının ağzını kapadı. Sırtına astı. Yemek yiyor gibi yaptı. Yarım saat! Fırında çalışırken evlerden gelen tepsiler fırında yarım saat dururdu. Bir tepsi müddeti! Yani... Artık yemiyor, düşünüyor, vakti hesabediyordu. Gözleri kumandanın kapısındaydı. Tam son dakikalara doğru oraya giriverecekti. Sırtında bombanın işlediğini duyuyordu. . . . . . . . . Bir tepsi kızaracak vakit geçmişti. Masadan doğruldu. Ayağa kalkınca yaver döndü. Tercüman: :&mdash; Karnın doydu mu oğlum? Diye sordu. :&mdash; Teşekkür ederim. Kumandana bir şey daha söyleyeceğim. Demin unutmuştum. :&mdash; Bana söyle yavrum, yavere söyleyeyim, o haber versin. :&mdash; Hayır, çok mühim bir şey, ben kendim söylemeliyim... Tercüman, Ali'nin ısrarını yavere söyledi. Haritayı katlayan yaver gülerek Ali'ye baktı. "Allright" diye başını salladı. Bombayı götüreceği için onu çok takdir ediyordu. Yaklaştı. Omuzunu okşadı, Ali, bombanın işlediğini duyacak diye korktu. :&mdash; Haydi gel... :&mdash; ...... Tercümanla beraber yandaki kapıdan girdiler. Başıkabak kumandan masanın üstündeki gazeteleri karıştırıyordu. Niçin geldiklerini sordu. Tercüman cevap verdi. Sonra Ali'ye döndü: :&mdash; Ne söyleyeceksin? Dedi. :&mdash; Türkler tarafına gitmezden evvel bombanın patlayınca ne yapacağını soracağım. Ben kaçıp köye gidince papazımıza anlatayım. Tercüman kumandana soruyor, onun söylediğini Rumca tekrar ediyordu: :&mdash; Bu en dehşetli cehennem makinasıdır. İki yüz metrelik yerde ne varsa hepsini havaya uçurur. :&mdash; Demek karargahta ne kadar adam varsa hepsi ölecek? :&mdash; Hepsi... Belki yangın da çıkacak. Cephaneleri bizimki gibi karargahlarına yakınsa, onlar da ateş alacaktır. :&mdash; Ya bomba ateş almazsa? :&mdash; Mutlaka alır. Emniyet düğmesini ittikten sonra yarım saat geçer geçmez hemen patlar. :&mdash; Bunda hiç şüphe yoktur ya... :&mdash; Asla... Ali durdu. Sırtında bombanın tiktaklarını daha hızlanmış gibi işitti. :&mdash; Öyle ise kumandana söyle. Ben Rum değilim. Tercüman afalladı. Gözleri derinleşti: :&mdash; Ya nesin? :&mdash; Türküm! :&mdash; Türk mü? :&mdash; Evet Türk... Gülüyordu. Göğsü kabarıyordu. "Türk" lafını işiten kumandan ayağa kalkmıştı. Tercümandan Ali'nin ne söylediğini anlayınca yüzü kıpkırmızı oldu. Hiddetle bağırdı. Yaver, elindeki haritayı buruşturuyordu. Tercüman da sararmıştı: :&mdash; Ne cesaretle buraya geldin? Şimdi kurşuna dizileceksin. :&mdash; Beni kurşuna dizemeyeceksiniz. Ali'nin gözleri büyüdü. Bir adım daha ileri yürüdü. Kumandan hemen cebinden bir rovelver çıkardı. Bir kasitten korkuyordu. Ali daha ziyade gülüyordu. Tercümana: :&mdash; Vakit dar, çabuk söyle. O beni öldüremeyecek, ben onu öldüreceğim, dedi. Tercümanın çeneleri kilitlendi. Şaşkınlığından bu cümleyi İngilizce tekrarlamaya vakit kalmadı. <center>🙝🙟</center> Türk tarassut mahallerinden, düşman siperlerinin gerisinde her tarafı sarsan büyük bir infilak gürültüsüyle beraber bir dumanın havaya yükseldiği görüldü. Dumanların arkasından kalkan siyah alevler akşama kadar sönmedi. Tarassut zâbitleri telefonla kumandanlarına: "İngilizler'in karargahları tahmin olunan yerde emsalsiz bir infilak oldu. Fakat bizim mermilerimizin, tayyarelerimizin eseri değil bir kaza neticesi olması ihtimali vardır." diyorlardı. Bu yangının asıl sebebi bir türlü anlaşılamadı. Yalnız paşa, çadırında her sabah garip bir elemle küçük Ali'yi hatırlıyor, erkan-ı harbine: "O gönderdiğimiz çocuktan h&acirc;l&acirc; haber çıkmadı. Acaba büyük infilakta, yangında bir şey mi oldu?" diyordu. [[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]] oel5lh3o15z05fju4nvsh6ibsysglvo Balkon (hikâye) 0 7382 151649 140757 2022-08-11T05:23:17Z Kwamikagami 19579 wikitext text/x-wiki {{eser başlığı | önceki = | sonraki = | başlık = Balkon | bölüm = | eser sahibi = Ömer Seyfettin | notlar = }} Muhsin Bey sofradan kalkınca, büyük ceviz büfeye dayanmış, kendilerini gülümseyerek dinleyen hizmetçiye: :— Eleni, nargilemi kameriyeye getir, kahveden evvel... Haydi çabuk, dedi. Sonra sofradakilere döndü: :— Çocuklar! Siz de oraya gelin! Hamdune Hanım; &mdash;narin, süzgün, yaşlı bir kadın&mdash; elmasını soyuyordu. Gözlerini kaldırmadan itiraz etti: :— Daha mehtaba bir saat var. Karanlıkta ne yapacağız? :— Burası cehennem be! :— Orası cennet mi? :— İsterseniz gelin. Ben burada yanamam. :— Uğurlar olsun. Bu, şişman bir adamdı; ihtiyar bir şişman! Sallana sallana kapıdan çıktı. Tekâüt olduktan sonra doktorlara inat, oburluğa, nargileye bir nihayet vermemişti. Kır sakalının, daha dökülmemiş kır saçlarının altında kıpkırmızı, şiş yanakları onda yalancı bir sıhhatin daimi sevincini alevlendirirdi. Halbuki on senedir iyi olmaz bir kalp hastalığından mustaripti. Maddî ıstırabı, manevî neşesini bozmamıştı. Hamdune Hanım, kocasının aksi, çok küskün bir kadındı. Her an sebepsiz bir elem, bir sıkıntı içinde yaşardı. Meçhul bir matem sanki ruhunu ebediyyen karartmıştı. Daima sinirli, az güler, hep heyecan içinde... Köşkün kapısından kazara postacı geçse sapsarı kesilirdi. Gece gündüz bir felaket haberi bekler gibiydi. Sağındaki oğluna: :— Maşallah, hepimizden genç, dedi. :— Genç değil, içi ferah! :— Ya yemek yemesine ne dersin? :— Fena. Ama ne yapalım?.. "Allah sekizde verdiğini dokuzda almazmış!" Böyle rahat felsefeye dayandıktan sonra... Delikanlının karşısında havlusunu katlayan genç kız: :— Aman, siz de hep beybabamla uğraşırsınız! Dedi. Sofranın üzerindeki lambanın kırmızı abajurundan süzülen ziyâ içinde iri, mavi gözleriyle, kumral saçlarıyla harikûlâde güzel görünüyordu. İnce, keten bluzun altından, iri, gürbüz, muntazam bir vücudun, geniş bir göğsün şekli sanki taşıyordu. Bu, Hamdune Hanım'ın daha memede iken alıp kendine evlat ettiği bir kızdı. Tam on sekiz sene Muhsin Bey onu oğlu Suat'tan ayırdetmemiş, belki daha ziyâde sevmişti. Bu muhabbet karşılıklıydı. Aile içinde Muhsin Bey'in taraftarı, hatta fedakarı Resan'dı. Hamdune Hanım: :— Sahi sıcak. Ben de burada duramayacağım! dedi. Suat sordu: :— Nereye anne? :— Babanın yanına.. Siz de gelin! :— Geliriz. O çıkınca, iki genç yalnız kaldılar. Resan arkasına dayanmış, gözleri pencerenin dışarısındaki simsiyah bir duman gibi görünen geceye dalmıştı. Suat sandalyesinden doğruldu. Onun önüne geldi. Yemek masasına dayandı. Resan'ın gözleri hâlâ daldığı yerden kurtulamıyordu. Elini tuttu. :— Bu dalgınlık ne, Resan? :— Hiç. :— Söyle, söyle. Genç kızın gözleri sanki yorulmuştu. Suat'ın ellerinden çektiği eliyle gözlerini oğuşturdu. :— Bu karanlıkları hiç sevmiyorum. Bana öyle geliyor ki, bütün felaketler hep bu yıldızsız, aysız gecelerin içinde saklı! :— Gayet şair&acirc;ne, yani gayet yanlış bir fikir. :— Ne ise, ben burada oturacağım, istersen sen bahçeye çık. :— Ben de burada otururum, cicim. Şık genç, demin annesinin kalktığı sandalyeyi Resan'ın yanına çekti. Beyaz fanile pantolonun üzerinde ince, lacivert bir ceket vardı. Cebinden narin bir tabaka çıkardı. İçinden bir sigara aldı, genç kıza verdi. :— İstemem, canım istemiyor... :— Al, al, karanlık düşmanı. İçmeye başlayınca ister! Sigarayı kendi eliyle Resan'ın güzel dudaklarına dokundurdu. Bir kibrit çaktı. Evvela onunkini, sonra kendisininkini yaktı. Çıkan dumanlar içinden derin derin birbirlerine baktılar. Küçükten, pek küçükten beri sevişiyorlardı! Suat: :— Yalnız karanlık değil, dedi, sende başka bir şey var. :— Ne gibi? :— Halinde bir durgunluk. :— Hiçbir şey yok! :— Var, var, söyle. :— Ne olabilir? :— Bilir miyim? Resan aralık kapıya baktı. :—Tabii, zaten sana söyleyecektim, dedi. Suat duraksadı: :— Söyle Resan'cığım. İçeri giren hizmetçi kız tabakları toplamaya başladı. Büfenin önüne istif etti. Örtüyü kaldırdı. Dışarı çıkınca, Suat tekrar: :— Ne söyleyeceksin bakalım? Diye genç kıza şefkatle baktı. Resan öyle ince, yapmacıklı, aktris tavırlı, sahte bir kız değildi. Son derece hassas, doğru, samimi, serbestti. Ağır bir seda ile: :— Artık evlenmeliyiz. Suat... dedi. :— Elbet, Resan'cığım. Bu zaten bizim yegane emelimiz değil mi? :— Evet, fakat hemen evlenmeliyiz, hemen. Bu ay, hatta bu hafta içinde. :— İki üç aya kalmaz diplomamı alacağım. Daha mektepte iken evlenivermek bana biraz mahalle çocukluğu gibi geliyor. :— Mecburuz. :— Niçin? :— Çünkü... Genç kız gözlerini önüne indirdi. Uzun, kumral kirpikleri gözlerini göstermiyordu. :— Çocuğumuz doğacak! dedi. :— Gebe misin, cicim? :— Evet. :— Pekala, öyle ise, hemen evlenelim. Sakın üzülme. Bu ay, bu hafta değil. Hemen yarın! :— Yarın mı? :— Yarın vallahi... Birbirlerine sarıldılar. Suat dikkat etti. O daha ziyade güzelleşmiş, büyümüş, kadınlaşmış, bir harika olmuştu. :— Resan'cığım, sen biraz yukarı, yahut bahçeye çık, ben annemi çağırayım. Hemen meseleyi açayım. :— Fakat... :— Fakatı makatı yok. Biliyorsun, ben sabırsızım. Sabaha bir şeyi bırakamam. Hakikaten Suat son derece aceleciydi. Aklına geleni yapar, anî, asabî hareketlerle herkesi şaşırtırdı. Erenköyü'nün en namdâr sporcusu sayılırdı. Cesurdu. Ufak bir şeyden heyecana gelir, ehemmiyetsiz bir laftan büyük bir kavga çıkarır, en tehlikeli tecrübelere gözünü kırpmadan atılırdı. Resan'ın kalkmasını beklemedi. :— Eleni!... Diye seslendi. Hizmetçi kız gelince, "Git annemi çağır, hemen gelsin!" dedi. Resan'la tekrar kucaklaştılar. <center>🙝🙟</center> Hamdune Hanım odaya girer girmez: :— Ne var Allah aşkına, Suat? Diye sordu. Yüzü sapsarı kesilmişti. Meçhulden ürken bu kadın için "Çabuk, hemen, şimdi" gibi kelimelerin içinde mutlaka bir felaket gizliydi. Suat: :— Otur, anneciğim, sana sevinçli bir şey söyleyeceğim... dedi. :— Söyle bakayım... :— Ben Resan'ı alacağım. Solgun kadının yüzü gülümsedi: :— Hayırdır inşallah, rüya mı gördün? Böyle birdenbire... :— Yok, hakikat. Hem de hemen yarın alacağım... :— Aman, Suat, deliliği bırak. Bu acele ne? :— Anneciğim, sen benim tabiatımı bilirsin. Aklıma bir şey koydum mu, hemen yapmalıyım. :— Resan'a bir şey söyledin mi?.. :— O da beni seviyor! :— Pekala ama, hazırlıksız, nişansız, filan... Herkes bize deli diyecek... :— Ne derlerse desinler, herkes benim umurumda değil! :— Yok, yok, bu olamaz. :— Olacak anne!... Söyle, sen bu izdivaca razı değil misin? :— Tabii razıyım... :— O halde yarının, öbür günün ne ehemmiyeti var? :— V&acirc;kı&acirc; hiç... :— Öyle ise niçin beni kırıyorsun? Hamdune Hanım oğluna gülümseyerek baktı. Bu şımarık çocuk onun gönlüne hâkimdi. Doğduğundan beri ne isterse yaptırırdı. Yavaş yavaş içinde bir sevinç duydu. Resan'ı da kendi kızıymış gibi severdi. Hakikaten bu, mesut bir izdivaç olacaktı. Yuvanın kuşları başka yerlere gitmeyecek, eski ahenk bozulmayacaktı, damat gibi gelin gibi yabancı ruhlar bu küçük ailenin harîmine girmeyecekti. :— Memnunsun ya, anneciğim? :— Çok. :— Şimdi Resan'ı da çağıralım. :— Çağır. Suat, dışarı fırladı. Resan'ı aldı, getirdi. Ciddi kız, kıpkırmızıydı. Hamdune Hanım onlara birçok güzel sözler söyledi. Kendi hissiyatını anlattı. Artık sinirleri geçmişti. Gülüyordu. "İşte ben sizi bu akşamdan birbirinize veriyorum!" dedi ve Resan'la Suat'ın ellerini birleştirdi. :&mdash; Fakat bir halka olsun takamıyorsunuz. Suat bu senin deliliğin... diyordu. :— Güç olsun da, geç olmasın, anneciğim. :— Haydi deli!.. Konuşurlarken dışarıda, kameriyedeki Muhsin Bey'i unutmuşlardı. Suat: :— Babam bu kararımızı duyarsa kimbilir ne kadar sevinecek! dedi. Hamdune Hanım: :— Çıldıracak! Diye güldü. O vakit Suat'a bir fikir geldi. Annesi ona bu kararı söyleyecekti. Sonra kendileri onun karşısına çıkıvereceklerdi. Muhsin Bey gayet şen, gayet neşeli, adeta çocuk gibi bir adamdı. Ailenin asıl reisi Hamdune Hanımdı. Hatta bu izdivaç için Muhsin Beyin reyine bile lüzum görmüyorlardı. Yalnız nasıl sevineceğini görmek için haber vereceklerdi. :— Anne dedi. Sen şimdi babamın nargilesini yukarıya göndertirsin. Biz de Resan'la beraber balkona çıkarız. Perdeleri indiririz. Sen işi açarsın. O çocukça sıçramaya, ellerini çırpmaya başladığı zaman biz arkasından çıkıveririz. Resan bunu istemiyordu: :— Tiyatro oynar gibi. Ne olacak sanki bu! :— Hiç, Resan'cığım. Babam seni de, beni de kucaklayacak, öpecek, işte bu! Hamdune Hanım: :— Babana birdenbire sevinçli bir haber vermek yasak olduğunu unutma! dedi. :— Yavaş yavaş açarsın. :— Peki... Bari siz önden çıkın. Ben de onu yukarıya alayım. :— Haydi anneciğim, benim cici anneciğim. Suat kocaman bir bebek beceriksizliğiyle annesine sarıldı. Kırlaşmış saçlarından, soluk alnından öptü. Annesi dışarıya çıkınca aynı şefkatle Resan'ı kucakladı. :— Fakat, Suat, ben bu balkona saklanmayalım, diyorum. :— Niçin, cicim? :— İçim istemiyor. Daha mehtap çıkmadı, orada karanlıkta nasıl duracağız? :— Yapma Resan'cığım. Mesut mesut güleceğiz. Babamın sevincini seyredeceğiz. Sana artık nasıl sataşmayacak, neler söylemeyecek. "Gelin hanım, gelin hanım" diye. :— Suat balkona çıkmayalım. :— Yapma cicim. :— Çıkmayalım. :— Haydi, haydi. Babamdan evvel davranalım. Bizi görmesin. Delikanlı, Resan'ı kollarından tuttu. Adeta onu zorla sürükledi. "Seni karanlığa alıştıracağım" diyordu. Yüksek bir merdivenden çıktılar, yüksek tavanlı bir salondan geçtiler. Suat ortadaki lambayı açtı. İki pencere arasındaki balkonun ağır perdelerini indirdi. Köşedeki bir koltuğu açık pencereye doğru çevirdi. Tam bu sırada Eleni de büyük beyin nargilesini getirmişti. Suat onu da yerine koydu. :— Haydi şimdi aktörleri bekleyelim, diye Resan'ı balkona çekti. Hava son derece karanlıktı. Civar köşklerin aydınlıkları, can çekişen ateş böcekleri gibi hasta, donuk bir ziyâ ile parlıyordu. Suat yarınki karısını kucakladı. Genç kız gözlerini yummuştu. Açsa sanki yaşlar dökülecekti. O kadar mesuttu... <center>🙝🙟</center> :— Rutubet var. :— Siz zaten hep beni rahatsız etmeye çalışırsınız. Yemeğime karışırsınız. İçirtmezsiniz. Uyutmazsınız. Sanki dünyaya kazık kakacakmışım gibi! :— Burada otursak ne olur? Muhsin Bey pencereye dönen koltuğa çöktü. Hamdune Hanım nargilenin marpucunu çözerek kocasına uzattı: :— Al memeni! :— Haydi bakalım, bunu da çok görün. Konuşmaya başladılar. Hamdune Hanım, daima meyus yaşayan sinirli insanların neşeli zamanlarındaki heyecanlı tavırlarıyla yavaş yavaş işi açıyordu. Suat'ın büyüdüğünden bahsetti. Çabuk evlenirse çok iyi olacaktı. Fakat Resan'a hiç kıyamıyordu. Dışarı veremeyecekti. Muhsin Bey: "İç güvey alırız" dedi. Fakat Hamdune Hanım, Suat'a da kıyamıyordu. Muhsin Bey: "Gelini de yanımıza alırız" dedi. Hamdune Hanım: :— Bu kadar uzun külfetlere ne lüzum var? diye güldü, Ben bu meseleyi halletmenin kolayını buldum. :— Nasıl? :— Yanımıza ayrı bir iç güvey, ayrı gelin alacağımıza... :— Ey? :— Suat'a Resan'ı alıveririz, vesselam. Muhsin Beyin marpucu elinden düştü. Ağır hareketlerle onu yerden alırken: :— Ne münasebetsiz şeyler düşünüyorsun, hanım! dedi. :— Neden münasebetsiz olsun? :— Münasebetsiz ya! Balkondaki âşıklar da, tıpkı Hamdune Hanım gibi, bu beklenilmez tavırdan şaşırmışlardı. Muhsin Bey'in sevineceğini, ellerini birbirine çarparak çocuk gibi kalkıp hepsinin boynuna sarılacağını bekliyorlardı. Hamdune Hanım, konuştuklarını işiten balkondakileri çok üzmemek istedi: :— Sen uyuyorsun, Bey! dedi. :— Ne demek? :— Ben Suat'la Resan'ı birbirlerine verdim bile! Muhsin Bey, bu sefer marpucu elinden attı. Doğruldu. Yüzü kıpkırmızı oldu. :— Bu izdivaç katiyyen olamaz! Hamdune Hanım yine sinirlendi: :— Oldu bile... dedi. :— Olamaz, diyorum. İhtiyarın çehresi fena halde bozulmuştu. Balkondakilerin kalpleri çarpıyordu. Bu hiç beklemedikleri mümânet onları şaşırtmıştı. Resan hıçkırmaya başladı. Suat onu öpüyor: "Korkma, cicim. Ne ehemmiyeti var? Yarın seninle burayı terkeder, başka yere gideriz" diyordu. Hamdune Hanım da içeride kocasıyla münakaşayı azıttılar. Muhsin Bey bir türlü niçin bu izdivaca razı olmadığını söylemiyordu. Karısı onu zorladıkça, yalnız: "Olamaz, olamaz, ben sağken buna imkan yoktur!" diye bağırıyordu. Hamdune Hanım, nihayet iki gencin birbirlerini sevdiklerini, izdivaç etmezlerse bedbaht olacaklarını söyledi: :— Sebepsiz bir müm&acirc;neatle iki genci meyus etmekte ne fayda? :— Sebep var, diyorum, ısrar etme! :— Söyle o sebebi! :— Söyletme, diyorum! :— Söyleyeceksin! O vakit Muhsin Bey boğuk bir sesle karısına: :— Madem ki istiyorsun, söyleyeyim işte, dedi. Hani yirmi sene evvel, henüz seninle yeni karı koca iken ben İzmir'de malmüdürü tayin olunmuştum. Hatırlıyorsun ya? :— Hatırlıyorum. :— İstanbul'dan yalnız gittim, sen gelmedin. :— Evet. :— Sana her hafta mektup yazdım, çağırdım, yalvardım, yakardım, gelmedin. :— Gelemezdim. Annemi ölüm döşeğinde nasıl bırakırdım? :— İşte o bir sene içinde ben sana kızdığımdan İzmir'de başka bir kadınla evlenmiştim! :&mdash; !!!.. :— Bu sırrı tam yirmi sene sakladım. Yine senin zorunla söylüyorum. Bu kadın doğururken öldü. Resan işte onun kızıdır. Suat'ın kardeşidir. Anladın mı? Hamdune Hanım bembeyaz kesildi. Balkonda boğuk bir gürültü, acı bir feryat koptu. Karı koca, ikisi de yerlerinden sıçradılar. Perdeyi açtılar. Resan'la Suat birbirlerini parçalayacaklarmış gibi boğuşuyorlardı. :— Olmaz, dur! :— Bırak, beni bırak! Resan, inanılmaz bir hamle ile sporcu genci balkonun eşiğine çarptı, sonra adeta beyaz bir alev gibi balkonun kenarından karanlığın içine fırladı. Bahçenin çakıllarına düşen bir vücudun derin, ağır sesini dehşetle duydular. Suat, daha doğrulmamıştı. Muhsin Bey ellerini boğazına götürdü. Birdenbire arkası üstü yuvarlandı. Hamdune Hanım, onu oturtmaya çalışırken gayr-i ihtiyari gözlerini balkona çevirdi. Oğlu, sevgili Suat'ı da korkunç karanlıkların içinde kaybolmuştu. <center>🙝🙟</center> Biraz sonra... Siyah ağaçların arkasından doğan kan renginde bir ay, balkonun kenarında, kendini tutmak isteyenlerin arasında, saçları dağılmış, gözleri yerlerinden fırlamış, sarı, perişan bir hayalin aşağıya bakıp kahkahalar attığını gördü... [[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]] aewl885a9wm9wfel2524ecm2gzliwj1 Yüksek Ökçeler 0 7425 151650 140758 2022-08-11T05:23:27Z Kwamikagami 19579 wikitext text/x-wiki {{eser başlığı | önceki = | sonraki = | başlık = Yüksek Ökçeler | bölüm = | eser sahibi = Ömer Seyfettin | notlar = }} {{Osmanlıca|یوکسك اوکچه لر}}Hatice Hanım, pek genç dul kalmış zengin bir hanımcağızdı. On üç yaşında iken altmış yaşında bir kocaya vardığı için "izdivaç" denen şeyden nefret etmişti. İşte hemen hemen on sene vardı ki, erkeğin hayali zihnine, romatizma, balgam, pamuk, vandoz, tentürdiyot yığınlarından yapılmış pis, abus<ref>somurtkan</ref>, lanet bir heyulâ şeklinde gelirdi. "Gençler başkadır!" diyenlere: :— Aman, aman! Onlar da bir gün olup ihtiyarlamazlar mı? Sonra dertlerini kim çeker? Diye haykırırdı. Başlıca merakı temizlik ve namusluluktu. Göztepe'deki köşkünü, hizmetçi Eleni ve evlatlığı Gülter'le her sabah beraber temizler, aşçısı Mehmet'i her gün tıraş ettirir, zavallı Bolulu oğlanı tepeden tırnağa kadar beyazlar giymeye mecbur ederdi. Eleni de, Gülter de son derece namusluydu. Kileri kitlemezdi, paraları meydanda dururdu. Hele Mehmet'in namusuna diyecek yoktu. Konuşurken gözlerini kaldırıp insanın yüzüne bile bakamazdı. Hatice Hanım, köşkten hiçbir yere çıkmadığı için işi gücü adamlarını teftişti. Habire odaları dolaşır, tavan arasına çıkar, mutfağa inerdi. Derdi ki: :— Benim gibi olun! Ben kimse ile görüşüyor muyum? Sakın siz de komşuların hizmetçileriyle, uşaklarıyla konuşmayın. El, insanı azdırır! Mehmet bile bu nasihati noktası noktasına tutmuştu. Arka bahçedeki mutfağına değil misafir, hemşeri filan, hatta yabancı bir kedi bile girmiyordu. Hatice Hanım, belki günde on defa iner, onu yapayalnız tenceresinin başında bulurdu. Hatice Hanım'ın temizlik, namus merakından başka bir de yüksek ökçe merakı vardı. Güzeldi, tombuldu, cıvıl cıvıl bir şeydi. Fakat boyu çok kısa olduğu için evin içinde de bir karışa yakın ökçeli iskarpinler giyerdi. Âdeta bir cambaza dönmüştü. Bu yüksek ökçelerle merdivenleri takır takır bir hamlede iner, ayağı burkulmadan bir aşağı, bir yukarı koşar dururdu. Nihayet bir baş dönmesi geldi. Çağırdığı doktor ilaç filan vermedi: :— Bütün rahatsızlığınıza sebep bu ökçelerdir, hanımefendi dedi, onları çıkarın. Rahat, yünden, yumuşak bir terlik giyin. Hiçbir şeyiniz kalmaz. Hatice Hanım, doktorun tavsiye ettiği bu yünden terlikleri aldırdı. Hakikaten rahattı. İki gün içinde başının dönmesi filan geçti. Dizlerinde, baldırlarında sızı kalmadı. Fakat böyle, tam vücudu rahat ettiği sırada, ruhu derin bir azap duydu. Dokuz senelik adamlarının iki gün içinde birdenbire ahlakları bozulmuştu. Eleni'yi kendi diş fırçasıyla dişini fırçalarken, Gülter'i kilerde reçel kavanozunu boşaltırken görmüştü. Mehmet'i et günü olmadığı halde bol bir sahan külbastıyı yerken yakaladı. :— Ne oldu bunlara Yarabbim? Bunlara ne oldu? Diyordu. Bir hafta içinde adamlarının on beşten fazla hırsızlığını, yolsuzluğunu tuttu. Hele Mehmet'i, komşu paşanın neferleriyle koca bir lenger pirinç pilavını atıştırırken görünce, hiddetinden ne yapacağını şaşırdı. O gün her tarafı kilit kürek altına aldı. :— Bakalım şimdi ne çalacaklar? Dedi. Hakikaten çalınacak hiçbir şey kalmamıştı. Ertesi gün biraz geç kalktı. Aşağıya indi. Gülter'le Eleni meydanda yoktu. Yürüdü, mutfağa doğru gitti. Gözleri aralık kapıya ilişince, az daha nefesi duracaktı. Mehmet, ocağın başındaki kısa iskemleye çökmüş, bir dizine Eleni'yi, bir dizine Gülter'i oturtmuş, kalın kollarını ikisinin bellerine halattan bir kemer gibi sarmıştı. Hatice Hanım, bu levhanın rezaletini görmemek için hemen gözlerini kapadı. Fakat kulaklarının kapağı olmadığı için, konuştuklarını duymamazlık edemedi. Mehmet diyor ki: :— Ülen Gülter, artık sen şeker filan getirmeyon? Gülter: :— Her taraf kitli, ne yapayım? Diyordu. Mehmet, tuhaf bir şapırtı içinde Eleni'ye de: :— Ülen gece niçin gelmiyon? Sana helva yapıp saklayon! Sualini soruyor, Eleni: :— Yakalanazağiz vire! Sonra hanım bizi kovazak diye çırpınıyordu. Aralarında çıtır pıtır bir hasbihal başladı. Hatice Hanım, gözünü açmıyor, yüreği çarparak merakla dinliyordu. Gülter: :— Ah o terlikler! dedi, her işimizi bozdu. Hanımın geldiği hiç duyulmuyor. Ne yapsak yakalanıyoruz. Eskiden ne iyiydi. Yüksek ökçelerin takırtısından evin en üst katında kımıldadığını duyardık. Hasbihal uzadıkça, kendi göremediği başka rezaletlerin mufassal<ref>ayrıntılı</ref> hikâyelerini işitiyordu. Dayanamadı. Gözlerini açtı: :— Sizi alçak, hırsız, namussuzlar! Defolun şimdi evimden! Diye haykırdı. Bu dokuz senelik sadık hizmetçilerini hemen kapı dışarı etti. <center>🙝🙟</center> Aşçı, işçi, artık eve ne kadar adam aldıysa, hepsi arsız, hırsız, yüzsüz, namussuz çıkıyordu. Tam iki sene bir adamakıllısına rastgelmedi. Malı mülkü varken, hiçbir sıkıntısı yokken, bu hizmetçi üzüntüsünden zayıflıyor, sararıp soluyordu. Baktı olmayacak! Yine yüksek ökçeli iskarpinlerini giydi. Hizmetçilerinin hırsızlıklarını, uğursuzluklarını, namussuzluklarını göremez oldu. Benzine kan geldi. Vâkıâ yine, başı dönmeye başladı. Fakat sesi işitilmeyen ökçesiz terlik giydireceğini düşünerek doktora kendini göstermiyor: :— Hiç olmazsa şimdi yüreğim rahat ya, diyordu. ==Dipnotlar== {{dipnot}} [[Kategori:Ömer Seyfettin hikayeleri]] e8k511a2up1n9kxumkvnomzn4oldlux Şablon:METİN SAYISI 10 22342 151633 151475 2022-08-10T21:45:13Z YBot 13050 Güncelleme wikitext text/x-wiki 8.917<noinclude>[[Kategori:Anasayfa şablonları]]</noinclude> 68af4v2ylyjqeskl24afpe7gj9hx0ff Vikikaynak:Değişiklik sayılarına göre kullanıcılar listesi 4 26348 151632 151630 2022-08-10T21:40:12Z YBot 13050 Güncelleme wikitext text/x-wiki {{/begin}} <center> {| class="wikitable" ! # ! Kullanıcı ! Değişiklik sayısı ! Kullanıcı grupları |- | 1 | [[Kullanıcı:Satirdan kahraman|Satirdan kahraman]] | align="center" | 29.512 | hizmetli |- | 2 | [[Kullanıcı:Justinianus|Justinianus]] | align="center" | 8.994 | hizmetli |- | 3 | [[Kullanıcı:Nosferatü|Nosferatü]] | align="center" | 6.939 | |- | 4 | [[Kullanıcı:Kibele|Kibele]] | align="center" | 6.335 | |- | 5 | [[Kullanıcı:Samizambak|Samizambak]] | align="center" | 4.193 | |- | 6 | [[Kullanıcı:Seksen iki yüz kırk beş|Seksen iki yüz kırk beş]] | align="center" | 2.936 | |- | 7 | [[Kullanıcı:𐰇𐱅𐰚𐰤|𐰇𐱅𐰚𐰤]] | align="center" | 2.791 | |- | 8 | [[Kullanıcı:Iskenderbalas|Iskenderbalas]] | align="center" | 2.670 | |- | 9 | [[Kullanıcı:Egemensen|Egemensen]] | align="center" | 2.553 | |- | 10 | [[Kullanıcı:YBot|YBot]] | align="center" | 2.320 | |- | 11 | [[Kullanıcı:Vikiolog|Vikiolog]] | align="center" | 2.270 | |- | 12 | [[Kullanıcı:Absar|Absar]] | align="center" | 1.838 | |- | 13 | [[Kullanıcı:Suelnur|Suelnur]] | align="center" | 1.737 | |- | 14 | [[Kullanıcı:Selahattin ilhan|Selahattin ilhan]] | align="center" | 1.480 | |- | 15 | [[Kullanıcı:Ahmet Turhan|Ahmet Turhan]] | align="center" | 1.353 | |- | 16 | [[Kullanıcı:Kutsalyolcusu|Kutsalyolcusu]] | align="center" | 1.278 | |- | 17 | [[Kullanıcı:Pinar|Pinar]] | align="center" | 1.034 | |- | 18 | [[Kullanıcı:Kurmanbek|Kurmanbek]] | align="center" | 973 | |- | 19 | [[Kullanıcı:Felecita|Felecita]] | align="center" | 940 | |- | 20 | [[Kullanıcı:Tarih|Tarih]] | align="center" | 929 | |- | 21 | [[Kullanıcı:Elvorix|Elvorix]] | align="center" | 857 | |- | 22 | [[Kullanıcı:Sabri76|Sabri76]] | align="center" | 765 | |- | 23 | [[Kullanıcı:Maderibeyza|Maderibeyza]] | align="center" | 758 | |- | 24 | [[Kullanıcı:3210|3210]] | align="center" | 721 | |- | 25 | [[Kullanıcı:Aybeg|Aybeg]] | align="center" | 580 | |- | 26 | [[Kullanıcı:Osmanlı98|Osmanlı98]] | align="center" | 564 | |- | 27 | [[Kullanıcı:Srhat|Srhat]] | align="center" | 553 | |- | 28 | [[Kullanıcı:Mereyü|Mereyü]] | align="center" | 525 | |- | 29 | [[Kullanıcı:ToprakM|ToprakM]] | align="center" | 513 | arayüz yöneticisi |- | 30 | [[Kullanıcı:Yeni hesap|Yeni hesap]] | align="center" | 482 | |- | 31 | [[Kullanıcı:Oğuzhan|Oğuzhan]] | align="center" | 478 | |- | 32 | [[Kullanıcı:Etrüsk~trwikisource|Etrüsk~trwikisource]] | align="center" | 437 | |- | 33 | [[Kullanıcı:Fuzûlî~trwikisource|Fuzûlî~trwikisource]] | align="center" | 427 | |- | 34 | [[Kullanıcı:Bizim Kafkasya|Bizim Kafkasya]] | align="center" | 427 | |- | 35 | [[Kullanıcı:Rateslines~trwikisource|Rateslines~trwikisource]] | align="center" | 418 | |- | 36 | [[Kullanıcı:Hasan Sami|Hasan Sami]] | align="center" | 407 | |- | 37 | [[Kullanıcı:Dr.Suskun|Dr.Suskun]] | align="center" | 400 | |- | 38 | [[Kullanıcı:Pinarsan83|Pinarsan83]] | align="center" | 384 | |- | 39 | [[Kullanıcı:Pathoschild|Pathoschild]] | align="center" | 381 | |- | 40 | [[Kullanıcı:CandalBot|CandalBot]] | align="center" | 339 | |- | 41 | [[Kullanıcı:Reality006|Reality006]] | align="center" | 338 | |- | 42 | [[Kullanıcı:Aksoy61|Aksoy61]] | align="center" | 327 | |- | 43 | [[Kullanıcı:Vito Genovese|Vito Genovese]] | align="center" | 317 | |- | 44 | [[Kullanıcı:Homonihilis|Homonihilis]] | align="center" | 306 | |- | 45 | [[Kullanıcı:Cekli829|Cekli829]] | align="center" | 301 | |- | 46 | [[Kullanıcı:Magurale|Magurale]] | align="center" | 295 | |- | 47 | [[Kullanıcı:Ömer faruk çakmak|Ömer faruk çakmak]] | align="center" | 283 | |- | 48 | [[Kullanıcı:Uncitoyen|Uncitoyen]] | align="center" | 273 | |- | 49 | [[Kullanıcı:Mustafahoca|Mustafahoca]] | align="center" | 252 | |- | 50 | [[Kullanıcı:Evrifaessa|Evrifaessa]] | align="center" | 246 | |- | 51 | [[Kullanıcı:Mustafa MVC|Mustafa MVC]] | align="center" | 244 | |- | 52 | [[Kullanıcı:Ali Karacan~trwikisource|Ali Karacan~trwikisource]] | align="center" | 240 | |- | 53 | [[Kullanıcı:Oğuz256~trwikisource|Oğuz256~trwikisource]] | align="center" | 236 | |- | 54 | [[Kullanıcı:Koraman~trwikisource|Koraman~trwikisource]] | align="center" | 224 | |- | 55 | [[Kullanıcı:Takabeg|Takabeg]] | align="center" | 221 | |- | 56 | [[Kullanıcı:Demirci74|Demirci74]] | align="center" | 218 | |- | 57 | [[Kullanıcı:Gökhan~trwikisource|Gökhan~trwikisource]] | align="center" | 215 | |- | 58 | [[Kullanıcı:Zohak|Zohak]] | align="center" | 206 | |- | 59 | [[Kullanıcı:Gülşah|Gülşah]] | align="center" | 192 | |- | 60 | [[Kullanıcı:Ugur Basak|Ugur Basak]] | align="center" | 191 | |- | 61 | [[Kullanıcı:NKOzi|NKOzi]] | align="center" | 187 | |- | 62 | [[Kullanıcı:Meryem Yazıcı|Meryem Yazıcı]] | align="center" | 185 | |- | 63 | [[Kullanıcı:Harosman|Harosman]] | align="center" | 185 | |- | 64 | [[Kullanıcı:Saltinbas|Saltinbas]] | align="center" | 183 | |- | 65 | [[Kullanıcı:Alikıroğlu6163|Alikıroğlu6163]] | align="center" | 183 | |- | 66 | [[Kullanıcı:Khodemhuck|Khodemhuck]] | align="center" | 182 | |- | 67 | [[Kullanıcı:Samsen|Samsen]] | align="center" | 176 | |- | 68 | [[Kullanıcı:Noyder~trwikisource|Noyder~trwikisource]] | align="center" | 174 | |- | 69 | [[Kullanıcı:Mezireli61|Mezireli61]] | align="center" | 172 | |- | 70 | [[Kullanıcı:Ahmetaslan~trwikisource|Ahmetaslan~trwikisource]] | align="center" | 172 | |- | 71 | [[Kullanıcı:İsmetaydin~trwikisource|İsmetaydin~trwikisource]] | align="center" | 168 | |- | 72 | [[Kullanıcı:Viki|Viki]] | align="center" | 166 | |- | 73 | [[Kullanıcı:Kuzeyli Adam|Kuzeyli Adam]] | align="center" | 163 | |- | 74 | [[Kullanıcı:Alikıroğlu|Alikıroğlu]] | align="center" | 161 | |- | 75 | [[Kullanıcı:HakanIST|HakanIST]] | align="center" | 154 | |- | 76 | [[Kullanıcı:Hazan|Hazan]] | align="center" | 137 | |- | 77 | [[Kullanıcı:Can|Can]] | align="center" | 137 | |- | 78 | [[Kullanıcı:Victor Trevor|Victor Trevor]] | align="center" | 131 | |- | 79 | [[Kullanıcı:AhmetÇavuş|AhmetÇavuş]] | align="center" | 121 | |- | 80 | [[Kullanıcı:Recep64|Recep64]] | align="center" | 117 | |- | 81 | [[Kullanıcı:タチコマ robot|タチコマ robot]] | align="center" | 111 | |- | 82 | [[Kullanıcı:Araz Yaquboglu|Araz Yaquboglu]] | align="center" | 109 | |- | 83 | [[Kullanıcı:Vagobot|Vagobot]] | align="center" | 106 | |- | 84 | [[Kullanıcı:Kuzey 75|Kuzey 75]] | align="center" | 103 | |- | 85 | [[Kullanıcı:Oyhan Hasan Bıldırki|Oyhan Hasan Bıldırki]] | align="center" | 102 | |- | 86 | [[Kullanıcı:Neslihan Bilgili|Neslihan Bilgili]] | align="center" | 101 | |- | 87 | [[Kullanıcı:SessizZurna|SessizZurna]] | align="center" | 99 | |- | 88 | [[Kullanıcı:Vikiyazar|Vikiyazar]] | align="center" | 96 | |- | 89 | [[Kullanıcı:Kübra uzuntaş|Kübra uzuntaş]] | align="center" | 95 | |- | 90 | [[Kullanıcı:Rornaof|Rornaof]] | align="center" | 92 | |- | 91 | [[Kullanıcı:Özlem malkoç|Özlem malkoç]] | align="center" | 90 | |- | 92 | [[Kullanıcı:Burak Kara|Burak Kara]] | align="center" | 85 | |- | 93 | [[Kullanıcı:Alpfa|Alpfa]] | align="center" | 77 | |- | 94 | [[Kullanıcı:Dilekisildar|Dilekisildar]] | align="center" | 76 | |- | 95 | [[Kullanıcı:EVula|EVula]] | align="center" | 76 | |- | 96 | [[Kullanıcı:Enba24|Enba24]] | align="center" | 76 | |- | 97 | [[Kullanıcı:Derya sancak|Derya sancak]] | align="center" | 75 | |- | 98 | [[Kullanıcı:Batıkan Bildim|Batıkan Bildim]] | align="center" | 75 | |- | 99 | [[Kullanıcı:Ozgur61|Ozgur61]] | align="center" | 73 | |- | 100 | [[Kullanıcı:Attila Yakuti|Attila Yakuti]] | align="center" | 73 | |} </center> 4djfayhbu9zy6p817gq4xsrinrfl8gw